Mahmud Abbas “Kırmızıçizgileri” Çiğneyemez

Ahmet Ağırakça

Siyonistlerin 1897 yılında İsviçre'nin Basel şehrinde Siyonizm programı çerçevesinde gerçekleştirdikleri kongre sonunda alınan kararlar ve bu kararlara büyük devletlerin verdiği destekle Osmanlı Devleti yönetimine karşı bir tavır alma ve Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurma ile ilgili hedeflerini elli yıl içinde tahakkuk ettirmeyi tasarlamışlardı. Bunun üzerinden yirmi yıl geçmemişken İttihad ve Terakki İktidarı'nın oyunlarıyla Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na sokularak yıkılması programı 2 Kasım 1917 Balfour Bildirisi'yle Siyonist emellere yaklaşma imkânını biraz daha hızlandırmıştı. İngilizlerin Theodor Herzl'e verdikleri söz gereği Basel programı üzerinden elli yıl geçmeden 29 Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler'den bir karar çıkartıldı. Bu karar gereğince Filistin toprakları üzerinde bir Arap bir de Yahudi devleti olmak üzere iki ayrı devletin kurulmasını kararlaştırdı. Bu karara göre Kudüs'e uluslararası bir statü verilecekti. Bu kararın Yahudileri ilgilendiren kısmı 57 yıl öncesinden beri uygulanmaktadır ama Filistinlileri ilgilendiren kısmı ise hala muallâkta unutulmuş bir vaziyette duruyor. Karar Kudüs'ü Yahudilerle Müslümanlar arasında ikiye bölüyor ve bu iki kitleyi ekonomik olarak birleştiriyordu. Görünüşte Kudüs ve çevresine uluslararası özel statü vermenin gayesi buralardaki kutsal yerlerin korunması ve dini okulların kurulması ve isteyenlerce serbestçe dolaşılmasına imkân sağlanması gibi tasarılardı. Asıl hedef ise buralarda Yahudilerin etkinliklerinin ve hâkimiyetlerinin güçlendirilmesi için gerekli zeminin hazırlanmasıydı. Bir müddet sonra meydana gelen gelişmeler bu sinsi amacın gerçek yüzünü ortaya çıkardı.

1920'li yıllardan beri süren fiili çatışmalar bu iki halk arasında hala devam ediyor. Bu Mücadelede özellikle ABD ve İngiltere'nin uluslararası desteğini arkalarına alan Yahudiler emellerine neredeyse nihai olarak kavuşmuşken Filistinliler hâlâ 100 yıldan beri kamplarda, çadırlarda, sürgünde ve hapishanelerde hayatlarını geçirmektedirler.

İzzettin el-Kassam'dan sonra Filistin liderliği Filistinlilerin arzusu hilafına birilerinin kontrol ve inisiyatifinde tutulmaktadır. Yasir Arafat neredeyse elli yıla yakın bir zaman bu liderlik koltuğuna oturdu. Ancak bu uzun mücadele sürecinde kendi iradesi sonucu elde ettiği ciddi kazanımları düşünmeye çalışırsak "elde ne gibi kazanımlar kaldı?" diye bir sorunun cevabı zor verilebilir.  Arafat'ın son dönemlerindeki İslamî gelişmelerden dolayı tavırlarında meydana gelen değişiklikleri takdir etmek gerektiği hususuna sonra gelmek kaydıyla Yasir Arafat ve arkadaşlarının mücadele seyirleri ve çizgisine bir bakmak gerekecektir.

Genelde bütün Batının özelde İngilizlerin politikası gereği İslam dünyasını parçalamak ve ümmetin oluşmasını sağlayan unsurları yok etmek amacıyla Osmanlı Devleti'nin toprakları üzerinde milliyetçilik hareketlerinin yayılması programı en iyi uygulanan programlardandı. Önce Balkanlar milliyetçi hareketlerle Osmanlılardan koparıldı. Ardından da bu ümmeti oluşturan iki büyük unsur olan Araplarla Türkleri birbirinden ayırma ve hatta karşı karşıya getirme programları idi. Eğer Osmanlılarla Araplar birbirinden kopar da Filistin İstanbul'un egemenlik alanından çıkarsa Yahudi devletinin kurulması daha kolay olacaktı. Bu oyunun bir parçası olarak Şerif Hüseyin ve yandaşlarının İngilizlerin elinde bir oyuncak haline gelmelerinin bir sonucu da Filistin davasının bu hallere düşmesine yol açmıştır.

Filistinliler de bu problemi çözmenin yolu nereden geçer sorusuna uzun yıllar cevap ararken birilerinin kendilerini oyaladığının ve Filistin sorununu sürüncemede bırakıp olayların hep Yahudilerin lehine gelişmesini sağladığının farkına vardıklarında çok büyük gelişmeler olmuştu. Yıllardır Filistin davasını hangi ideolojik tavırla çözmek gerektiğine dair karar veremeyen/verdirilmeyen Filistinliler ve hatta bütün Araplar milliyetçilik kulvarında mesafe alamayan ve sürekli dolap döndüren varlık gibi dönüp durdular.

Atlas Okyanusu'ndan Basra Körfezi'ne kadar uzanan muazzam coğrafya üzerinde Siyonist ve emperyalistlerden arınmış ve kurtarılmış bir Arap vatanının oluşmasını hedef alan bu milliyetçi duygu ile tek bir devlet haline gelmeyi hedefleyip durdular. 1954 yılından bu yana bu hedeflerle oyalananlar bu hedeflerin gerçekçi olmadığını anlayacak bir düşünceden mahrum kalmışlardı. Atlas Okyanusu'ndan "Basra Körfezi"ne ve "Adriyatik Denizi'nden Çin Seddi'ne kadar" sözleri birer politik laf olmaktan öte bir gerçeği yansıtmadı. Cemal Abdunnasır'ın Birleşik Arap Devleti hülyası Yasir Arafat'ta "Milli Bir Filistin Devleti" duygusunu uzun müddet besleyip durdu. Suriye ve Mısır'daki bu milli duygularla yoğrulmaya çalışılan politikalar Filistinlilerin de bu dava Arap milliyetçiliğiyle çözülecektir anlayışının uzun yıllar taşınmasına yol açıp Filistinlileri oyaladı ve Filistin davasını süründürüp durdu.

Milliyetçi Arap hareketi öncelikle Filistin'de İsrail'den intikam almak ve Filistin topraklarını yeniden ele geçirmek düşüncesiyle yoğruldu ve buradan ortaya çıktı. Sonra üç temel sloganı kendisine prensip edindi; "Birlik, Özgürlük ve İntikam." Bu hareket çeşitli hamasi ve duygusal bazı prensip ve sloganları kullanarak bir müddet direnip durdu. Hareket aslında Filistin topraklarını asıl sahiplerine iade etmek, işgalci Siyonistlerden intikam almak üzere gayret eden yegâne bir hareket olma anlayışı üzerine kurulmuştu. Yine genel milliyetçi Arap hareketi yayınladığı bütün mesajlarında ve yazılı beyanatlarında hangi sınıftan ve gruptan olursa olsun gasbedilmiş Filistin topraklarının özgürlüğüne kavuşturulması için herkesi çalışmaya ve mücadeleye davet ediyordu.

Genel milliyetçi Arap hareketi, barıştan yana olup sürekli barıştan yana çözümler isteyip duran ve emperyalizme karşı durabilecek olan bir tek devlet içerisinde Yahudilerle Arapların yaşamasını isteyen komünistlere karşı Filistinlilerin haklarını korumak üzere komünistlere saldırıp durdu. 1948 yenilgisinin hemen akabinde "Arap Fedailer Birliği"ni teşekkül ettirdi. Bu örgüt ilk bakışta şiddet yanlısı gibi yansıtılmaya çalışılan bir örgüt görünümünde idi. Fakat onlar Filistin'i gündemde tutabilmek için bazı suikastlar ve benzeri eylemler yapmanın kaçınılmaz olduğunu söyleyen ve bunu kendisine hedef edinen bir örgüt olarak ortaya çıktılar.  Daha sonra 1952 yılında milliyetçi Araplar et-Talia örgütünü kurdular. Bu örgüt doğrudan doğruya İsrail ile yapılacak barış anlaşmalarına karşı koymak üzere kurulmuştu. Onun hedefi İsrail ile yapılacak herhangi bir siyasi çözüme karşı durmak ve bu çözümden yana olanlara karşı sert bir tavır takınmaktı. Aynı şekilde Birleşmiş Milletler'in yardım gayretlerine, ABD'nin Filistinli vatandaşların diğer komşu Arap devletlerine sığınmaları için yapmış oldukları çalışmalara karşı duracaktı. Bu yeni kuruluş haftalık bir gazete çıkardı ve Filistin problemine gerçekten hatırı sayılır bir hizmet vererek Filistinlilerin bilinçlenmelerinde önemli rol oynadı. Daha sonraları İsrail ile yapılacak barışa karşı duran bu örgüt zamanla Lübnan'daki mülteci Filistinlilerin saflarında yer almaya başladı ve yavaş yavaş Suriye ve Ürdün'deki Filistin haricinde bulunan diğer mültecilere doğru yöneldi.

1960'lı yıllarda Rusya ve Çin'in etkisiyle dünya gençliği üzerinde yeni sosyalist bulutlar gezdirilince Filistinliler de ABD'den ümitlerini yitirme noktasında iken bir ara Sovyetler Birliği'nin bir müddet de Çin'in kucağında uyutuldular.

Bu ikinci merhalede ise Arap milliyetçileri milliyetçi sosyalist kuruluşlarla ve diğer sosyalist gruplarla tam bir birliktelik sağlayarak ve onlarla iç içe girerek yeni yeni birlikler oluşturdular. İşin garip tarafı da bu milliyetçi Arapların daha evvel Suriye'deki Baas Partisi'nin iktidarına son verme noktasında Cemal Abdünnasır'ın güvendiği grupların başında gelmeleriydi.

1966 yılı başlarında bu milliyetçiler ile Cemal Abdünnasır arasında ihtilaflar baş gösterdi. 1966 Temmuz ayında milliyetçi Arap örgütlenmelerinin yürütme organı şu iki kitle arasında bir ayırım yapmanın zaruretine inandı. Bürokratik burjuvaziyi ve onların bağlı olduğu sınıf düşüncelerini ve bütün Arap dünyasındaki kuruluş ve uzantıları ile bir zamanlar Nasırcılığın üzerinde bulunduğu ana çizgiyi temsil eden ilerici sol gruplar ile aralarının ayırdedilmesini zaruri görmüştü. Mısır ve Suriye'deki her bir gelişme olduğu gibi Filistin'i de etkiliyor ve aynen Filistin'e yansıyordu.

Bu gelişmeler karşısında milliyetçi hareket bu sefer bürokratik burjuvazi sınıfı ile solu temsil eden sınıflar arasında bir ayırımı gözetleyen, bilimsel sosyalizme çağrıda bulunan ve bununla özetle­nebilecek yeni bir programı ortaya koyan bir hareket oldu. Durum böyle iken artık o günden itibaren karar tamamen değişmişti: Milliyetçi Arapların bu seferki yönelişleri daha evvelki asıl hedefleri ve siyasi programları sol iktidarlara karşı mücadele vermek iken artık tamamen bunun zıddına bir program ortaya koyarak bütün sosyalist gruplar yani Baas Partisi, komünistler ve milliyetçiler arasında tam bir ittifak sağlamayı kendilerine hedef edindiler. Artık o günden itibaren Marksist çizgi yeni şekliyle devam etti ve 1967 yılında Arapların büyük bir yenilgiye uğramasından sonra da tam olarak ortaya çıktı. 1967 yenilgisi de tarihte bu hareketi değiştirecek önemli bir nokta durumunda idi. Hareket bu yenilgi ile çok şeyler kaybetti. Milliyetçilik hareketi Arap devriminin bütün Arapları birleştirmeye ve gasbedilmiş işgal altındaki toprakların özgürlüğüne kavuşturulmasına hararetle inanıyor ama gerek Cemal Abdünnasır'a olan inanç ve bağlılığını gerekse devrimin bu konudaki yapabileceklerine olan inanç ve güvenini tamamen yitirmiş bulunuyordu. Sonunda siyasi program ve planına olan güvenini de tamamen kaybetti. Nihayet her şeyiyle baş aşağı tersyüz oldu. Filistin probleminden dolayı komünistlerle giriştiği uzun yıllar süren mücadelesinden sonra Marksist-Leninist düşünceye çağrıda bulunmaya başladı ve Marksist-Leninist bir düşünceye ve yeni reçeteye yöneltti. Ancak bütün Arap dünyasında bu kapsayıcı devrim nasıl ve kim tarafından gerçekleştirilecekti? "Filistin'de ve bütün Arap yurdunda sömürülmüş halklara ön­derlik edecek Marksist-Leninist bir partiden başkası bunu gerçekleştiremez" sloganı Filistinlilerin ve Yasir Arafat'ın ağzına verilen yeni emzik oldu.

Filistinli sosyalistler, demokratik ülkeleri özgürlüğüne kavuşturmayı beceren ve bu konudaki bütün gayretlerini ortaya koyan devrimci deneyimleri gerçekleştirenlerin fakir halk kitlelerinin önderliğini yaptığı hareketler olduğunu savunmaya başladılar. Fakir halk kitlelerinin önderlik ettiği bu hareketlere devrimci proleterya iktidarının ve onun siyasi bir teşekkülü olarak Marksist-Leninist Çin ve Vietnam'da gerçekleştirdikleri devrimlerdir. Bu devrim Filistinliler için de örnek olabilir anlayışı zihinlere yerleştirildi.

Filistinli gençler devrimci Marksist-Leninist düşünceye uygun olarak kurulmuş bir parti olmaksızın bu gerçekleşmez anlayışına kapıldılar. İşte böyle bir siyasi hareket olmadıkça Siyonizm'e, İsrail'e ve küresel emperyalizme karşı galip gelebilmenin mümkün olmadığı kanaati yaygınlaştırılmıştı. Aynı şekilde bu hareket Filistin hareketi de dâhil olmak üzere bazı şiddetli çalkalanmalara gebe oldu. Nihayet vurucu Marksist-Leninist bir partiyi doğuracak ve bu parti Filistin sağcı muhalefet hareketinden uzak olarak kendine has yolunu izleyip gidecek bir parti olacaktı. Filistin için yeni kurtuluş reçetesi bütün çıkış noktalarıyla ve yöneldiği hedefleriyle tamamen tenkide tabi tutuldu ve bu yönde politik çalkantılar yaşadı. Bu dönemlerde Yasir Arafat ve arkadaşlarının tümü sosyalizme savunmaktaydılar. Yine bu dönem içerisinde Filistinliler dâhil Arap milliyetçilik hareketinin eski mensupları tamamen Nasırcı yönetime teslim olmuştu. Hatta birbirlerinden asla ayrılmayan büyük bir bütün haline gelmişlerdi. 

İşte milliyetçi Arap hareketi ve ardından doğan milliyetçi Marksist-Leninist anlayış ve kurtuluş yolu buydu. Önce milliyetçi Arap bir hareket olarak başladı, sonunda Marksist-Leninist hatta bir ara Maocu bir hareket olup çıktı ve sonradan gelenler ilk gelenleri nefretle anmaya başladı. Arafat'ın Mao yandaşlığı gençliğimizin ilerleyen dönemlerindeki günlerde olup hala zihinlerimizdeki yerini hatırlıyor ve beynimizi tırmaladığını hissediyoruz.

1982 sürgününden sonra Tunus günleri ve Filistin'deki yeni gelişmeler Yasir Arafat'ın yeni bir politika ve strateji izlemesine yol açtı. Bu tarihten itibaren Arafat Siyonistlerle barış zorlamalarına yanaşma politikalarını geliştirdi. Tunus sürgününden sonra başlayan bu uzlaşmacı ve barışçı çizgi aslında barışı öncelemekten çok ABD ve İsrail'in istekleri doğrultusunda bir barış ve teslimiyet programının uygulanması senaryolarını gerçekleştirme seyri idi. Arafat barış görüşmelerine başlamıştı ama bir taraftan gelişen İslami mücadele siyasetiyle eli güçlenmiş, diğer taraftan da ABD ve İsrail'in baskılarına boyun eğmek zorunda olduğunu görüyordu.

1982–1987 ara döneminde Filistinlilerin Yasir Arafat çizgisini ve kurtuluş çarelerini sorgulayarak bu siyasi çizginin problemi çözemeyeceği anlayışı özellikle yeni yetişen gençler arasında yaygınlaştı. Yıllardır Milliyetçi ve sosyalist emellerle oyalanma programlarına kurban edilen Filistinliler bu zihniyetin çare olmadığını kesinlikle kabul etmiş ve başka çareler aramaya başlamıştı. İşte bu dönemde İslam dünyasında yükselen İslamî-inkılâbî çizginin yeniden İslamî nasslara dönüşü hızlandırdığı müşahede edilmektedir. Bu yıllarda Şehid Ahmed Yasin ve Şehid Fethi Şikaki'nin düşünceleri gençler arasına büyük ilgi gördüğünden Filistinlilerin hedefi ve tavırları farklı bir mecrada akmaya başlamıştı. Bunun üzerine Yasir Arafat'ın da bu gelişmeleri görmezlikten gelmesi hiç de uygun değildi. Özellikle 1987 İntifadası'nın ortaya koyduğu yeni tavır ve performans Arafat'ın bu taş atan gençlere "generallerim" demek ve selam durmak zorunda olduğunu anladı.  Aynı şekilde İsrail de bu gelişmeleri izlerken dönemin başbakanı İsak Rabin Arafat'la barış görüşmelerine karşı çıkan muhaliflerine şöyle diyordu: "Şayet bugün Yasir Arafat'la görüşmelere oturmasak yarın farklı bir çizgide olan Hamas liderleri ile masaya oturmak zorunda olacağız."

İslamî Cihad ve Hamas'ın tavır ve gayretleri gerek Arafat'ın gerekse İsrail'in farklı davranışlarına yol açmıştı. Şayet Filistin'de İslamî hareketlerin ortaya çıkması sözkonusu olmasaydı Yasir Arafat ve İsrail çoktan anlaşmış olacaklardı. Ama İsrail ve ABD'nin baskıları karşısında İslamî hareketlerin eylemleri ile eli güçlenen Yasir Arafat eski milliyetçi ve sosyalist anlayış ve ideolojik tavırlarını ile uzlaşmacı yaklaşımlarını bırakarak kırmızıçizgilerin uzağında durmak ve dengeleri gözetmek zorunda kalmıştı. Çünkü Müslümanlar işgal altındaki bütün toprakları kurtarıncaya kadar mücadelelerini sürdüreceklerini çok net ve kendilerinden emin bir tarzda ifade ediyorlardı. Başkenti Kudüs olan bağımsız ve Müslüman bir Filistin devletinden vazgeçmeyeceklerini, Filistin dışında olan Filistinlilerin tamamen geri dönmelerinin sağlanması ve işgalin tamamen bitip Yahudi yerleşimcilerin Filistin'i terk etmeleri gerektiğini açık bir cesaret ve yüreklilikle söylüyorlardı. Artık bir güç olan İslamî Cihad ve Hamas'ın varlığını dost ve düşman kabul etmek zorunda kalmıştı.

Özellikle Eylül 2000'de başlayan ve Filistin'de tarih yazan "el-İntifada el-Mübareke" sonrasında Arafat'ın anlayışı ve politik tavırları ölümü öncesi son duruşunu belirlemişti. İsrail'in bütün baskılarına rağmen direnen bir Arafat görebiliyorduk. Hatta ilk Filistin hükümetini kuran Mahmud Abbas ilk başbakanlığı sırasında sergilediği uzlaşmacı tavırlarını kabullenemeyen Arafat, İsrail-ABD ve Mahmud Abbas'ın hoşuna gitmeyecek bir tavır takınmıştı. Ramallah'taki karargâhında mahsur bırakılan Yasir Arafat herkesin takdirini alan bir direniş ile hayatını sona erdirdi.

Arafat'ın yokluğunda dengeler nasıl etkilenir, bozulur mu? Hamas ve İslami Cihad'ın tavırları ne gibi gelişmeler gösterir her iki yapı bir diyalog içinde olup mu tavır alırlar veya görüşmeleri birlikte mi, ayrı ayrı yaklaşımlarla mı yorumlarlar? Mahmud Abbas el-Fetih ve el-Aksa tugayları ile Hamas ve İslami Cihad'ın görüşlerine başvurur mu? Yoksa ABD ve İsrail'in kendisinden bekledikleri eylemcilere karşı tavır alıp onları sindirmeye kalkışır mı? Hamas ve İslami Cihad, İsrail'in oyalayıcı ve hatta şiddetini sürdürmesi halinde istişhad eylemlerine devam ederek barış sürecini etkiler mi?  Vs. vs. bütün dünya basınının yakından izlediği bu süreç ve barış görüşmeleri farlı yorumlarla ele alınabilir. Nihayet bunlar birer yorum. Ancak yorumlar her zaman süreci etkileyebilir. Veya olayın yetkilileri ve kahramanları bu yorumlar çerçevesinde kendileri için bir strateji belirleyebilir ve bir yol haritası çizebilirler.

Yeni lider Ebu Mazin (Mahmud Abbas) Filistin mücadelesinin en eski liderlerinden ve lider kadrosu içinde yer alan önemli bir şahsiyettir. Gökten inme veya tayinle gelen bir kişi değildir. Normal gelişmeler içinde taban olarak el-Fetih başta olmak üzere genel kitleden belli bir kesimin desteğini alarak seçildi. FKÖ içinde de Arafat'tan sonraki adam olarak ortaya çıkması ani bir gelişme olmayıp elli yıllık bir mücadele süreci içinde zamanla ve tabii seyrinde lider kadrosu içindeki kişiler arasında gördüğü kabulle bu konuma gelmiştir.  Bir mücadelenin seyrinde bir örgüt veya organize içinde yer alanlar arasında kişisel yorum ve tercihlerin de farklı olabileceği ve olaylar karşısında farklı yorumların yapılabileceği muhakkaktır.  Aynı dava için yan yana yıllarca mücadele vermiş birbirine çok yakın iki arkadaşın bile yorumlarında farklılıkların olabileceğini kabul etmek gerekir. Zira her bir kişiliğin mayası ve huyu farklı olabilir. Olaylara da farklı yaklaşabilir. Ayrıca gelecekten farklı beklentileri olan kimseler zor şartlarda, sıkıntılı zamanlarda çözüm üretirken farklı çözümler üretilebilirler.

Yasir Arafat'ın uzun mücadele sürecinde zaman zaman farklı tavırlar içinde olmasının sebebi bu zor şartlar karşısında hedefe ulaşmanın arzusu ve heyecanı içinde şaşırmak, zaman zaman yalpalamak ve çözümler üretirken bazen farklı tavırlar sergilemek gayet doğal gelişmeler olarak değerlendirilmelidir. Kanaatimizce Mahmud Abbas'ın, farklı çıkışları ve silahlı mücadeleden yana olan Müslümanların bazı tavırlarına karşı çıkışları salt hainliğinden kaynaklanan bir tavır olarak görülmemeli. Bir gün, bir ay, bir yıl, on yıl değil, dile kolay 1917'den beri fiilen devam eden bir mücadele ister istemez bir nesli yorabilir. İnsanlar ihtiyarladıkça farklı tavırlar içinde olabilirler. Bu gibi yorumlar davayı satmak, ihanet etmek veya döneklik demek değil, bir çıkış yolu aramak olarak görülebilir. Ancak bu söylediklerimiz Filistin mücadelesi için geçerli yorumlardır. Her bir mücadelenin seyri, geldiği konum ve durum farklı olduğu için muhakkak farklı olarak yorumlanmalıdır. Hatta bu yorumlar sadece FKÖ lider kadrosu içindir demek lazım. Aynı cümleleri İslami Cihad ve Hamas için söylemeyiz ve söylememeliyiz.

Mahmud Abbas seçimle iş başına gelmiş ilk FKÖ lideridir. Arafat öyle değildi. Arafat tabii süreçte liderlik koltuğuna gelmiş birisi idi. Ancak Mahmud Abbas'ın seçimi de gayr-i tabi değil, yukarıda söylediğimiz gibi mücadele geleneğinde yerini almış ve lider kadrosu içinde arkadaşları tarafından bu konuma layık görülmüş bir şahsiyettir. Şimdi bir sorumluluk ve misyon yüklenmiştir. Önünde çözüme kavuşması gereken büyük bir olay vardır. Gerçekler vardır. Gerek Filistinliler için gerekse Yahudiler için artık bir bıkkınlık ve yorgunluk söz konusudur. Kolay değil, onlarca yıl süren bir savaş, bu kadar şehid, bu kadar insan zindanlarda yaşıyor, bu kadar insan sürgün hayatından bıkmış, bu kadar insan evsiz barksız, bu kadar insanın evi yıkılmış veya her gün yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya, neredeyse şehidi olmayan ev yok, ağlamayan ana kalmamış, dul olanlara her gün bir o kadarı daha ekleniyor, yetimler her gün daha artıyor… Bütün bunların devamı ister istemez sıkıntıdır. Ama Müslüman zulüm olduğu müddetçe de asla yorulmaz asla havlu atmaz ve "et-tevvelli yevme'z-zahf'ten uzak durur. Ancak Bedir, Uhud ve Ahzab'tan sonra bir Hudeybiye savaşının olmasını istemeyen peygamber Hudeybiye muhtemel savaşını Hudeybiye Barış Antlaşması'yla sona erdirmiştir. Mahmud Abbas görüldüğü kadarıyla buna doğru gitmenin faydalı olacağını düşünmektedir.

Ancak barış İslam'ın redettiği bir husus olmamakla birlikte zillet içinde kötü şartlarda yapılacak bir barış da olmamalı ve böyle bir barıştan hiç kimsenin razı olmayacağını da çok iyi bilen Mahmud Abbas Arafat'ın çizgisini sürdüreceğini söylerken mecburen zilleti asla kabul etmeyecek, Filistinlilerin oluşturduğu dengeyi de hesaba katacaktır.

 Diğer taraftan Filistinliler bunca sıkıntı içinde yaşarken Yahudiler rahat mıdır? Fırsatını yakalayan yurt dışına kaçmıyor mu? İstişhad eylemleri Siyonistleri her gün öldürüp öldürüp diriltmiyor mu? Ölüm korkusu ile her gün bir zindan hayatı çekmiyorlar mı? Yahudiler yaptıkları zulümlerin ve toprak gasbının ne boyutlarda olduğunu bildikleri için, elleri armut toplamayan Müslümanların intikam alacaklarını her an onların da bekledikleri muhakkaktır. Bu bekleyiş de onları manen ve ruhen bitiriyor. Bir tarafa isabet eden sıkıntı diğer tarafı da boş bırakmıyor. Bütün bunlar her iki taraf için bir dinlenme ve savaşa ara verme arzusunu doğurması doğal bir sonuç olarak görülmelidir. Bu doğal sonucun getireceği barış iki tarafın da razı olacağı koşulları kapsarsa gerçekçi bir barış olması mümkündür.

Bundan dolayı Mahmud Abbas, bu şartlar karşısında girişeceği barış görüşmelerinde kırmızıçizgileri aşamaz, aşmaya kalkıştığı takdirde Hamas ve İslamî Cihad asla bunu kabullenmeyeceklerdir. Bunları göz önünde bulundurur ve bu çizgileri aşmadan barışı gerçekleştirirse veya uzun bir ateşkes sürecini sağlarsa başarılı bir lider olarak tarihteki yerini alabilir.  Ayrıca bağımsız bir Filistin Devleti resmen kurulur ve bütün dünya tarafından tanınırsa, Kudüs'ün statüsü Müslümanların varlığını ve hukukunu koruyacak şekilde belirlenirse, sürgündeki Filistinliler hakları korunarak geri getirilirse ve Yahudi yerleşimciler Batı Şeria ve Gazze'den çekilirse sınırları belli bir devlet, hukuku korunan bir halk ortaya çıkarsa Hamas ve İslamî Cihad'ın da buna hayır diyeceklerini hiç zannetmiyorum.

Ancak bu hususlar Müslümanların istediği şekilde değil de direnişçilere baskı yapılarak sindirerek barış yapılmaya kalkışılırsa bu barış asla olmayacak demektir. Bu şartlara razı olabilecek Hamas ve İslamî Cihad, bunları elde etmezlerse o zaman Şehid Ahmed Yasin'in dediği gibi "Askalan kurtulmadıkça bu mücadele devam edecek" ve Yahudiler bu kırmızıçizgilere razı olmadığı takdirde Hamas ve İslami Cihad'ın gözleri daha da uzağa düşecek ve 48 topraklarının kurtuluşu gerçekleşinceye kadar mücadele sürecektir. Kısaca Filistin sorunu sonu belli olmayan bir mücadele olarak devam edip gidecektir. Bunun Hamas ve İslamî Cihad açısından çok yadırganacak bir durum olmadığı kanaatindeyim. Zira bu bir iman küfür mücadelesi olup bunun sonunun nereye gideceği çok önemli değildir. Ama İsrail için hayatın zindana dönmesi onlar açısından kabullenilecek bir sonuç olabilir mi? Herhalde onlar da bu iki kitlenin takınacağı tavrı ve izlemekte oldukları siyaseti çok iyi biliyorlar. Mahmud Abbas misyonunu yürütme aşkına Hamas ve İslamî Cihad'ı hatta el-Fetih ve Aksa Tugayları'nı görmezlikten gelemez. Direnişçi kesimi sindirerek bir yere varılmaz, zira sindirilmeyi kabullenecek bir kesim yoktur. Sindirmenin mümkün olmadığını bilen Mahmud Abbas Yahudileri masa başında ikna etmek ve inatlarından vazgeçirmeye çalışmak zorundadır. Bu da kolay değil, zira zulüm Siyonistlerin kemiklerine işlemişken bundan onları vazgeçirmek zor olur. Ancak Müslümanların da zulme boyun eğmesi söz konusu değildir.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra Filistin'de neler olabilir. Ya yukarıda söz konusu ettiğimiz barış şartları Müslümanlar için kırmızıçizgiler olarak kabul edilen hususlar gerçekleşir ve herkesin devleti ve sınırları belli olur, hatta Kudüs ikiye bölünür Doğu Müslümanların, Batı Kudüs de Yahudilerin olur ve bu iş böyle çözülür biter. Müslümanlar da İsrail'in artık bir gerçek olduğunu kabullenerek bu uzun yorgunluk dönemi durdurulur veya Müslümanların istedikleri hususlar verilmez İsrail silahlarına ve ABD'ye uluslararası Siyonizm'e güvenerek bugüne kadar yaptıklarını devam ettirmeye kalkışır ve bu taleplere boyun eğmezse o zaman 1987'den beri başlayan intifada üçüncü dönemine girerek bu sefer şanlı intifada olarak devam eder, Yahudilerin korkulu rüyası olan istişhad eylemleri daha da şiddetlenerek büyür gider. O zaman her iki taraf da sonuca katlanırlar. Dediğimiz gibi bu sonuç Müslümanlar için çok yadırganacak kötü bir sonuç değildir. Ancak Onların da istekleri verilirse, Yahudiler de yorgunluklarını kabul ederlerse çözüm olur. Aksi takdirde aynı tas aynı hamam olur demek gerekecektir. Müslümanların artık kaybedecekleri şeyler zaten bugüne kadar kaybolup gitmiştir, deyip bildikleri mücadele tarz ve tavırlarını sürdürüp giderler. Muhtemel sonuçlardan birisi de budur.

Fakat devreye Birleşmiş Milletler girer de Kofi Annan Filistin için bir plan hazırlar ve bunda vicdanlar etkin olursa ve bu planın uygulanmasında da Türkiye ve Mısır gibi büyük Müslüman devletler rol alıp arabuluculuk yaparlarsa belki belli bir yumuşama zemini yakalanabilir. Ama bu durumda da muhakkak birilerinin uluslararası platform adına İsrail'e "yeter artık" demesi gerekmektedir.

Bugünkü siyasi seyir içinde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün arabuluculuğunu belki Filistin tarafı re'sen kabul edebilir. Ama Yahudilerin böyle taviz vererek bu arabuluculuğu kabullenmesi kolay bir hadise olarak beklenmemelidir. Genel Yahudi tavrı olarak bir şeyler koparmadıkça Türkiye'nin bu misyonunu kabullenmez. Ya Türkiye'den bir taviz alıp bunun karşılığında böyle bir arabuluculuktan Türkiye'nin elde edeceği prestij için belli bir bedel isteyecek ve belki de istemiş olabilir. Yahudi tiğneti gereğince girişeceği her bir alış verişte mutlaka bir taraftan kimsenin hatırına gelmeyecek bir kâr elde etmenin yollarını ararlar. Ayrıca Thedeor Herzl ve Amenuel Karasso'nun planlarını ilk defa tepki ile karşılayan Sultan Abdülhamid'in torunlarını affedip onlara prestij kazandıracak bir arabuluculuk rolünü vermeyi kabul ederler mi? Şahsen bana uzak bir ihtimal gibi gelmekle birlikte uluslararası arenalarda ve dış ilişkilerde gelişmelerin bazen akıl almaz boyutları olduğu için de bu konuda tevakkuf etmek daha ihtiyatlı gibi gelmektedir.

Ayrıca bu arabuluculuk son derece büyük bir diplomasi atağı olduğu için sadece İsrail ve Filistinlilerin karar vereceği bir olay da değildir. Yaklaşık yüzelli yıldan beri Araplarla Türkleri karşı karşıya getirerek birbirine düşman etmeye çalışan bir İngiltere ve dünyayı fesada boğan bir ABD zalimi vardır. Türkiye'nin Ortadoğu'da özellikle Irak sorununun bulunduğu bu noktada ve 1 Mart tezkeresini ve ekümeniklik olayını "bir tarafa yazdık" diyen bir ABD bu konuda ilgisiz kalır mı? Türkiye tek başına Abdullah Gül'ün sevimli gülümsemeleri ile karar verir mi? MGK ve Cumhurbaşkanı'nın tavırları nasıl olacak? Ve en önemlisi uzun politik hesaplar yapan sinsi İngiliz diplomatik kurulları 1917-18'lerde Suriye'de Şerif Hüseyin ve yandaşlarının Osmanlılara karşı sokuldukları isyanlarla 4. Ordu Kumandanı, ne yaptığını bilmez Cemal Paşa'nın bilerek veya bilmeyerek yaptı(rıldı)ğı Arap düşmanlığı politikası kesilir mi? Veya bundan İngilizler vazgeçti denebilir mi? 100 yıl önce planlanmış ve hemen hemen bugüne kadar sürdürülmüş bir siyasetten İngilizler gibi hesapçı bir millet bu politikalarını bırakıp da onlar nazarında İslamcı olan bugünkü bir iktidarın hariciye vekiline böylesi bir fırsat verilir mi? Veya bu önemli misyonu AK Parti iktidarı ABD politikaları çerçevesinde becerebilir mi? Bu da sorulması gereken sorulardan birdir. Zira böylesi bir arabuluculuk Türkiye'ye, özellikle Arap devletleri nazarında gerçekten büyük bir itibar kazandıracaktır. Buna İsrail, İngiltere ve ABD nasıl yaklaşır bilemeyiz. Belki de kendilerinin çözemediği bu müzmin sorunu Filistinlileri ancak ağabey konumuna sokulan bir Türkiye çözer diyerek oyun içinde oyun sergilemeyi de planlamış olduklarını söylemek-bugüne kadar ki politik yaklaşımlarını bildiğimiz bu üçlü çete hakkında- komplocu bir yaklaşım addedilmemeli. Ayrıca karşımızda duran Filistinliler belki küçük bir devletin temsilcileri gibi görünebilir ama dünya politikalarını ve olup bitenleri değerlendiremeyecek ve hemen de oyuna gelebilecek kimseler olarak göremeyiz. Bugün Hamas ve İslami Cihad içinde sıcak ortamda, mücadele içinde büyümüş uluslararası dengeleri bilen, bütün politik kural ve oyunların farkında olan uyanık, zeki ve birikimli çok sayıda usta diplomatın varlığını unutmayalım. Bunların hepsi tecrübeli birikim sahibi ve mücadele azmi ve tecrübesi olan kadrolar içinde yetişmişlerdir. Ancak bu sorunun da makul ölçülerde çözülmesinin de makul olacağını kabul eden makul kimselerin varlığını da biliyoruz. Ne olursa olsun mücadele azmini sürdüren strateji ve politikalar her zaman başarıya daha yakındırlar.