Maalouf’un “Çivisi Çıkmış Dünya”sı

Ali Değirmenci

Hem edebiyatın bizzat içinde olan hem de dünyanın sorunları hakkında kafa yoran bir yazar Amin Maalouf.

Yayınevi tarafından Uygarlıklarımız Tükendiğinde alt başlığıyla yayımlanan yeni kitabına, insanlığın yeni yüzyıla pusulasız girdiğini söyleyerek başlıyor yazar. Daha bu cümleden itibaren bir düş kırıklığı, bir umutsuzluk, bir çaresizlik havası çöküveriyor okuyucunun üzerine. Kişisel gözlem ve endişelerini sıralıyor peşinden: Aydınlanma Çağı ona göre zayıflamakta hatta birçok ülkede sona ermektedir. İnsanlık, yeryüzündeki yürüyüşünün günümüzdeki evresinde, tarihte eşine rastlanmayan yeni tehlikelerle karşı karşıyadır ve bunlar yepyeni küresel çözümler gerektirmektedir. Yakın gelecekte bu çözümler bulunmazsa uygarlığımızı büyük ve güzel kılan şeylerden geriye hiçbir şey kalmayacaktır. Kısaca, küresel bir “aynı gemideyiz” ve “gemi batıyor” yaklaşımı baskın kitapta.

Batı uygarlığının diğer uygarlıklardan daha fazla evrensel değer ürettiği ön kabulüyle konuşuyor Maalouf kitap boyunca. Fakat Batı, bu değerleri başkalarına gerektiği gibi aktarmayı başaramamıştır ona göre ve bugün bütün insanlık bu kusurun bedelini ödemektedir. Yerleşik düşüncenin aksine, Batılı güçlerin yüzyıllık hatası dünyanın geri kalanına kendi değerlerini benimsetmeye çalışmaları değil, tam tersine, egemenlikleri altına aldıkları halklarla olan ilişkilerinde kendi değerlerine göre davranmaktan sürekli olarak kaçınmalarıdır. Avrupa ve epeyce bir zamandır ABD, üstünlüğünün manevi meşruiyetine dünyanın geri kalanını ikna edememekte, bu yüzden de tüm dünya sıkıyönetim hâlinde yaşamaktadır.

“Medeniyetler çatışması” adı altında kabul görüp yaygınlaşan ve dünyadaki bütün halklar ve kültürler için felakete yol açacak politikaları eleştiren Maalouf, zaman zaman, hayatın devamlılığının temel koşulu olarak gördüğü hoşgörü çığlığını yeniden duymaya çağırıyor okuyucularını. Bir yandan yanlış ve çıkarcı politikaların yol açtığı siyasal ve ekonomik krizlerle, diğer yandan da küresel ısınma, enerji kaynakları ve doğal felaketlerle boğuşan insanlık için bir yol haritası sunma iddiasını içkin kitap.

Üç ana bölümden ve Çok Uzun Bir Tarihöncesi başlıklı bir sonsözden oluşan kitabın Aldatıcı Zaferler başlığını taşıyan ilk bölümünde, Avrupa ve ABD’nin politikaları ve değişen güç dengeleri hakkında çeşitli saptamalar yapıyor Maalouf.

Kitabın Yoldan Çıkmış Meşruiyetler başlığını taşıyan ikinci bölümünde, ağırlıklı olarak, İslam dünyasındaki bölünmüşlük, gerilik ve kızgınlık üzerinde duruluyor ve ayrıntılı bir Nasır dönemi analizi yapıyor.

Hayali Gerçeklikler başlıklı son bölümde ise küresel ısınma, enerji kaynaklarının hızla tükenmesi ve siyasi güçlerin dünyayı adım adım felakete götürüşlerinin hazin tablosu çiziliyor.

“Medeniyetlerin çatışması” yerine “medeniyetlerin çöküşü” görüşü ikame ediliyor kitapta. Dünyada yolunda gitmeyen şeylerle ilgili bir ufuk turu yaptığı da söylenebilir yazarın. Bazı bölümlerin yoğun; aynı zamanda iddialı hatta provokatif olması da özellikle düşünülmüş, gözetilmiş sanki.

Hem kitapta hem de kitapla ilgili olarak yazarıyla yapılmış söyleşilerde kimi okuyucuya farklı, sıra dışı gelebilecek bazı tezler, yaklaşımlar şu şekilde özetlenebilir:

Papalık kurumu, Batı’daki hükümdarlarla çatışarak süreç içerisinde bir özgürlük alanı doğurdu. Müslüman dünyada, uzunca bir süre böyle baskın ve kuşatıcı bir otoritenin ya da ruhban sınıfının olmaması dengesizliğe, karışıklığa, anarşiye, başına buyruk zorba güçlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Dinde, dinsel algı ve yaşayışta ortaya çıkan bir itiraza veya anlaşmazlığa müdahale edebilecek yeterince güçlü bir kurum hiç olmadı.

İslam, insanla Allah arasına bir aracı koymamıştı. Toplumu laikleştirmek konusunda Hıristiyanlıktan çok daha elverişli bir dindi. İslam’ın temel düşüncesi son derece laikti. Ancak din sınıfının olmayışı, tarihsel evrimde başka şeylere yol açtı. Dini alanda bir “tekel” olmadığı için; her kişi ya da grup her yerde ve zamanda dinsel olandan söz edebildi ve bütün bunlar sosyal dokuya nüfuz etti. İslamiyet’te demokrasi ile çatışacak hiçbir şey de yoktu. Müslüman halkların yaşadığı ülkelerin çoğunda demokrasinin yeşermesini engelleyen şey, tarihsel gelişimdi. Kilisenin hep demokrasiyi savunduğu, bugünün bir uydurması olarak değerlendirilmeliydi.

Komünizmin çöküşü ve tek kutupluluğun kabulüyle birlikte ABD’nin siyasi ve ahlâkî davranışları bozuldu. ABD, bir aptallık yaptığında onu engelleyecek biri varken asla yapmayacağı şeyleri yapmaya başladı.

Arap/İslam dünyasında milliyetçilik temelde dinle çatışarak oluştu.

Batılı olmayan halklar şunun çok iyi farkında ki Batı medeniyetine ihtiyaçları var. Batılılarsa başkalarına ihtiyaçları olmadığı havasında ve tek hâkim medeniyet hâline dönüşeceklerini sanıyorlar. Yanılıyorlar.

Birkaç kuşaktan beri güney ülkeleri kuzey ülkelerinin dillerini öğreniyor, şimdi kuzey ülkelerinin güney ülkelerinin dillerini öğrenme zamanı.

ABD’nin talep ettiği gibi iki ülke arasında bir çözüme varılsa –bir Yahudi, bir Arap devleti gerçek bir yeniden inşa sürecinden bahsedilebilir.

***

Amin Maalouf, son çözümlemede, alternatif bir tezi/ana düşüncesi olmayan ya da ver(mek iste)diği mesajlar itibariyle Batılı tasavvuru, postmodern yaklaşımları olumlayan bir çıkış noktasına sahip.

Yazar, daha önceki Ölümcül Kimlikler kitabında olduğu gibi farklılıklar içerisinde bir arada yaşamanın adresi olarak Batı medeniyeti ve demokrasisini, modernizmi hatta açıkça Amerika’nın empoze ettiği yaşam tarzını tek çare olarak sunmakta. Soruna böyle yaklaşılınca eklektizm kaçınılmaz olmakta; özlü, evrensel ve ilke (inanç) merkezli bir dünya görüşünü savunanlar da katı bir ideolojik tutuma sahip olmakla suçlanmaktadır. Bu durumda duruş, tavır ve ciddiyet eksenli kimlik tercihleri, postmodernizmin renkli ve aynı oranda kirli çuvalına girmedikleri, yozlaşmayı ve uluorta uzlaşmayı reddettikleri için hayatın dışına itilmektedir. Yeni dünya düzenine ve Avrupa Birliği’nin kriterlerine uyum göstermedikleri gerekçesiyle kötülenmekte; tanım yanlış ya da tek taraflı olunca, bu tanımın dışında kalanları kötülemek, suçlamak da kolaylaşmaktadır.

Maalouf’a göre çıkış yolu, kendi değerlerimizi Batılı değerler içerisinde uzlaştırıp eritmek ve bu modern tasavvura eklemlenmektedir. Yerel diller ve kültürler, bu mihver içerisinde yaşayıp kendilerini koruyabileceklerdir. Bu, yazara göre, karşılıklı etkileşimi ve anlaşmayı da doğuracak ve evrensel bir zenginlik oluşturabilecektir. Yazar, dünyaya baktığında daha iyi bir adres ve örneklik görememektedir. Sonuçta bu, bir bakıma, çaresizliğin ve hatta yenilgiyi kabullenmişliğin getirisi olmaktadır. Demokrasi salt bu yüzden kutsanmakta; sefalet ve yoksunluklar içerisinde boğulan “öteki” dünyalara bu çaresizlik sonucu kalkınmacı, ilerlemeci, öykünmeci ve başkalarına muhtaç bir modern hayat kurgusu önerilmektedir. Bu noktada, şu soruyu ısrarla sormak gerekmektedir: İnsani manevi boyutunu bir kenara bıraksak bile Batı’nın maddi/dünyevi anlamda kalkınmış, gelişmiş olması neyle açıklanabilir? Sömürgecilikten, kendi dışındaki ülkeleri talan etmekten, Doğu’nun/Güney’in yer altı ve yer üstü kaynaklarını gasp etmekten bağımsız bir Batı uygarlığı düşünülebilir mi? Savaşlar, katliamlar, soykırımlar, sömürge faaliyetleri, soygun ve talanlar olmasaydı Batı bugünkü endüstriyel gelişmişliğine, dünyevi kalkınmışlığına, görece rahat ve konformist yaşayışına ulaşabilir miydi? Modern tasavvur acılardan, kan ve gözyaşından, kitlesel kıyımlardan ne kadar uzaktır? Aynı zamanda gelişebilmek için başkaları da aynı şeyleri mi yapmalı, Batılı devletlerin yolunu mu takip etmelidir?

Amin Maalouf, tam bu noktada “meşruiyet” tartışmasına girmektedir. Bu ölümcül labirentte bir çıkış bulabilmek için “fener” görevi görebilecek kavram, ona göre meşruiyettir. “Dünyanın az çok uyumlu biçimde, ciddi karışıklıklar yaşamadan işleyebilmesi için, halkların çoğunluğunun başında meşru liderlerin olması gerekir.” diyen Maalouf’a göre, bu liderleri de zorunlu olarak aynı şekilde meşru olarak algılanan dünya çapındaki bir yetke denetim altında tutmalıdır.

Maalouf, günümüzde hem birçok ülkede hem de dünya genelinde bir meşruiyet sıkıntısı olduğunu belirttikten sonra, konuyu İslam âleminin tarihine ve bugününe taşıyarak tartışmaya başlamaktadır. Tarihi yelpazeyle ilgili genel değinilerde bulunduktan sonra, önemli bir aktör olarak Cemal Abdünnasır döneminde yoğunlaşmaktadır. Yazara göre, Arapların yaşadığı meşruiyet krizi onun zamanıyla tarihlendirilebilir; bu öyle bir krizdir ki hem dünyanın çivisinin çıkmasında hem de denetimsiz şiddete ve gerilemeye doğru kırılmada önemli bir etkendir.

Maalouf, “yurtsever meşruiyet” kavramını belirginleştirmek için Nasır’dan önce birkaç sayfada Atatürk’ten söz etmektedir. Bu bağlamda tartışmaya açık çok sayıda ayrıntı bulunmakla birlikte, şu belirlemeyi yapmaktadır yazar: “Halkı da onu izlemiştir. Çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir.”

Maalouf, İslam âlemindeki pek çok liderin, Türkiye örneğine öykündüğünü söyleyerek, bu konuda Mekke şerifinin oğlu Faysal’ı, Afgan kralı Emanullah’ı ve İran’da Şah Rıza’yı anmaktadır. Tekrar Nasır’a dönen yazar, onun kısa sürede dünya sahnesinde çok önemli bir figür hâline geldiğini, Araplar için de tarihlerindeki en büyük kahramanlardan birine dönüştüğünü söylemektedir. Kitapta uzun bir ‘Nasır dönemi ve etkileri’ analizi yapıldıktan sonra tekrar merkezi kavram olarak öne çıkan “meşruiyet” bunalımına dönülmektedir. İkinci bölümün son satırlarında ABD’nin küresel rolü üzerinde duran yazar, bu arada ağzından baklayı da çıkarmaktadır: “Niyetim, buradaki asıl sorunun Amerikan demokrasisinin doğru biçimde işleyip işlemediğini anlamak olmadığını vurgulamak; kaldı ki, kendi adıma, her şekilde ondan daha iyi bir demokrasi bilmiyorum.”

Amin Maalouf, ABD’yi “metbu” sözcüğüyle (tabi olunan, herkesin bağlı bulunduğu) anmaktadır. Davranışlarının çığırından çıktığı noktalarla ilgili tespit ve uyarılarda bulunan yazar, bunların herkese siyasal, kültürel, ekonomik yönden zarar vereceğini dile getirmektedir.

Kitabın Hayali Gerçeklikler başlıklı bölümünde daha canlı, daha güncel değini ve yorumlara yer verildiği söylenebilir. Okuyucu; edebiyatın kurtarıcılığı, Seyyid Kutub’un idamı, Marksizm’in çöküşü, kutsal metinlerin yorumlanması, Irak’ın işgali, Kur’an’daki “halife” teriminin gerçek anlamı, başörtüsü, Avrupa Birliği’nin hedefleri, göçmen sorunu, Danimarka’daki karikatür krizi, küresel cemaatçilik, Obama’nın gelişiyle yeşeren umutlar… gibi çok sayıda ve farklı ayrıntıyla karşılaşıyor bu bölümde.

Elimizin altındaki olanakların ve yüzleşmek durumunda olduğumuz sorunların kendine özgülüğünü görerek işe başlamak gerektiğini belirtiyor Maalouf. Yazara göre insanlığın geldiği evrede dayanışmaların, meşruiyetlerin, kimliklerin, değerlerin, ayar noktalarının yeniden yaratılması gerekmektedir. Hiçbir saf tutmadan konuştuğunu belirten Maalouf; dünyayı etkisi altına alan düzensizlikten, bundan “daha üst bir düzey”e yükselip kurtulmak için kültür önceliğinin/kültür aracılığıyla kurtuluşu temel alan bir değer ölçeğinin benimsenmesi gerektiğini dile getirmektedir. Değerler sisteminden bahsederken yazarın aklına ister istemez “din” olgusu gelmektedir: “Bu yüzyıl daha genç; ama daha şimdiden insanların bu yüzyılda dinle yollarını yitirebilecekleri biliniyor, tıpkı onsuz da yollarını yitirebilecekleri gibi.”

Maalouf’un kurtuluş reçetesi olarak öne çıkan “kültür odaklı değerler sistemi”ne göre, insanlığın hayatta kalmasını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları bulup içselleştirmek, yaygınlaştırmak gerekmektedir. Yeryüzü kaynaklarını çok hızlı bir şekilde tüketmemek için başka tatmin biçimlerine, başka haz kaynaklarına, özellikle de bilgi edinmeye ve ışıltılı bir içsel yaşam geliştirmeye öncelik tanınmalıdır. Nitekim insanlık, kültürün karalandığı ve kültürsüzlüğün bir doğallık güvencesi olarak görüldüğü uğursuz bir dönemden yavaş yavaş çıkmaya başlamaktadır.

Kitapla ilgili tanıtım ve eleştiri yazılarının çoğunda; Maalouf’un, Batı kültürünü ve politikalarını eleştiri bombardımanına tuttuğu söylendi sıklıkla. Hâlbuki modern, yol gösterici, hizaya getirici, bütünlük kazandırıcı, küresel bir imparatorluk özlemiyle konuşuyor Maalouf. Zaman zaman tarihsel bir arka plan sunması ve Batı’nın yanlışlarına değinmesi de bu yüzden. Kitabın son sayfasında yer alan ve anlatılmak istenenlerin adeta özetini veren şu satırlar, yazarın niyetini ortaya koymada yorum bile gerektirmeyecek ölçüde açık bence:

“Dünyanın Amerika’ya her zamankinden fazla ihtiyacı var, ama söz konusu olan, hem dünyayla hem de kendisiyle uzlaşmış bir Amerika, dünya çapındaki rolünü doğrulukla, hakkaniyetle, yüce gönüllülükle hatta incelikle, zarafetle başkalarına ve başkalarının değerlerine saygı çerçevesi içinde üstlenen bir Amerika. Yapılması gereken şey, yeni bir ekonomik ve mali işleyiş tarzı, yeni bir uluslararası ilişkiler sistemi oluşturmak. Bazı aşikâr düzensizlikleri gidermek tek başına yeterli değil. Geç kalmadan, bambaşka bir siyaset, ekonomi, iş, tüketim, bilim, teknoloji, ilerleme, kimlik, kültür, din, tarih görüşü yaratılması ve bunun insanlara kabul ettirilmesi şart.”

Evet, Amerika’nın yeni vizyonuyla, yeryüzü perspektifiyle ne kadar örtüşüyor değil mi? Obama dönemi için, mükemmel bir yol haritası. Yahut Amerika’nın yeni stratejileri için Doğu’yu, İslam dünyasını da iyi bildiği kabul edilen Avrupalı bir entelektüelden önemli ve etkileyici bir destek yumağı.

Amin Maalouf, ilerleyen günlerde Obama’nın başdanışmanı olursa hiç şaşırmamak lazım!..