Milliyetçilik ve Hayali Cemaatlerin Kökenleri

Çağrı İslam

Milletler ve milliyetçilik okumalarında kült eserlerden birisi olan Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” kitabı, ilk olarak 1983 yılında yayınlanmış, 1993 yılında Türkiye’de basılana dek ve sonrasında pek çok dile çevrilmiş hatta üniversitelerde de okutulmuştur. Kitabın bu kadar yayılmasındaki ana etken, Anderson’un milliyetçiliğe -nispeten önceki yazılanlardan farklı olarak- getirdiği eleştirilerdir.

Anderson, evvela milliyetçiliğin bir ideoloji olarak değil de akrabalık ve dinî birlikteliklerle beraber düşünülmesi ve milliyetçiliğin temelini oluşturan kavramların doğru anlaşılması gerektiğini düşünür. Dolayısıyla temelde ele aldığı ‘ulus’ kavramını da şu şekilde tanımlar: Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur; bünyesi gereği hem sınırlı hem de egemen olarak hayal edilmiştir.1 Bu tanım Anderson’un kalkış noktasının millet ve milliyetçiliğin sonradan üretilmiş bir yapım türü olduğuna işaret eder. Bu yapımların sağlıklı tahlil edilmesini de ne zaman ve nasıl doğduklarının zaman içerisinde uğradıkları değişikliklerle birlikte ele alınmasına bağlar.

Anderson’un yapmış olduğu tanımdan hareketle ulus, sınırlı olarak tahayyül edilir; hiçbir ulusun bütün insanlığı tek bir çatı altında toplama niyeti bulunmamaktadır. Esnek de olsa bir ulus, başka bir ulusun sınırlarının başladığı noktada kendisine sınır koymak durumundadır. Ayrıca ulus, meşruiyetini tanrıdan alan hanedanlıkların yıkıldığı bir dönemde kurulmuş olduğundan egemendir. Egemenliğin getirmiş olduğu özgürlük de ulus devletle koruma altına alınmıştır. Son olarak da reel yaşantıdaki olumsuzlukları görmezden gelen, derin ve müspet bağlarla örülü bir cemaat olarak hayal edilmiştir. Bu tahayyül tarzından hareketle ulus/millet uğruna insanların canlarını feda etmesi beklenir, nitekim milliyetçilik de bunu başarmıştır. Anderson, bu anlayışın zeminini kültürel köklerde arar.

Milliyetçilik seküler ideolojilerden farklı olarak ilahi olana benzer bir mukadderat ve süreklilik anlayışı ortaya koymuştur. Anderson’un milliyetçiliğin dinsel tahayyüllerle bağlantılı olarak düşünülmesi gerektiğine yaptığı atıf bu noktada anlamlıdır. Ulus kavramının, insanlık tarihi açısından son derece ‘yeni’ olmasına rağmen, ‘kadim’ ve ‘sınırsız’ başka bir deyişle ezelî ve ebedî tahayyül edilmesi, sanki milliyetçiliğin verili bir anlayışmışçasına kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu noktada Anderson, geçmişte insanların da bugünkü gibi verili olarak düşündükleri kültürel sistemler üzerinde durulması gerektiğini düşünür. Bunlar: Dinsel cemaat ve hanedanlık mülküdür.

Dinî tasavvurun ortaya koyduğu toplumsal yapıda, merkezî ve hiyerarşik bir kavrayışın hâkim olduğunu öne süren Anderson; bu tasavvurun yitirilmesini de iki ana nedene bağlar. Bunlardan ilki denizaşırı keşiflerin yapılması ve bu keşiflerin insanların ufkunu genişletmesidir. Bu şekilde diğer toplumların farkına varılmıştır. İkinci olaraksa kutsal olan -kilise tarafından kullanılan- Latincenin hâkimiyetini yayıncılık faaliyetleri ile yavaş yavaş yerel dillere kaptırmasıdır. Kültürel sistemlerden ikincisi olan hanedanlık mülkü ise meşruiyetini kutsal/ilahi olandan alan bir yapıdır. Bu yapının modern ulus devletteki gibi ülkenin her santimetresine eşit bir egemenlik tesis ettiğinden söz edilemez. Devletin merkez teşkilatından hareketle tanımlanmış olduğu eski yönetim anlayışında sınırlar geçirgen ve belirsizdir. Ayrıca bu sınırların belirlenmesinde sadece savaşlar değil aynı zamanda hanedanlar arasında yapılan evlilikler de belirleyici olmaktadır. Bu evliliklerin de hanedanın meşruiyetini artırdığından, bir statü göstergesi olduğundan söz edilebilir.

Sadece bu iki kurumun gerilemesi ile milliyetçilik anlayışının tahkim edildiğini söylemek eksiklik olur. Anderson aynı zamanda değişen bir zaman tasavvurundan söz etmektedir. Bu anlayışa göre tarihin sonsuz bir neden-sonuç zinciri olması ve geçmiş şimdi-gelecek gibi kompartımanlara/dönemlere bölünebilmesi Orta Çağ Hristiyan zihinlerine yabancı bir anlayıştır. Anderson; Auerbach ve Walter Benjamin’den alıntılayarak eşzamanlılık şeklinde isimlendirdiği bu tasavvuru; geçmişle geleceğin eşzamanlı olarak içinde bulunduğu anlık bir şimdi olarak ifade etmektedir.2 Bu tasavvurun yerini, yine Benjamin’den alıntıladığı “homojen, içi boş zaman” fikrinin aldığını söyler. Bu anlayış şeklinde zaman, takvim ve saatle ölçülebilir bir hal almış, geçmiş-şimdi-gelecek gibi tarihsel ayrımlar yapılabilir hale gelmiştir. Bu ayrımların yapılması tarihe müdahale edilebilir bir mahiyet kazandırmış ve bu ayrımlar sayesinde geçmişte var olmuş, şimdi var olan ve gelecekte de var olacak bir toplum hayal edilebilmiştir.

Pekâlâ, bu zamansal tasavvur değişimine neden olan araçlar nelerdir? Anderson bunun müsebbibi olarak roman ve gazeteyi görür. Hayal edilen toplumların birbiri ile hiç ilişkisi olmayan insanları dahi bağlantılı olarak düşünmesi; romanda kurgusal olarak yer almaktadır. Birbirlerinin farkında dahi olmayan insanların yaşamış olduğu farklı hayatlar, romanda okuyucunun gözleri önüne serilir. Bu kurgusallık okuyucuya kendisi bilmese de insanların sürekli olarak devam eden bir yaşantıları olduğu bilincini aşılar. Ayrıca romanın farklı yaşantıları aynı zaman içerisinde okurlara gösterebilmesi, okura ‘tanrısal bir bakış açısı’ kazandırır. Bu bakış açısı önceki yazım türlerinde -vakayi name, efsane, kutsal kitaplar vs.- olmayan yeni bir durumdur. Bir diğer araç olan gazete ise günlük olarak tüketilmesi lazım gelen bir yayındır. Bu noktada gazete okuru, kendisinin de içinde bulunduğu binlerce kişinin, o gazeteyi aldığını, aynı şeyleri okuduğunu ve bu eylemine yarın da devam edeceğini bilir. Farklı ortamlarda aynı gazetenin okunduğunu görmesi, okura; gerçek hayatta da hayali topluluğuyla birlikte yapmış olduğu bir faaliyet/ibadet olduğunu tasdik ettirir. Böylece kurgu, gerçekliğe sessizce sızar; böylelikle de modern ulusların ayırt edici özelliği olan topluluğun anonimliğine duyduğu güveni yaratır.3 Ayrıca gazetede yer alan birbirinden farklı olayları birbirine bağlayan tek unsur gazetenin tarihidir. Bu tarih, zamanın akmakta olduğunun, insanların da bu zaman içerisinde eylemliliklerine devam ettiğinin bir göstergesidir.

Anderson, değişimde etkili olan roman ve gazetenin arkasında ise kapitalist yayıncılık faaliyetlerini görür. Kapitalist yayıncılık, Latince basılan eserlerin doygunluk noktasına ulaşmasının ardından kendisine yerel dilleri hedef belirlemiş, bu alanda eserler basmaya başlamıştır. Bu durum yerel dillerin gelişimine katkı sağlamış ve yerel dillere sabitlik/ kadimlik atfetmiştir. Bu sabitlik yerel dillerin sadece konuşma dili olarak kalmayıp yazı dilinde de kullanılmasıyla doğrudan alakalıdır. Eskiden yazı dili sadece Latince -kutsal diller- ile sınırlı iken artık yerel dillerde de bir kitaplık oluşturulabilmiştir. Anderson, bu gelişmelerin hayali toplulukların sınırlarını belirginleştirdiğini düşünür.

Anderson, genel ilkeleri ile aktarmaya çalıştığımız bu tespitleri ile sınırlı kalmaz ve dünyada belirli bölgelerde yaşanan milliyetçilik örneklerinin bizatihi incelenmesi gerektiğini düşünür. Bu noktada incelemeye Amerikan devletlerinden başlar. Avrupa’nın sömürgeleştirme çabaları sonucunda tahakkümü altına aldığı topraklara yerleşenler de aslında Avrupa’dan göç etmiş insanlardır. Avrupa’daki insanlarla aynı kültürel köklere sahip bu insanların milliyetçilik bahsinde ayrışmaları ne dilsel ne de ırksal bir ayrılıştır. Anderson buradaki milliyetçiliğin temellerinin criollolar4 tarafından atıldığını düşünmektedir. Sömürge devleti tarafından görevlendirilen criollo memurlar, birbirleri arasında görev değişimine tabi olur, görevlerinde ise ancak sömürgenin merkez şehrine kadar yükselebilirler. Bu görevleri aynı zamanda geçici görevlerdir. Bu durum onların birbiri yerine geçebilen standart kişiler olduğu, dolayısıyla da birbirleriyle eşit insanlar oldukları anlayışını doğurur. Zaman içerisinde ‘kader ortaklarının’ farkına varan criollo memurlar, ortaya çıkacak olan hayali toplulukları için ayrışmaya zemin hazırlarlar. Bu farkındalıkta ‘idari hac’ şeklinde kavramsallaştırılan görev için yapılan yolculukların da önemi büyüktür. Ayrıca Anderson, bu ayrışmanın pekişmesinde kapitalist yayıncılığın da etkisi olduğunu aktarmaktadır.

Anderson’u daha önceki milliyetçilik eleştirilerinden farklı kılan anlayış burada yatmaktadır. Anderson, milliyetçiliğin köklerinin Amerikan sömürge devletlerinden neşet ettiğini iddia eder. Dolayısıyla Avrupa merkezli ve Avrupa taklitçi bir milliyetçilik tarihi değil, daha ziyade Latin Amerika temelli bir milliyetçilik anlayışı ortaya koyar. Criollo öncüllerin ortaya koyduğu görünür modellerden yararlanıldığını (görünür modellerin ne olduğunu tam belirlemese de) bundan sonraki süreçte ulusun bilinçli tercihlerin ürünü olarak taklit edilebilir bir hal aldığını aktarır.

Tahlillerine Avrupa’dan devam eden Anderson, Avrupa’da yaşanan değişimi de iki temel nedene bağlar. Kısmen aktardığımız bu nedenlerden ilki coğrafi keşifler, ikincisi ise dilde meydana gelen değişimdir. Coğrafi keşifler sayesinde toplumlar arasında seçilmiş ve biricik olan Avrupa anlayışının yerini, zamanla farklı toplumların da olduğu ve Avrupa’nın seçilmiş olarak düşünülmesini de gerektirmeyecek bir farkındalık hali alır. Bu durum dil üzerindeki değişime de tesir etmiştir. Keşfedilen bölgelerdeki dillerin karşılaştırmalı olarak ele alınması filoloji bilimini ortaya çıkarır. Latincenin tahtının sarsıldığı bu dönemde gelişen yerel diller arası irtibatlar ve çeviri faaliyetleri çift dilli sözlüklerin ortaya çıkmasına neden olur. Çift dilli sözlüklerse diller arasında doğan eşitliği temsil etmektedir. Bu durum toplumların siyasi üstünlüklerinden bağımsız olarak dillerin eşit olduğu farkındalığıyla milletlerin de eşit olabileceği anlayışına zemin hazırlamıştır.

Yaşanan gelişmeler mevcut monarşik yönetimler için büyük bir tehlike arz eder. XIX. yüzyılda beliren ve Anderson’un artık ‘korsanlanabilir bir hal’ aldığını söylediği ulus temelli devlet fikrine karşı mevcut yönetimler de kayıtsız kalmamıştır. Başka bir ifade ile şekillenen yeni tasavvur içerisinde kendilerine de bir alan açmaya, bu tasavvura eklemlenmeye çalışırlar. Anderson’un Seton Watson’dan alıntısıyla ‘resmî milliyetçilik’ şeklinde kavramsallaştırdığı bu durum, temelde ulusla hanedanlık imparatorluğunun iradi olarak kaynaştırılmasını hedeflemektedir.5 Dolayısıyla bu çabanın milliyetçilik karşısında meşruiyetini yitiren, marjinalleşen iktidar grupları tarafından ortaya konan bir tepki olduğunun da belirtilmesi gerekir. Mevcut iktidarların, değişimin farkında oldukları ancak bu değişimi daha muhafazakâr politikalarla gerçekleştirmek istedikleri ortadadır. Fakat bu çabaların da temelde milliyetçiliğin tahakkümünü artırmaya neden olduğu görülmelidir.

Anderson, resmî milliyetçiliğin sadece Avrupa’ya has bir yaklaşım olmadığını ifade eder. Son olarak incelemiş olduğu Asya ve Afrika’daki milliyetçilik anlayışlarını da bu noktadan hareketle açıklamaktadır. Bu bölgelerin büyük bir kısmının Avrupalı devletlerin sömürüsü altında olması Avrupa’da yaşanan gelişmelerin sömürgelerde de etki yaratmasına neden olmuştur. Burada kavramsallaştırdığı ifade ise kopyalamadır. Bu kopyalama faaliyeti daha çok sömürgelerdeki genç nesiller tarafından yapılmıştır. Bunun nedeni sömürge toplumundaki gençlerin Avrupa tarzı bir eğitimden geçirilmiş olması ve her birinin hem yerel dillerini hem de en az bir Avrupa dilini biliyor olmasıdır. Anderson eğitim için gerçekleştirdikleri yolculuklar sırasında bu insanlarda da criollolar benzeri ‘kader ortaklığı’ farkındalığının oluştuğunu söyler. Bu durum hayali cemaati somutlaştırmış dolayısıyla milliyetçiliğin uyarlanmasını mümkün kılmış; özgün milliyetçilik anlayışları ortaya çıkmıştır. Bu örneklikler milliyetçilik anlayışının oluşmasında eğitimin başat aktör, milliyetçiliğin de aslında öğretilmiş/ öğrenilmiş olduğunun göstergesidir.

Zaman içerisinde ortaya çıkan teknolojik gelişmeler ise milliyetçilik formunun aktarılmasında kolaylık sağlamıştır. Anderson’un sürekli atıfta bulunduğu kapitalist yayıncılık faaliyetinin artık insanlara ulaşması için sadece yazılı metinleri kullanmasına gerek yoktur. Sesli iletişim araçları bilhassa sömürgelerde yaşayan, okuma yazma bilmeyen insanların da milliyetçi bir tasavvura sahip olmasını kolaylaştırmıştır. Anderson, bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan üç kurumsallaşmanın daha üzerinde durur: nüfus sayımı, harita ve müze.

Modern anlamda ilk olarak sömürge devletlerinde ortaya çıkan nüfus sayımları, insanların belirli kategorilere göre ayrılmasını hedeflemektedir. Nüfus sayımları sistematikleştirildikçe ırk temelli bir hal alır. Zaman içerisinde oluşan milliyetçi tasavvurun bu noktadaki asıl yeniliği sınıflandırmaların ırk temelli kurulması değil, insanları sayılabilir bir varlığa dönüştürerek nicelleştirmesidir. Bu noktada sayımların ‘yeni’ bir uygulama olmadığından bahsedilebilir belki ancak önceki dönemlerde yapılan sayımların amaçları belirlidir. Sayım, vergi ve askerlik takibi amacıyla sadece erkeklerin tespitine dayanırdı. Ancak milliyetçi tasavvurla birlikte nüfus sayımı, hayali toplumun sınırlarını belirler bir araç şekline gelmiştir. Sınırları çizilen hayali cemaatin fertlerinin değil, yekûnunun önemi ortaya çıkmıştır. İkinci kurum olan haritalardaki farklılaşma da benzer niteliktedir. Haritalar temelde askerî harekâtlarda kullanılmak üzere alan bilgisine sahip olabilmek amacıyla kullanılan araçlardır. Fakat zaman içerisinde milliyetçi tasavvurun etkisiyle sahip olunan ‘ülke’nin sınırlarının tam olarak belirlenmişliğinin, her bir noktasında egemenliğin tesis edilmişliğinin bir ifadesine dönüşür. Logo-harita popüler hayal gücüne derinlemesine nüfuz eder ve sömürgecilik karşıtı milliyetçi hareketlerin doğuşunda güçlü bir amblem -örnek olarak Misak-ı Milli hatırlanabilir- hizmeti görür.6 Son tahlilde ele alınan müze anlayışı da ortaya çıkan milletlerin ‘kadimlik’ iddialarının bir sonucu niteliğindedir. Ulus devletlerin kurulması ve akabinde gelişen kadimlik yarışması, ulusları arkeolojik arayışlara itmiştir. Bu arayışlar hayal edilen cemaatlerin, köklerini oluşturma çabalarıdır. -Anderson, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan Sümerbank ve Etibank’ı örnek olarak göstermiş, Türk milletini kuran kişilerin köklerini Sümerlere ya da Etilere dayandırdıkları iddiasını gülünç olarak tarif etmiştir.-7 Anderson, bu süreçte tarihî eserlerin de restorasyonuna önemli ödenekler ayrıldığını, bu eserlere milli logolarda yer verildiğini aktarır.

Pekâlâ, tüm bu aktarılanların kabullenilmesi nasıl olmuştur? Anderson, bu noktada toplumsal bir hafıza kaybının yaşanmasından, bir unutmanın gerçekleşmesi gerektiğinden bahseder. Hafıza kaybının gerçekleşmesinin yolu da tarihte, daha doğrusu belirli bazı tarzlarda kurgulanan tarihte bulunur.8 Bu şekilde tarih, uzun bir süredir aşılamayan bir uyku hali olarak açıklanır. Uykuda olmak milliyetçi tasavvur için son derece elverişli bir kavramsallaştırmadır. Çünkü uyku öncesi, aslın olduğuna bunun yeniden farkına varıldığına, bir başka deyişle öze dönüldüğüne işaret etmektedir. Bu kadimlik anlayışı için de uygun bir tabir olur.

Tezlere Karşı Eleştiriler9

Anderson’un kültürel köklere yapmış olduğu atıfları fazla abartılı bulan Breuilly, kültürel yapının milliyetçiliğin belirlenmesinde etkili olduğunu ancak siyasi yapı ile her zaman tam olarak örtüşmediğini aktarır. O, milliyetçiliği anlarken ulus devletle olan ilişkilerinin daha detaylı incelenmesinden yanadır. Balakrishnan ise Anderson’un insanların ulusları uğruna canlarını feda etmesini tam açıklayamadığını söyler. Bunun nedeninin Anderson’un savaşların milli bilince olan etkisini göz ardı etmesidir.

En sık yapılan eleştiriler milliyetçiliğin Latin Amerika kökenli olduğu tespitine yöneliktir. Bu tespit insanları etkilese de birçoğu tarafından eleştirilmiş, asıl merkezin Avrupa olduğu aktarılmıştır. Bir başka eleştiri resmî milliyetçilik açıklamasının gerçekleri tam olarak yansıtmaması yönünde yapılmıştır. Yine Breuilly, resmî milliyetçilik anlayışı ve uygulamasının tüm sömürgelere hamledilemeyeceğini, en azından İngiltere-Hindistan örneğinde böyle bir şey yaşanmadığını ileri sürmektedir.

Chatterjee ise Afrika ve Asya’da gerçekleştirilen milliyetçilik anlayışlarının bir kopyalama olduğu tezine katılmaz. Bu milli hatların bizatihi Batı’dan beri/ayrı olmaya çalışan, onlarla mücadele eden insanlar tarafından mücadele öncesinde belirlendiğini iddia eder. Ona göre bu halklar maddi ve teknolojik açıdan Batı’yı taklit etmeye çalışmışlar ancak manevi anlamda kendilerini beri tutmaya özen göstermişlerdir. Bu anlayış, onları, Batılı olmayan modern ve milli bir kültür oluşturmaya itmiştir.

En önemli eleştiriler Kellas, Greenfeld ve Smith tarafından Anderson’un “Milliyetçilik, dinin önemini yitirdiği bir dönemde orta çıkmıştır.” tezine karşı yapılır. Bu isimler eleştirilerinde bizatihi bazı durumlarda din ile milliyetçiliğin el ele verdiğini aktarırlar. Smith, bunun nedenini, milliyetçiliğin mite duyduğu ihtiyaca dayandırarak açıklar. Bu eleştirinin bizim zaviyemizden de haklı yönlerinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Anderson ilk olarak yapmış olduğu tespitle milliyetçiliğin dinî birlikteliklerle beraber düşünülmesini gerektiğini vurgulamıştır. Ancak sonrasındaki açıklamasıyla dinin gerilemesi ile milliyetçiliğin ortaya çıktığını iddia eder. Bu iddiasını ise kutsal olan dilin gerilemesi ve coğrafi keşiflerle açıklamaktadır. Bu açıklamalar sanki sürecin doğal olarak geliştiğini, dinin hayat sahnesinden çekilmesi ile milliyetçiliğin ortaya çıktığını anlatır niteliktedir. Fakat din ile milliyetçilik arasında böyle bir ilişki kurulmamıştır. Hayatı belirleyen temel aktörün ortadan kaldırılması, yerine ise milliyetçiliğin ikame edilmesi kapitalist yayıncılık faaliyetleri ve kutsal dilin gerilemesiyle izah edilemez. Bu sürecin failinin sadece kapitalist yayıncılık faaliyeti gibi algılanması eksiklik doğurur. Din ile milliyetçilik arasındaki çatışma, hayatı tanzim edeni belirleme uğruna gerçekleşen bir çatışmadır. Aktarılan tezlerde görüleceği gibi zamandan haritaya nüfus sayımından müzelere kadar sirayet eden bir olgudan bahsedilmektedir. Kurulan bu tahakkümün ve yeniden inşa sürecinin de elbette ulus devletle birlikte incelenmesi gerekir. Modern ulus devlet doğumdan ölüme kadar insan hayatını şekillendirmekte olan bir torna tezgâhı gibidir. Bu tezgâhtan geçmek kişiyi hayali cemaate üye yani vatandaş yapar.

Hülâsa aktarılmaya çalışılan tezler ve bu tezlere getirilen eleştiriler aslında milliyetçiliğin basit ve atlanabilecek bir mesele olmadığının göstergesidir. Milliyetçilik mevzuu üzerinde düşünülmesi gereken, itikadi sorunlara yol açabilecek bir mahiyete sahiptir. Bu noktada Müslümanların inançları ile temelde çelişen bu konuda tavizkâr olması beklenemez. Kimliğimizle taban tabana çelişen, toplumu ifsat eden bu anlayışa karşı tavrımız net olmalıdır.

Dipnotlar:

1- Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yayınları, 2020, s.24

2- Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, Doğubatı Yayınları, 2009, s. 184.

3- Benedict Anderson, age, s.55

4- Aslen Avrupa kökenli olup Avrupa dışında doğan insanlar.

5- Benedict Anderson, age, s. 109.

6- Benedict Anderson, age, s. 201

7- Benedict Anderson, age, s. 29

8- Benedict Anderson, age, s. 223

9- Eleştiriler noktasında Umut Özkırımlı’nın Milliyetçilik Kuramları kitabının ‘Benedict Anderson ve Hayali Cemaatler’ bölümünden yararlanılmıştır.