Militarist Kuşatma Türkiye’yi Boğuyor!

Haksöz

Türkiye'de hem resmi ideolojinin, hem de hakim siyasi kültürün en başat özelliği militarist zihniyetin belirleyiciliğidir. En temel iktidar odağı olan asker-sivil bürokrasinin işleyişine açık biçimde yansıyan bu olgu sadece bürokratik elitle sınırlı kalmayıp, gerek sermaye kesimi gerekse de kültürel elitler eliyle sürekli tazelenmekte ve yaşatılmaktadır. Bu yüzdendir ki, iş çevrelerinden üniversitelere, medyadan "sivil" toplum kuruluşlarına kadar oldukça geniş bir alanı kuşatan militarist mantık ve pratikler ciddi, sürekli ve ilkeli muhalefetle karşılaşmamakta; bilakis farklı biçimler ve gerekçelerle benimsenip, içselleştirilmektedir.

Bu olguyu çok farklı alanlarda ama sıklıkla görmek mümkün. Bazen bir üniversitenin açılış töreninde konuşma yapan rektörün sesinin tınısının askeri marş formunu andırdığını hissederiz. Bazen bir televizyon dizisinin senaryosunda hiç de gereği yokken birden bire yönetmenin azizliği ile karşılaşır ve film kahramanının ağzından askervari bir nutuk dinlemek zorunda kalırız. Ya da okuduğunuz bir köşe yazısında yedek subaylık görevini on yıllar önce yapmış ve çoktan teskere almış olması gerektiğini sandığınız bir yazarın bir türlü terhis olmaya yanaşmadığını fark edersiniz. Kimi zaman toplumda işadamı kimliğiyle tanınan bir sermayedarın ekonomik istikrarın korunması adına siyasilerin halkın taleplerini görmezden gelmesi gerektiğine ve her türlü gerginlik senaryolarının siyasi kadroların basiretsizliğinden kaynaklandığına hatta askeri müdahalelerin sorumlusunun da siyasiler olduğuna dair derinlikli değerlendirmelerini dehşetle izleyebilirsiniz.  

Bu tablo açık bir akıl tutulmasıdır ve bu ülke bunu sıklıkla yaşıyor. Her ne kadar birileri ısrarla iyimserlik atmosferini yaygınlaştırma halet-i ruhiyesiyle davransa da sonuç ortada. Gelişme, ilerleme, demokratikleşme, kurumların oturmuşluğu, siyasi kültürün olgunlaşması ve benzeri pek çok iddianın aksine militarizm direniyor. Ve militarizm bütün bir Türkiye'yi boğuyor.

Kışla Merkezli Siyasetin Temel Enstrümanı: Darbe Sopası!

Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmasına paralel biçimde siyasi arenada gelgitler yaşanıyor. AB entegrasyonu çerçevesinde bir süredir kısmen geri çekilmiş görünen militarist yapı yeniden öne çıkartılmaya çalışılıyor. Son dönemlerde yaşanan birtakım gelişmeler, Org. Yaşar Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturması ile birlikte militarist yapının daha da keskinleşeceği beklentilerini doğrular nitelikte bir görüntü sunmakta. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ'un 25 Eylül tarihinde yaptığı açıklamalar da bu çerçeveye oturmakta.

Org. Başbuğ, Kara Harp Okulu'nun açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmada doğrudan doğruya siyasi içerikli mesajlar vermiş, belli çevrelere tehditler yöneltmiş ve resmi ideolojik tezler doğrultusunda ordunun mütehakkim pozisyonuna vurgu yapmıştır. Konuşmanın içeriğinde yer alan çelişkiler, yanlışlar hiç tartışılmaksızın şu husus net biçimde ortaya konulmalı: Belinde silah taşıyan bürokratların ülke yönetimine ve siyasete bu derece bulaştıkları bir yapıdan halk iradesine saygı beklenemez! Bu oligarşik yapı asla demokratikleşemez!

Diğer üst düzey zevatın da çeşitli vesilelerle dile getirdikleri bir iddia, bir tez Org. Başbuğ'un konuşmasında da tekrarlanmakta: Türk ordusu rejimin niteliğine ve ülkenin temel yapısına yönelik tehditlere karşı sessiz, tepkisiz kalamaz, anayasal sisteme yönelik tartışmalarda Türk ordusu taraftır!

Basit bir akıl yürütmeye dayandırılan bu yaklaşım temelde bir açmaz, bir paradokstur. Öncelikle şu sorulmalıdır: Rejimin niteliğine yönelik tehdit olgusunu belirleme yetkisi kime aittir? Ve bu tespit hangi kriterlere göre temellendirilecektir? Eğer bu tespiti ordunun kendisi yapacaksa bu tespitin doğru olmadığını söyleyebilecek ve ordunun harekete geçmesini engelleyebilecek bir güç veya kurum var mıdır? Nitekim 60 yıllık çok partili sistemde bu tespiti kendisi yapıp, durumdan vazife çıkaran ordu tam dört kez sisteme doğrudan müdahalede bulunmuş ve sayısız kerelerse dolaylı yönlendirmeler gerçekleştirmiştir.

Yukarıdan Aşağıya Müdahale Alışkanlığı

En üst rütbeli komutanların halkın siyasi tercihlerini ve eğilimlerini tehdit kabul edip, "irtica"ya karşı gözdağı mesajları verdikleri bir ülkede bu oligarşik yapının alt düzeylerinde yer alan sorumluların da durumdan vazife çıkarma mantığıyla hareket etmeleri şaşırtıcı olmamaktadır. Örneğin jandarma sorumluluk bölgesinde sıkça yaşanan Kur'an kursu baskınları bu durumun bir göstergesidir. Yine geçtiğimiz ayın son haftasında ülkenin bir başka yöresinde ordu mensuplarının halkın seçtiği belediyeye karşı organize ettikleri siyasi gösteri de bu tarz kuralsızlıklara taze bir örnektir.

Hakkari Dağ ve Komando Tugayı Komutanı'nın tugaya mensup subay ve askerleri sivil kıyafetlerle şehir merkezine gönderip çöp toplatmasını medyada lanse edildiği gibi "askerin çevre duyarlılığı"nın bir tezahürü olarak anlamlandırmak için bu ülkeyi hiç tanımamış olmak gerekir. Yapılan şey çöp toplama adı altında siyasi gösteridir. "Belediye bölücülük yapma, işini yap!" pankartı söz konusu eylemin temizlik kaygısından öte niyetlerle gerçekleştirildiğini açığa vurmaktadır. Ne ilginçtir ki, halkın seçtiği bir belediye başkanı, siyasi faaliyetin dışında kalması gereken bir kurum mensuplarınca "bölücülük"le suçlanabilmektedir. Açıktır ki, bu tutum Türkiye'de militarist yapının kural tanımazlığının bir göstergesidir. 

Vicdani Retçilerin Bile Hapisten Kurtulamadıkları Askeri Mahkeme Çete Sanıklarına Ne Kadar da İnsaflı!

Öte yandan ordunun hiyerarşik bir tarzda siyasi faaliyetleri yönlendirme çabalarının arttığı bir dönemde paralel gelişmeler de yaşanmaktadır. Haziran ayında bir polis operasyonuyla yakalanan ve haklarında çete kurmak ve içlerinde Başbakan ve danışmanı Cüneyd Zapsu'nun da bulunduğu bazı siyasilere suikast planlamakla itham edilen ve beraberlerinde bir sürü bomba ve askeri teçhizat ele geçirilen Atabeyler adlı çete mensubu askerlerin tutukluluk halleri 22 Eylül tarihinde sona ermiştir. Biri yüzbaşı, ikisi astsubay 3 çete sanığı önce 12 yıl ağır hapis cezası ile yargılandıkları ve DGM tabelasının sökülmesinin ardından ihdas edilen Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince tahliye edilmişlerdir. Ardından Genelkurmay Askeri Mahkemesi de tutukluluk halleri henüz 4 ayı bile bulmayan Yüzbaşı Murat Eren ve astsubaylar Yasin Yaman ve Erkut Taş'ın tutuksuz yargılanmalarına karar vermiş ve tümünü tahliye etmiştir.

Ortada bunca ağır suç isnadı mevcutken verilen bu kararlar dikkat çekici değil midir? Acaba, komutanların bu derece siyasi mesajlar verdikleri, doğrudan siyasi yapıları, kişileri hedef aldıkları bir ülkede Genelkurmay Askeri Mahkemesi alt düzey askerlerin de "siyaset" yapmalarını olağan bir durum olarak değerlendirmiş olabilir mi?! Zaten, vatan kurtarma adına birilerinin tank yürütmesini mübah görenlerin, aynı kaygıyla bomba stoklayan çete sanıklarını suçlamaları çelişki olmaz mıydı! Hiç tartışmasız Atabeyler çetesi sanıkları hakkında verilen bu karar ülke genelinde yürütülmekte olan militarist kültür ve işleyişten ayrıştırılamaz. En kötüsü de bu kararın -ve benzeri tutumların- mevcut cuntaları rahatlatacak ve yenilerinin teşekkülünü de teşvik edecek olmasıdır.

Bu süreç tehlikeli, karanlık ve sonu az çok belli bir süreçtir. Başta siyasiler olmak üzere herkes sorumluluğunu yerine getirmeli ve siyasi yapıyı tepetakla etmeye yönelik sistemli çabalara engel olmalıdır. Başta Meclis ve siyasi partiler olmak üzere tüm kurumlar ve çevreler militarist tahakkümün artan ağırlığına karşı tavır almalıdır. En başta da halk kitleleri yeni 12 Eylüller, yeni 28 Şubatlar istemediklerini haykırmalıdır.

Askeri darbe olgusunun geniş kitlelerde, bu ülkenin coğrafyasına kazınmış bir fay kırığı gibi adeta kaçınılmaz bir kader şeklinde algılanması darbeci eğilimleri yüreklendirmektedir. Bu edilgen, aciz yaklaşımı ve kötümser ruh halini terk ederek işe başlamak hepimize çok şey kazandıracaktır. En önemlisi de zorbalığın meşruiyet temelini sarsmak gibi değerli bir tutumu örneklemek, teşvik etmek sorumluluğumuzu yerine getirmiş olacağız.