Misakımızın Asli Ölçüleri Nelerdir?

Fevzi Zülaloğlu

"De ki 'o Tek Allah'tır; Allah eksiksiz samed'dir, 0 doğurmamıştır, doğurulmamıştır; ve hiçbir şey O'nunla mukayese edilmez." (İhlas,112/1-4.)

İnsan, Allah'ın ne halifesi, ne gölgesi, ne fena olunabilecek vasıfta velisi, ne hulul etmiş tecellisidir. Çünkü bu özellikler yaratılmış varlıklar arasında cereyan eden yatay ilişkilerdir. Hiçbir varlığın kendisine denk olmadığı, tüm yarattıklarından aşkın olan Rabbimizle kurulması gereken insani münasebet ise dikey'dir, Dikey münasebet ya yukarıdan aşağıya doğru, vahyin inzal edilmesi şeklinde vuku' bulur; ya da aşağıdan yukarıya doğru dua etmek şeklinde vuku' bulur. Tevhid inancının temel ölçülerini beyan eden Kur'an'da, Allah-insan; Allah-varlık ilişkisi vahdet/birlik-aynılık çerçevesinde değil, Tevhid/tüm varlıklardan Rabbimizi aşkın görerek birlemek şeklinde izah edilmektedir.

Yüceler yücesi olan, kendisini tüm noksan sıfatlardan ve yaratıklara ait kirliliklerden tenzih ettiğimiz Allah kimsenin babası, sevgilisi, sahibinin her istediğini yerine getiren sihirli lambadaki cini de değildir. O bizim Rabbimiz, biz ise O'nun kullarıyız. İman'a zulüm karıştırmadan Allah'a iman etmenin ve gerektiği gibi kulluk yapmanın ölçüleri nelerdir?; şimdi bunlar üzerinde durmaya çalışalım:

Ulûhiyete uygun bir ubudiyet anlayışı nasıl olmalıdır? , Rabbimizle yaptığımız İman Sözleşmesi'nin ana ilkeleri nelerdir? Misak'ın çerçevesi hangi ilkelerden oluşmaktadır? Gibi soruların cevabını, Tevhid Dini İslam'ın "Tenzih Akidesi"ni belirleyen ubudiyet ölçülerini. Mizan'ın insaf ve tertemiz kaynağı olan Kur'an'dan öğrenmeye çalışalım.

Allah-İnsan İlişkisinde Fitri Misak ve İman Akdi'nin teminatı olan Kur'ani İlkeler

1-Hiç kimseyi, Allah'ı sever gibi sevmemek

O'nun sevgi ve hoşnutluğunu kazanmanın koşulu gönülden bir teslimiyetle iman etmek ve hayırlı işler peşinde zamanı en verimli bir şekilde değerlendirmektir. Meryem Suresi'nde buyrulduğu gibi: "Şüphesiz iman edip yararlı işler yapanları, Rahman sevgili (Vüdden) kılacaktır." (19/Meryem, 96.)

"İnsanlar içinde Allah'tan başkasını (O'na ) denk tutan ve onları Allah'ı sever gibi (Ke Hubbillah) sevenler bulunmaktadır. Ama Mü'minler en çok Allah'ı severler..." (2/Bakara, 165.)

Vedudiyette Tevhid, Allah'tan başkasını ilahlık seviyesinde sevmemeyi gerektirir. Gerektiğinde bağlılık duyduğumuz her şeyden, candan, maldan, evladu lyalden vazgeçmeyi göze alarak hareket etmezsek, Rabbani rızayı elde edemeyiz. Cennetin kokusunu da hiçbir zaman duyamayız.

Eşya ve insanlarla olan bağımızın düzeyi, Allah ile olan irtibatımızdaki samimiyete ilişkin somut verilerle doludur. Bu yüzden Yüce Rabbimiz, gönlümüzde sevgisi bulunan her şeyi, gerektiğinde kendi rızası için terk etmemiz gerektiğini birçok ayette beyan etmektedir. Tevbe suresi, 24. ayet bunlardan biridir: "De ki; 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz oymak ya da boy, kazanıp biriktirdiğiniz mallar, kötüye gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşlandığınız konutlar size Allah'tan ve O'nun elçisinden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha gönül bağlayıcı geliyorsa', bekleyin o zaman Allah iradesini açığa vuruncaya (ölüm sizi alıp götürünceye) kadar. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez."

Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste, "Allah için sevip Allah için buğzetmenin imani bir sorumluluk olduğu", belirtilmektedir. Bunun anlamı, Rabbani rızayı hak etmeyen güçleri, metaları, insanları; emaneti tevdi edecek kadar sevip dost edinmemek gerektiğidir. Aksi ise, "vedudiyette/hububiyette şirk koşmak" anlamına gelecektir.1

Bakara Suresi'nin bir ayetinde "gereğince iman etmek", 'kendini Allah'a satmakla özdeş olarak nazarımıza sunulmaktadır: "Ama insanlar arasında öyleleri de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini satar/O'nun uğrunda feda eder. Allah ise kullarına karşı daima şefkatlidir." (2/Bakara, 207)

Gerektiğinde bütün şahsi menfaatlerden, hatta candan vazgeçmek, Allah'ın rızasını kazanmak için elzemdir. Yoksa kuru kuruya bir iman iddiasında bulunmak, bizi Makam-ı Mahmud'a/Övülenlerin konumuna çıkarmaz. Yüce Allah'ın övdüğü bu imkansız gibi gözüken ideali gerçekleştirirken mümkün olan en büyük cehdi göstermektir bizden beklenen. Yoksa tüm şahsiyetimizi yok etmek değildir. Ayetin sonunda vurgulanan Rabbimiz'in sıfatlarından raûf, O'nun kullarına karşı son derece şefkatli olduğuna 'güç yetirilemeyecek görevler yüklemeyeceği'ne işaret etmektedir.

Kur'an'da anlatılan 'Adem'in iki oğlu kıssası'ndan, Rabbimize olan sevgi ve bağlılık derecemizin nasıl olması gerektiğine dair hikmetli dersler çıkarabiliriz.

Adem'in iki oğlu (iki yönü temsil eden muvahhidler ve müşrikler) yani bütün insanlar yeryüzünde tabi tutuldukları sınavda "sevdiklerinden Allah için vazgeçebileceklerini" ispat eden duyarlılığı gösterip göstermeyecekleri konusunda denenmektedirler. Kurban ibadeti, Allah için sevip O'nun için vazgeçme konusunda numune-i imtisaldir.

Bu kıssada Yüce Rabbimiz, değinmeye çalıştığımız hakikati Kur'an'da 'hak ile' (bu konudaki iddia ve varsayımlara açıklık getirecek şekilde) bizlere beyan etmektedir. Kıssanın mesajının isimlere boğulmuş olduğunu görmezden gelirsek, Tevrat'taki anlatımın da genel olarak tahriften uzak olduğunu söyleyebiliriz. Tevrat'ın anlatımlarından, Adem'in oğullarından birinin "sahip olduklarından en iyisini" Allah'a takdim ettiğini, fakat diğerinin sıradan bir hediye ile huzura çıktığını anlamaktayız.

Ancak Kitab-ı Mukaddes'in Yahudi din adamlarınca derlenmiş tefsirlerinden oluşan Talmut'ta ve 'İsrailiyatı merak saiki ile okuyan-dinleyen ve kaynak olarak kabul eden raviler'in uydurduğu hadislerde bu kıssa, "en güzel kızı kapma mücadelesi" bağlamında ele alınmaktadır. Kur'anu'l-Mecid'de ise, olaya asıl rengini veren ana karakterin "Kurban cihadı" (Allah'a yakın olma yarışı) olduğu belirtilmektedir.2

Kurban q-r-b kök harflerinden türetilmiş bir kelime olarak "yakınlaşma elçisi" anlamına gelmektedir. Yaratıcı'ya kurban sunmak, eldeki olanaklarla, geçerli bir itibar kazanma mücadelesidir. Kurban; asıl sahibi olan Allah'ın mülkünden lütfettiklerinden en sevdiklerimizi, ihtiyaç sahibiyken bile, O'nun adı ile 'karşılığını Ahiret'te kat kat almak üzere', vermektir. İlahi rızayı kazanmak maksadıyla yapılan her salih amel bir kurbandır. Fakat asıl somut tezahürü "zebiha"dır, hayvan boğazlamaktır. Hakiki bir imanın tezahür etme biçimlerinden olan Kurban, tevhid dini İslam'ın en bariz şiarlarındandır. Bu şiar, Rabbe yaklaşmak için sonunda iflas olmayan, çok kârlı bir ticaret yaparak, malı-mülkü, gerektiğinde kanı-canı borç vermeyi ifade etmektedir.3

Kısacası kurban, vedudiyette tevhidin en önemli göstergelerinden biri olup, "sevdiklerimizden Rabbimizin hoşnutluğunu gözeterek vazgeçebilme bilinci'ne ermektir. Rezzak olan Allah'ın bizim için seferber ettiği imkanları, salt bize ait saymayıp başkalarına da seferber etmektir. İnsanlardaki "mülkiyet tutkusu" ve "benseverlik", sahip olunanlardan vazgeçmeyi zorlaştıran bir 'fitne/imtihan' aracıdır. Fakat Adem'in salih oğlu gibi varını yoğunu seferber ederek feda eden, şehidler' gibi "en sevdiği canından vazgeçerek" feda edilmeyi kabul edenler, fitne ile başa çıkmış, hayırda yarış sınavını kazanmış en bahtiyar insanlardır.

Bu durumda Adem'in iki oğlundan biri, "elindeki imkanların en sevdiklerinden Allah için vazgeçerek" kârı sona ermeyecek olan bir ticaret yapmış, Rabbi'nin rızasını kazanmıştır. Oysa Yaratıcı ile olan irtibatını koparan, bencil, müstağni ve müstekbir diğer oğul, en sevdiklerini kendine saklamış, hoşlanmadıklarını Allah'a sunmuştur. Böyle yapmakla şeytani olan bir şeye İlan-ı aşk ederek şirke düşmüştür. Allah'tan uzaklaşmakla, insanlardan daha değersiz olan, "mevcudattan 'karga'nın rehberliğine muhtaç olmak" gibi izzetsiz bir duruma düşmüştür.4

Oysa herşeyin en iyisine layık olan Allah'ın kaldı ki, insanların sundukları armağanlara da ihtiyacı da yoktur. Fakat Cennet'e giden yol dünyadan geçmekte, Allah'ın rızasına ulaşmak da O'nun yarattıkları ile olan ilişkilerin "tevhid" temelinde düzenlemekle mümkün olabilmektedir. İnsanların Rabbiyle olan ilişkilerinde O'nu her şeyden daha çok sevdiklerini ispatlamaya ihtiyaçları vardır.

İbrahim ve İsmail peygamberler (a) vedudiyette tevhid'in numune-i imtisalidirler. Kur'an'da onların Allah için feda etme ve feda edilme bilinçleri örnek olarak bizlere hatırlatılmaktadır. Onlar Allah'ın fedaisidirler. Biz de onlar gibi, Rabb'in yolunda fedakarlık şuuruna sahip olmadıkça imanımızın kalelerini şeytana karşı perçinleyemeyiz. İbrahim(a) dünyada en çok sevdiği oğlundan Allah için vazgeçebilmekte (fedai), İsmail(a) ise Emrullah'a gönülden boyun eğmektedir:

"Ve (bir gün, çocuk, babasının) tutum ve davranışlarını anlayıp paylaşacak olgunluğa erişince babası şöyle dedi: 'yavrucuğum! Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm, bir düşün ne dersin?' İsmail: "babacığım" dedi; Sana emredilen ne ise onu yap! İnşallah beni Tevhid'e bağlı kalma konusunda karşılaşacağım zorluklara dayanan, sıkıntıya tahammül edenler arasında bulacaksın." (37/Saffat, 102)5

2-Takvayı, Tevazu'yu ve şükrü elden bırakmamak

Allah ile biz kullar arasında var olması gereken irtibat türü ubudiyettir. Ubudiyet ise istikbardan arındırılmış şartsız, pazarlıksız, seksiz Şüphesiz bir teslimiyet ile anlam kazanır. Allah'a olan bağlılığımız, zor zamanlardaki sıkıntılardan bıkan mücadele kaçkınlarınınkine benzememelidir. Yine "lütfen" müslüman olan 'bedeviler'e, istemeden itaat altına giren münafıklara benze-memeli, davranışlarımızı 'menfaatçi sahte bir dindarlık görüntüsü'nden arındırmalıyız.

Gerçek müminler her zaman ve zeminde, mücadelenin zor aşamalarında da geniş olanakların elde edildiği vetirede de, Allah'a şükrü bir borç bilirler. Rabbimizle olan bizim bağımız urvetü'l-vüska (kopmaz kulp olan Kur'an) iledir. Münafıklar ve kaçak güreşen kalbi hastalıklı kimselerin bağı ise, pamuk ipliğidir. Biz Allah'a olan şükrümüzü sürekli kılarız. Kafirler ise, Allah uğrunda insanlar tarafından uğratıldıkları eziyetleri Rabbimizin eziyeti sanacak kadar, takva ve şükür ahlakından uzak kimselerdir.

Bakara Suresi'nde beyan edildiğine göre ubudiyette samimiyet, şükrün kesintisiz her zaman ve her durumdan yerine getirilmesi ile mümkündür: "Ey imana ermiş olanlar! Size rızık olarak sağladığımız iyi şeylerden (lafzen, tayyibât) nasiplenin ve Allah'a şükredin, eğer gerçekten O'na kulluk (ibadet) ediyorsanız." (2/Bakara, 172.)6

3-Din'i Allah'a halis kılarak ibadet etmek

Hamdederek ve şükrederek ibadet etmek lazımdır. Kulluğumuz, her şeyimizi borçlu olduğumuz, varlığımızın tek teminatı olan Allah'a ortaksız, kesintisiz yaşadığımız her anı içine alacak şekilde olmalıdır. Bütün bir yaşamın ışık saçan meşalesi olarak Allah'ın dini İslam'ın yönlendirici ilkelerini ilk başvuru kaynağı kabul etmeden yapılan ibadetler, tevhidi bütünlükten yoksundur. Rabbimiz Beyyine suresi, 5. ayette ibadetimizin nasıl olması gerektiğini açık bir biçimde dile getirmektedir.

"Oysa kendilerine yalnızca Allah'a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleri ile (hanifler olarak) yalnızca O'na iman ederek batıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları ve karşılıksız harcamada bulunmaları emrolunmuştu. İşte bu dosdoğru bir dindir."

Namaz kılarken Allah'ı anıp sokakta, ticarette, eğitimde, yönetmede O'nu zikretmemek ve bize va'z ettiği ilkeleri yok sayarak hareket etmek, ibadetimizin de sıfırlanmasına yol açacaktır. Çünkü Rabbimizin bize öğrettiği ubudiyet bilinci, birçok ayette dile getirildiği gibi "Din'i Allah'a has kılmak" ilkesine uygun hareket etmeyi gerektirir.7

İnsanın Allah'ı bilmesi, sınırları ve ölçüleri indi olan mistik dehlizlerde aranan marifet çabaları ile değil, hududunu Rabbimizin belirlediği ve insanoğlunun ihtiyaçları için yeterli olan Kur'an'ın akaidi ile sınırlıdır. Değil mi ki, Rabbimiz ile olan dostluğumuz/velayetimiz de eşit şartlardaki iki arkadaşınki gibi olamaz. Öyleyse insan olarak bizim kulluk bilinci ile hareket etmekten başka bir çaremiz yoktur.

Allah'ın halis kulları olarak davranışlarımıza Rabbimizin rızasını gözetecek şekilde yön vermeliyiz. Zaten Yüce bir ilahı temsil kabiliyeti hiç bir kul için mümkün de değildir. O halde bazı tasavvuf filozofları'nın iddia ettikleri gibi, "Allah adına hareket etme, O'nunla aynı şartlarda dostluk kurma, aynı düzeyde arkadaş gibi fena olabilme iddiası" batıldır.

İnsan olarak haddimizi bilmek zorundayız. Biz Allah'ın ne tecellileri, ne somut tezahürleri ne de O'nunla bütünleşebilecek (fena olabilecek) parçalarıyız. O'nun kullarıyız. İnsanoğlu Yaratıcı'nın halifesi değil kuludur. Kula yakışan ise, ibadeti yalnız bütün rızkın olanaklarını yaratan Allah'a yapmaktır. Yeryüzünde O'nun adına hareket etmek değildir.

Hiçbir kalıcı gerçekliği olmayan ve nihai kurtuluşu sağlamada hayrının dokunması da mümkün olmayan, putların temsil ettiği düşünce sistemlerine sevgi besleyip bağlanmak, onlara ibadet anlamına gelir. Rabbimizin bildirdiğine göre, İbrahim peygamber putperest halkını şöyle suçlamaktadır:

"Siz Allah'ı bırakıp putlara ibadet ediyorsunuz. Ve böylece bir yalandan örnekler veriyorsunuz. Kuşkusuz Allah'ı bırakıp taptığınız o varlıklar, size rızkını verebilme gücüne sahip değildirler. O halde bütün rızkınızı Allah katında arayın, yalnız O'na kulluk edin ve O'na hamd edin: Çünkü sonunda yine O'na döndürüleceksiniz." (29/Ankebut, 17)

4-Rıza-i ilahiyi daima önceleyip, yandığımız müddetçe Rabbimizi kesintisiz olarak zikretmek

Her işte O'nu anmak, hiç bir zaman hatırdan çıkarmamak, rıza ve hoşnutluğuna aykırı işlerden uzak durmak müminlerin şiarı olmalıdır. Allah'ı anmak, yaşadığımız müddetçe yerine getirilmesi gereken bir ödevdir. Bu kulluk görevi, bütün bir hayatı kuşatacak şekilde, tüyleri diken diken eden, kalpleri titreten, içten bir arzu ile yapılmalıdır. Müzzemmil Suresi'nde emrolunduğu gibi: "Rabbinin adını bütün içtenliğinle an ve bütün gönlünle O'na yönet!' (73/Müzzemmil, 8)8

Allah'ı anmak, belli ibadetlerle, belli zamanlar ve mekanlarla sınırlandırılmayacak kadar kapsamlıdır. Rabbimizi, sabah akşam, gece gündüz, alışverişte, ticarette, eğitimde, siyasette, evde, sokakta, işyerinde sürekli hatırdan çıkarmamalıyız ki, yaptıklarımız O'nun hoşnutluğunu kazanabilecek nitelikte olabilsin. Namaz gibi şekli ve ritüeli olan ibadetlerle büyük bir içtenlikle Allah'ı anmalıyız. Ancak bu yeterli değildir. Bütün hayatımızın bu ibadetle denk olması gerekir. İbadetlerle geçirdiğimiz zaman ile, diğer zamanlarımız arasında bir tenakuz olmamalıdır. Nisa suresinde buyrulduğu gibi namazı kılmak, Allah'ı zikretme sorumluluklarımızın bittiği anlamına gelme, zikr'i yirmidört saate yaymak mecburiyeti vardır:

"Namazı bitirdiğiniz zaman, ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde uzanarak Allah'ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı tam kılın! Çünkü namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır." (4/Nisa, 103)

Zikrin sürekliliği "dünyevileşmek" hastalığının ilacıdır. Yaşadığımız her âna ve mekana Allah'ın damgasını vurmalı, hayatın her yerini O'nu çağrıştıracak bir "boya" ile boyamalıyız. İbadeti mabedlerle sınırlama hastalığı, bize laik ve seküler karakterli Batı kültürü ile gelmektedir. Oysa Yüce Rabbimiz "evlerinizi mescid edinin!" demektedir. Allah'ın Rasulü peygamberimiz(s)'de "evlerinizi ibadetsiz bırakarak mezarlıklara benzetmeyiniz!" uyarısını bize yapmaktadır. İbadet ile ticaret, mabet ile hayat arasında aşılmaz sınırlar koymak, Allah'ı zikretmenin önüne beşeri zincirlerle set çekmek insanoğlunun haddini bilmezliğinden kaynaklanmaktadır. İşin hakikati şu ki; Allah'ın yaşamı düzenleyen her emri bir ibadet, her buyruğunu yerine getirmek de O'nu zikretmektir.

Hayatını Allah'a adayan Mü'minleri hiçbir şey Zikr'den alıkoyamaz. Mal kazanma hırsı, dünyevi endişeler, evlat sevgisi v.b. ölçüsüzce bağlanılabilen şeyler Rabbimizi anma görevimizi engelleyecek seviyede benliğimizi kuşatmamalıdır. Münafıkûn süresindeki uyarı, bu tür ihtimallere karşı bizi hazırlamayı amaçlamaktadır: "Ey Mü'minler! Sizi mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın, böyle olanlar tümüyle ifasın (hüsranın) eşiğine dayanmış olanlardır." (63/Münafıkûn, 9)9

5-Emrullah konusunda sabırlı ve ihtiyatlı olmak

Allah'tan umulan bir işin hemen gerçekleşmesini istememek, acele etmemek, düşünüp tartarak hikmetli bir davranış modeli ile hareket etmek müminlerde bulunması gereken özelliklerdir. Acele ile, sonuçları düşünülmeden yapılan işte yanılma payı yüksektir. Hem "insanın emek sarf etmeden bir İşin gerçekleşmesini umması" doğru değildir.

İslami mücadelenin başarısının, tez elden gerçekleştirmesini beklemekte, Allah'ın vadettiği yardımların bizim istediğimiz anda gelmesini istemek de, yanlışa düşürebilecek tutumlardır. Mü'minler için yardım ve mükafata, kafirler için helak ve mücazata yönelik buyruklarını ne zaman icra sahasına koyacağına Allah karar verir. Allah'tan buyruklarını yerine getirmesini O'na emreder gibi istemek, mütevazi kullarına yakışmaz:

Allah ile olan ilişkilerimizde sabırlı olmanın boyutlarını belirleyen, doğru tutuma işaret eden çok sayıda ayet vardır. Biz bunlardan birini anmakla yetinmek istiyoruz.

"Emrullah/Allah'ın buyruğu mutlaka yerine gelecektir. Öyleyse artık onun çabuk gelmesini istemeyin..." (16/Nahl,1)10

6-Allah ile "kayıtsız şartsız teslimiyet kulpuna bağlı bir münasebet kurmak

Yüce Rabbimiz mü'min olmanın şartlarını Yunus Suresinde "tereddütsüz teslimiyet ve tevekkül" olarak beyan etmektedir: "Musa: 'Eğer inanıyorsanız' dedi; eğer gerçekten O'na bağlanıp kendinizi O'na teslim etmişseniz (Müslümanlar olmuşsanız), öyleyse artık O'na tevekkül edin!" ( 10/Yunus, 84)

Müslüman olmak, hayatı, ölümü, ibadeti sadece "Bir" olan Allah'a has kılmayı gerektirir: "De ki! Bakın, benim namazım bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Ki O'nun ulûhiyetinde hiç kimse pay sahibi değildir. Ben böyle emrolundum; ve ben müslümanların kendilerini Allah'a gönülden teslim edenlerin ilki olacağım" (6/Enam, 162-163)

Allah'a gerçek iman ancak tam bir teslimiyetle mümkündür. İlahi takdire uygun gerçek iman bütün benliğimizi ve yeryüzündeki tüm yaşamsal alanları Allah'ın boyasıyla boyama azmi ve kararlığı içinde olmaktır. Biz Mü'minler öncelikle kendi hayatımıza ve daha sonra uzanabildiğimiz her yere Rabbani bir biçim ve renk vermeliyiz. Sıbğatullah ile yükümlü olmak, Rabbimizin hakimiyetini hatırlatan desenlerle insan yaşamını donatmak, demektir. Allah'ın buyruklarına uygun hareket etmeyen insanların kurdukları yaşam alanları, sokaklar, caddeler, şehirler ise Şeytan'dan izler taşır ve şeytani olanla damgalıdır.

"İşte Allah'ın boyası (Kur'an'ın ışık ve hayat veren nurları)! Kim (hayata) Allah'tan daha güzel renk verebilir? Bundan dolayı biz yalnız O'na kulluk ederiz." (2/Bakara, 138)

Allah'a itaat en büyük cihattır. Bu yüzden Rabbimizin hoşnutluğunu kazanma gayesi barındırmayan itaat çağrıları biz müminler için bir mana ifade etmez. Yeryüzünde ister Allah adına hareket etsin, isterse İblis'e parasız askerlik yapsın hiçbir şeytani otorite, 'teslimiyeti Allah'a özgü kılmaya söz vermiş mü'minler için' bir ehemmiyet taşımaz.

7-İstiâne ve imdat için duayı sadece Allah'a has kılmak

Çokça unutkan olan biz insanlar için bir şeyin bıktırmayacak aralıkta ve bezdirmeyecek estetik biçimde tekrar edilmesine ihtiyaç vardır. Bu sebeple Rabbimiz biz mü'minlere her gün belli aralıklarla kıldığımız namazlarda aynı ayetleri defalarca okumamızı emretmektedir.

Hatta en çok okumak zorunda bulunduğumuz Fatiha sûresi, defalarca özeleştiri imkanı bahşeden bir mesaja sahiptir. Papağan gibi değil de, tahkik ve zikir ehli bir mümin gibi okuduğumuzda, bu sureden meşale gibi önümüzü aydınlatan dersler çıkarabiliriz. "İstiâne" ilkesi de bu meşalelerden biridir. Her gün Rabbimize dördüncü ayette defalarca şöyle seslenmekteyiz: "Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz."

Allah'ın hoşnutluğunu kazanamamış hiçbir güçten, daha sonra özgürlüğümüzü ipotek altına alacak hiçbir yardım istememeliyiz. Fakat maalesef bu gün İslam dünyasında kurulu düzenlerin hemen hemen hepsi, yeryüzünü fesada boğan "Tağutlardan icazetli" olarak, onlardan "yardım dilenerek" oluşturulmuştur. Bu durumu değiştirmek için hiçbir gayret göstermeden, her şey normalmiş gibi Allah'ın huzuruna durup namazda Fatiha suresini okumak da, Tevhid Akidesi'ne zulüm karıştırmaktır.

İstiâne konusunda iki tür hata yapılmaktadır. Birincisi, tağutlardan istiânedir. İkincisi ise istiâne'de vesile ittihaz etmektir. İzah etmeye çalıştığımız gibi, tağutlarla velayet ilişkisine girecek kadar yakınlaşıp İslam ümmetinin geleceğini ve özgürlüğünü ipotek altına sokacak anlaşmalar yapmak, Allah'ın haram kıldığı, Tevhid Akidesi'ne uygun olmayan bir davranıştır.

Dünya hayatında verdiğimiz sınavda zorluklarla karşılaşmak mukadderdir. Fakat tıkanan sorunları çözmek, düğümleri açmak için, düşman olduğu kesin olan bir yapı ile yardımlaşmaktan, dayanışmaktansa sabretmek ve tevekkül ile Allah'tan imdad dilemek Kur'an Akaidi'ne uygun olan tavırdır. İtikadımıza zulüm karıştırmamakla yükümlü olduğumuzu unutmamak, ilkelerimize bağlılığı elden bırakmadan hareket etmek görece başarısızlıklarla da bizi yüz yüze bırakabilir. Fakat unutulmamalıdır ki, "büyük başarı" Allah'ın rızasını kazanmaktır.11

Firavun gibi güçlü bir iktidarın emrettiği ifsad çağrılarına teslim olmayan Musa peygamber ve mü'minler, ilahi rızadan mahrum ve nasipsiz şer güçlere yağcılık yaparak durumu "maslahat" avuntusu ile geçiştirmek yerine, içinde bulundukları güç durumdan kurtarması için Allah'tan imdad dilemişlerdir. Peygamberimize de çeşitli yardım teklifleri gelmiştir. Ancak karşılığında, putlarına karşı saygılı olmasını istemişlerdir. Fakat o, diğer peygamberler gibi sabrı/tahammül ederek direnmeyi, 'inançlarının gereğini yerine getirmede başarılı olmayı' seçmiştir.12

"Istiâne'de vesile ittihaz etmek" ise, genellikle dua yaparken görülen bir yanlıştır. Dua vb. yollarla yapılan yardım çağrıları, sadece Allah'a yöneltilmelidir. Allah'tan başkasına dua edilmemelidir. Aracı kişi ve kurumlarla duaya zulüm karıştırmak, insanı şirke düşürebilmektedir. Fakat "vesile edinmeden" mü'minlerin birbirlerine dua etmelerinde tevhid akidesi açısından bir sakınca yoktur.

Birçok sahih hadisteki aktarımlardan anladığımıza göre Peygamberimiz somut olarak bazı mü'minlere, genel olarak tüm İslam ümmetine dua etmiştir. Fakat duasına hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi aracı kılmamıştır.

Kur'an'ın sarih beyanlarından öğrendiğimize göre mü'minlerin mü'minlere dua etmesi, dua etmesini istemesi tevhid inancına uygundur. Mesela, Yakup peygamberin kendi çocukları için Yusuf'u kaybettiklerinden dolayı Allah'tan bağışlanma dilediğini Yusuf suresi 97-98. ayetlerin muhkem anlatımından öğrenmekteyiz.

Ancak Allah'ın salih bir kulu da olsa ondan habersiz, kendisini gıyabında vesile ittihaz etmek doğru değildir. Hele hele bu aracı mezarında sessiz sakin yatan bir ölü ise, duasına Allah'tan icabet bekleyen kul açısından selim akıl sahiplerine yakışır bir davranış olmayacağı gibi, salih gibi gözüken amelin hubutuna/boşa çıkıp geçersiz olmasına, değerinin sıfırlanmasına yol açabilecektir.

Sonuç

Bütün varlıklar bağımlı ve değişken özelliklere sahip olduğu halde, varlıkların sınırlı ve değişken özelliklerinden müstağni olan Allah tüm noksan sıfatlarla anılmaktan beridir. Rabbimiz ile olan ilişkilerimizi "kulluk bilinci" temelinde kurmalı, O'nun yol gösterici ışıklarına gözümüzü ve gönlümüzü çevirmeliyiz.

Amellerimizin kendisi ile anlam kazandığı akidemizi zulümlerden arındırmalıyız.

"Rabbimizle olan Misakımız"a halel getirebilecek düşünce ve davranışlardan uzak durmalıyız. Akidemizin saflığına halel getirecek düşüncelerden beri kalmaya azami gayret göstermeyi şiar edinmeliyiz. Nihai hüsran anlamına gelen fikir ve davranışlardan uzak durmalıyız. Fıtrî ve imanî misakımızı bozmaktan hayatımız boyunca kaçınmalıyız.

Eşya ve insanlarla olan bağımızın düzeyi, Allah ile olan irtibatımızdaki samimiyete ilişkin somut verilerle doludur. Bu yüzden Yüce Rabbimiz, gönlümüzde sevgisi bulunan her şeyi, gerektiğinde kendi rızası için terk etmemiz gerekir.

Gerektiğinde bütün şahsi menfaatlerden, hatta candan vazgeçmek, Allah'ın rızasını kazanmak için elzemdir. Yoksa kuru kuruya bir iman iddiasında bulunmak, bizi makam-ı mahmud'a/övülenlerin konumuna çıkarmaz. Ne mutlu, ilahi övgüyü hak edenlere; ne yazık yerilmiş olarak Rabbimizin huzuruna çıkanlara.

Tabii ki, şunu da belirtmek gerekmektedir; Yüce Allah'ın övdüğü bu imkansız gibi gözüken ideali gerçekleştirirken mümkün olan en büyük cehdi göstermektir bizden beklenen. Yoksa tüm şahsiyetimizi yok etmek değildir.

Dünya hayatında verdiğimiz sınavlarda, çeşitli zorluklarla karşılaşmak mukadderdir. Fakat tıkanan sorunları çözmek, düğümler açmak için, düşman olduğu kesin olan bir yapı ile yardımlaşmaktan, dayanışmaktan kaçınmak gerekmektedir. Çünkü Misakımız gereğince sabretmek ve tevekkül ile Allah'tan imdad dilemek Kur'an Akaidi'ne uygun olan tavırdır. İtikadımıza zulüm karıştırmamakla yükümlü olduğumuzu unutmamak, ilkelerimize bağlılığı elden bırakmadan hareket etmek, bazen görece başarısızlıklarla da bizi yüz yüze bırakabilir. Fakat unutulmamalıdır ki, "büyük başarı" Allah'ın rızasını kazanmaktır.

Dipnotlar:

1- Peygamberimizden rivayet edilen birçok hadiste, Allah için sevip Allah için buğzetmek müminlerin şiarı olarak nitelendirilmiştir. Peygamberimizden rivayet edilen bir hadisin tercümesi şöyledir: "Allah için sevip Allah için buğzetmedikçe, imanınız kemale ermez". Bu hadis bir çok kaynakta geçmektedir: Ebu Davud, Sünne, 15; Tirmizi, Kıyame, 60; Ahmed b. Hanbel (Müsned), 3. Cilt, 438,440. Peygamberimiz diğer bir hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Kişi sevdiği ile beraberdir": Buhari, Edep, 96; Müslim, Birr, 165; Tirmizi, Zühd, 50; Darimi, Rikak, 71; Ahmed b. Hanbel (Müsned), 1. cilt s. 392, 3.ctlt: 104,109,110,165,4. Cilt: s.107. v.d.

Şeytan ve dostlarını sevip, veli edinmeyi Rabbimiz, Mü'minler'e haram kılınmıştır: Bkz. 7/Araf,3,30. V.d.

2- Kur'an'daki anlatım ile Kitab-ı Mukaddes'teki anlatımı krş.: Kur'an'ı Kerim, Maide suresi (5), 27-31. Ayetler; Kitab-ı Mukaddes, Tevrat, Tekvin, Bap 4 /1-15, İstanbul, 1993, s.3-4. Talmut tefsirlerinden beslenen İsrailiyat kaynaklı hadisler için bkz. M. Said Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, İstanbul, 1993, s.211.

3- Tevhidi bilinç kazanmış müminler için kurban, hayatın anlamına dair imgeler taşıması bakımından bütün ibadetlerin şiarıdır. Kurban'ın bu yönünü vurgulayan Müfessir Elmalılı H. Yazır, Kur'an tefsirinde tekarrüb maksadına matuf her şeye teşmil etmektedir : "Kurban örfümüzde tekarrüb (yakınlaşmak F.Z.) için kesilen zebihaya ıtlak olunursa da asıl manası, Allah'a tekarrüb için arz-u takdim edilen her hangi bir şey demektir ki, gerek zebiha (kesimlik hayvan) gerek diğer sadakalardan eamdır (daha kapsamlıdır)." Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, S. 1653.

4- En sevdiklerinden vazgeçmeyerek bencilce davranan, böylece Adem'in İlah olarak Heva'sını benimseyen Adem'in zalim oğlu, karganın rehberliğine muhtaç duruma düşmüştür: Bkz. 5/Maide, 31

5- Kurban kısasının tamamı için bkz. 37/Saffat, 102-111.

6- İnsanın kendinde hak etmediği bir büyüklük vehmetmesi ve böylece Yaratıcısı ile irtibatını kesmesi, en büyük beşeri hatasını oluşturmaktadır. İstiğna'dan kaynaklanan kibir, tertemiz fıtrat ile lütfedilen özbenlikte onulmaz yaralar açar: 96/Alak, 11-12

Teşekkürü sürekli kılmak ve nankörlük yapmamak yeryüzü sınavını kazanmanın anahtar tavır ve davranış modelidir: 2/172. Bollukda da darlıkda da şükrü elden bırakmamalıyız. Zenginlik de fakirlik de; imkanların geniş tutulması da daraltılması da 'bela/ imtihan' dır: 89/15-16.

Münafıklar, bedeviler ve imanları pamuk ipliğine bağlı olan menfaatçi dindarlar, ilah olarak nevalarını benimsedikleri için elde ettikleri iyiliklerin kendilerinin hakkı olduğuna inanır, Allah uğrunda karşılaştıkları sıkıntılardan dolayı şükür değil nankörce küfr yolunu seçerler; çünkü iman kaynaklanan imtihan bilinci ile hayatı anlamlandırmazlar: 22/ Hacc,11; 29/Ankebut, 10.

Mü'minlerin ibadeti daimidir. Hem sıkıntılar esnasındaki darlıkta, hem de bollukta çeşitli kulluk biçimleri ile tüm dünyevî kaygılardan uzak olarak Rabb'în yolunda dimdik dururlar. Allah yolunda mücadeleye hazır kıyam halindeki asker gibi olmak, bizim ahdimizdir. Biz, "zor zamanda peygamberleri tek başına düşmanla bırakan Yahudiler"e benzememeliyiz: 23/Müminun, 8-11.

7- İnsanoğlunun yaratılış amacı, icbar olmaksızın, özgür bir iradenin tercihte bulunması ile Allah'a ibadet etmektir. Yoksa bazı Sufilerin uydurdukları hadiste iddia edildiği gibi gaye, marifet yolu ile tanımak, değildir. Çünkü Rabbini tanımak, ilahi vahyin mahdut verileri ile kayıtlıdır. Marifet özgün bir amaç da değildir. Kaldı ki, sınırlı idrak yetenekleri ile tanıma (İrfan-marifet) zorunluluğu, insanoğlundan önce yaratılan cinler ve meleklerin dahi tam olarak başaramayacağı bir görevdir.

8- Mü'minlerin Allah'ı zikri, öyle sıradan bir isim tekrarı şeklinde değil, tüyleri diken diken eden, kalpleri ürperten bir iştiyakla gönülden anıştır: Bkz. 3/Al-i İmran, 31; 8/Enfal, 2; 13/Ra'd, 28; 23/ Mü'minun, 60-61; 39/Zümer, 23.

9- Allah'ı zikretmek hayatın tüm zamanlarını ve bütün evrelerini kapsar: Gece, gündüz, sabah, akşam, evde, işyerinde, ticarette, siyasette... O'nun hoşnutluğunu ve sevgisini kazanma gayesinden uzak bir hayat yaşamamak, hatırdan gönülden çıkarmamak, boynumuzun borcudur. Konu ile İlgili şu ayetler okunmalıdır: 24/Nur, 37; 33/Ahzab, 41; 76/ İnsan, 26.

Allah'ı unutup, tahkik edilmemiş verili olan mevcudun büyüsüne kapılmak, insanın hevasına/kötü tutkularına ibadet etmek anlamına gelir. Rabbini anmaktan uzaklaşan, benliğine ve kendine benzetmek istediği başkalarına zulmetmektedir. Bu yüzden dünyada izzeti kendisi hakedecek bilinçte olmayan bir 'sürüngen' gibi yaşadığı için en şiddetli azap ile cezalandırılmak böylelerinin kaçamayacağı bir akibettir. Bu konu İle ilgili olarak bkz. 72/Cin, 14-20.

10- Allah ile olan İlişkilerimizi, sabır ve ihtiyat temelinde bir ahlak edinerek kurmak gereğine işaret eden diğer ayetler için bkz. 6/Enam, 57-58; 8/Enfal, 32; 10/Yunus, 50-51. V.d. ayetler.

11- Tevekkül sadece Allah'a has kılınmalıdır. Tevekkülün gereği olan dayanışma da sadece Rabb'e veli olanlarla yapılmalıdır. Tevekkül, "Allah'ın yardım ettiğine kimsenin engel çıkaramayacağı, terk ettiğine de kimsenin yardım edemeyeceği" bilincine ermektir. "Tevekkül" ile "istiâne" arasındaki yakın ilişkiyi anlatan ayetler için bkz. 3/Al-i İmran, 160, 192-193.

12- Firavun'un son derece güçlü olan zulüm düzenini yıkamayan, ama yağcılık yapmayan Musa peygamber ve arkadaşları istiâne ilkesinin gereği olarak, her peygamberin yaptığı gibi, tağutla uzlaşmak, dayanılmak yerine Allah'a tevekkül etmişlerdir: İlgili ayetler için bkz. 10/Yunus, 84-87.