Küresel Dizaynın Bölgesel Oyunu Olarak Türk İsrail İlişkileri

Alptekin Dursunoğlu

Türkiye-İsrail ilişkilerinin özelikle 23 Şubat 1996 tarihli Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasından sonra gelişerek stratejik bir ittifak olarak tanımlanmaya başlamasıyla ortaya çıkan durum, yaygın bir şekilde "Ortadoğu Barışı" çerçevesinde ele alınmaya çalışılır.

Bir başka deyişle Türkiye ve İsrail arasında özellikle 1990'lı yılların ikinci yarısından sonra büyük bir ivme kazanan ilişkileri, "stratejik ittifak" olarak tanımlayanlar da, bu tanımlamayı abartılı bulanlar da söz konusu ilişki biçiminin meşruiyetini Oslo süreci ile açıklamaya çalışıyorlar.

 Arafat'ı, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğinden Filistin Özerk Yönetimi liderliğine taşıyan Oslo sürecinin, İsrail'le açıktan temas kurmak isteyen bazı Arap ülkelerini olduğu kadar, İsrail'le kurulduğu günden beri kontrollü derin ilişkiler içerisinde bulunan Türkiye'yi de rahatlattığı doğrudur.

Fakat yazının ilerleyen bölümlerinde ortaya konulmaya çalışılacağı üzere "Ortadoğu Barışı" Türkiye ile İsrail arasındaki "stratejik ittifak" ilişkisinin asli bağlamı değil, taktik bahanesidir. 

Oslo ile başlayan ve adına "Ortadoğu Barışı" denen süreç, Filistin sorununu ile ilgili adalet ve onur gibi asli kavramları devre dışı bırakan, bunların yerine güç ve siyasi rüşvet kavramlarını dayatan bir "pax-Americana" süreciydi.

"Teslim ol barış olsun" mantığına dayalı bu barış sürecinin Arafat gibi Filistinli bir lider tarafından müzakere edilebilir bulunması, bizatihi Filistinli bir liderin, "İsrail'i gasıp ve işgalci bir varlık olarak değil, meşru bir diplomatik muhatap" olarak gördüğü anlamına geliyordu.

Böylesi bir görüntünün üstelik de Filistinlilerin eliyle yaratılmış olması kuşkusuz İsrail açısından önemli bir başarıydı. İsrail, bu sayede 1948'den bu yana fiili durum (de facto) statüsünün yarattığı gayri meşruluğu aşarak, birinci dereceden muhatabı nezdinde ilk defa hukukilikten (de jure) kaynaklanan bir meşruiyet kazanmış oluyordu.

İsrail'e hukukilik ve meşruluk kazandırmak ve Tel-Aviv'e bölgesel etkinliğini arttırmak konusunda Arafat'ın, Oslo süreciyle, attığı adım daha önce Enver Sedat'ın Camp David görüşmeleriyle yapmaya çalıştığından çok daha etkili oldu.

Zira Oslo süreci, İsrail'le doğrudan ilişki kurmak isteyen bölge ülkelerine bahane verirken, İsrail'le ilişkilerini düşük profilli ya da gizli saklı yollarla sürdüren Türkiye gibi ülkeleri de, ilişkileri geliştirme konusunda cesaretlendirmişti.

İsrail'le İlişkilerde Yalan ve Bahane Geleneği

Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinde bugün gelinen "stratejik ittifak" pozisyonunu salt Oslo süreci ve "Ortadoğu Barışı"na katkı çerçevesinde açıklamak yönündeki aldatmacaya benzer bir tutum, İsrail'in Türkiye tarafından tanınması sürecinde de yaşanmıştı. 

8 Şubat 1949'da dönemin dışişleri bakanı Necmettin Sadak: "İsrail devleti bir vakadır. 30'dan fazla devlet tanımıştır. Arap temsilcileri de İsrail temsilcileriyle konuşmaktadırlar. Türkiye'ye gelince, uzlaştırma komisyonunda vazifemizi daha iyi görebilmek için bugünkü durumumuzu değiştirmeyi daha faydalı buluyoruz."1 diyerek İsrail'in Ankara tarafından tanınmasını "Arap temsilcilerin İsraillilerle konuşmaları" ile açıklamaktaydı.

Türkiye'nin 28 Mart 1949 yılında, İsrail'i "de facto" olarak tanırken "İsrail, Birleşmiş Milletlere üye olmuştur dolayısıyla Türkiye de yeni kurulan bu devleti, Birleşmiş Milletler örgütünün evrenselliği prensibi çerçevesinde tanımıştır." şeklindeki açıklaması da2, bugünkü "stratejik ittifak" pozisyonunu "Ortadoğu Barışı" çerçevesindeki izahı da salt bir diplomatik bahane olarak değerlendirilebilir.  

Ankara'nın 28 Mart 1949'da İsrail'i fiilen tanıması, soğuk savaş konjonktüründe Amerikan kampında yer alma isteği doğrultusunda atılmış bir ön adımdı. Zira, soğuk savaş sürecinin henüz başlamış olduğu bu dönemde kendisini Sovyet tehdidi altında hisseden Ankara, İsrail'i tanıyarak ABD'ye güven vermeye çalışmakta, o günlerde kuruluş aşamasında olan ve 4 Nisan 1949'da kurulacak olan NATO'ya girmek istemekteydi.

 23 Şubat 1996 tarihli Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması sonrasında "stratejik ittifak" düzeyine tırmanan ilişkilerin ise, "Ortadoğu barış süreci"nden bağımsız, fakat bu süreci de tahkim eden yeni bir bölgesel eksen olma rolü bulunmaktadır.

Batı'ya Giden Yol İsrail'den Geçer mi?

Türk-İsrail işbirliği ile planlanan bölgesel ekseni daha somut olarak ortaya koymak için Ankara Tel-Aviv ilişkilerinin geçirdiği iki farklı evreyi görmek gerekmektedir.

Türkiye'nin İsrail'i resmen tanıyan ilk "İslam ülkesi" oluşu, cumhuriyetle birlikte batılılaşma yönünde atılan radikal adımların dış politikada da sürdürüleceğinin somut bir ifadesiydi. Ankara, bu tanıma kararıyla hem batılılaşma yönündeki kesin kararını3 Batı dünyasına ilan etmekte hem de NATO vesilesiyle Batı güvenlik sisteminin bir parçası olma isteğini ifade etmekteydi.

Küresel ve bölgesel güçlere karşı "jeopolitik konum"unu pazarlamaktan ve bu konum sayesinde himaye edilmeyi ummaktan başka politika üretemeyen cumhuriyet hariciyesi, tarihî, jeokültürel ve jeopolitik icaplara rağmen İsrail'i resmen tanımakla, NATO'ya kabul edilmek arasında doğrudan bir ilişki kurabilmiştir!

Halbuki "Sovyet tehdidi"ne karşı yapılandırılan NATO'da Türkiye'ye verilecek rol, Güneydoğu Avrupa müttefiki olma rolünden başka bir şey değildi ve Sovyetlere sınırı bulunan Türkiye'nin, "jeopolitik konum pazarlamacıları"na daha yüksek fiyatla satabilecekleri bir jeopolitik konumu zaten bulunmaktaydı.

1952 yılında NATO'ya girerek Güneydoğu Avrupa müttefiki olan Türkiye, Ortadoğu politikalarını Arap-İsrail dengesi gözeterek yürütmeye çalıştı. Bu dönemde çok belirgin bir şekilde Amerikan yanlısı bir politika izleyen Türkiye, Nasırizmin etkisiyle Sovyet nüfuzuna oldukça açık görünen Arap dünyasını da dikkate alarak İsrail'le ilişkilerini hep düşük profilli tutmaya özen göstermişti. Bu durum zaten Amerika'nın o dönemlerde Türkiye'den beklentileri ile de örtüşmekteydi. Zira, ABD'nin genel anlamda Ortadoğu özelde ise Filistin meselesiyle ilgili olarak Türkiye'nin "gölge etmemesinden başka" herhangi bir beklentisi yoktu.

Değişen Konjonktür, Değişmeyen Jeopolitik Konum Pazarlamacılığı

Sovyetlerin yıkılmasından sonra Sovyet karşıtı bölgesel ittifakların hızlı bir değişim gösterdiği bir ortamda Türkiye, yeni arayışlara sürüklendi.

Varşova Paktı'na karşı NATO için pazarlanan jeopolitik konum, Sovyetlerin çöküşüyle birlikte 40 yıllık geleneksel değerini kaybetmiş gözüküyordu. Soğuk savaş dönemi boyunca izlenen "statükocu pasif dış politika" tavrı sorgulanır olmuştu. "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Türk dünyası" söylemi, Batı ile Orta Asya ve Kafkaslar'daki Türk varlığı arasında köprü olma misyonu biçiminde formüle edilmeye başlandı. Soğuk savaş döneminde Turancılığı çağrıştırdığı için suç telakki edilen "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Türk dünyası" söylemi, ABD başkanı Clinton'un TBMM'de yaptığı konuşma ile "bölgesel süper güç Türkiye"nin yeni ulusal stratejisi olarak ortaya konur olmuştu.

Clinton TBMM'deki konuşmasında, Osmanlı'nın tarihsel ve jeokültürel zemininde bir bölge gücü olarak Türkiye'ye Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda çok önemli roller düştüğünü ifade etmişti.

Osmanlı'nın yıkılmasından sonra Ortadoğu'da eksik olmayan istikrarsız yapıya Sovyetlerin dağılmasından sonra şimdi Balkanlar ve Kafkaslar da yeni istikrarsızlık bölgeleri olarak dahil olmuştu.

Türkiye'ye, "Adriyatik'ten Çin seddine kadar Türk dünyası" ve Osmanlı hinterlandı çerçevesinde Ortadoğu'da oynamayı tasarladığı aktif rol heyecan verirken, Amerika açısından da Türkiye, Ortadoğu'ya ilaveten yeni istikrarsızlık bölgeleri olarak tanımlanan,  Balkanlar ve Kafkaslar açısından jeopolitik konumu nedeniyle önemli bir ülke olarak görülüyordu.

Türkiye'de, Irak'ın Kuveyt'i işgal ettiği Özallı dönemlerde Amerika'yla birlikte Irak'a girerek Musul ve Kerkük'te hak iddia etmeye kadar vardırılan "aktif dış politika" söylemine sahip bir kesim yanında, geçmişteki "statükocu ve pasif" olarak nitelendirilen geleneksel politikaları savunan ve Amerika/ NATO çerçevesinde yapılacak yeni tehdit değerlendirmelerini bekleyerek buna uygun bir dış politika seyri izlemeyi uygun gören kesim de bulunuyordu.

 "Aktif dış politika" söylemini maceracılılık olarak suçlayan geleneksel dış politikayı savunma açısından muhafazakar olarak nitelendirilebilecek kesim, Özal'ın ölümünden sonra Amerika tarafından yapılan yeni tehdit değerlendirmesine uyumlu bir politikayı tercih edeceğini ortaya koydu.

Geçmişin militan Turancılığı Özal'la birlikte ABD ile uyumlu bir neo-liberal pragmatizme kaymış olsa da TC dış politikanın Osmanlı ve Türk dünyası temelinde üretilmesi Ankara'nın tercihi olmadı.

Biz Bilmeyiz Büyüklerimiz Bilir

Askeri bürokrasi ile hariciye bürokrasisi, böylesi bir politikanın göreceli anlamda dahi olsa üreticisi olmak yerine, üretilmiş küresel politikaların kendilerine düşen kısmının uygulayıcısı olma rolünü daha tercihe şayan buldu. Buna göre, soğuk savaş sonrası için yeni bir küresel tehdit tespitinin yapılması beklenmeli ve yeni tehditler karşısında Türkiye'nin jeopolitik konumunun küresel aktör(ler)e pazarlanması yoluna gidilmeliydi. Nitekim NATO, soğuk savaş sonrası için yeni tehdit değerlendirmesini yaptı ve bu değerlendirmeye göre öncelikli tehditler, "uluslararası terörizm, kökten dincilik ve etnik bölgesel çatışmalar" olarak ortaya kondu. Etnik bölgesel çatışmaların adresi olarak, Balkanlar ve Kafkaslar gösterilirken, kökten dincilik ile de Ortadoğu'ya işaret edilmekteydi.

İşte Türkiye'nin soğuk savaş sonrasında ve Özallı yılların sona ermesi itibariyle izlediği dış politika stratejisinin ve İsrail'le "stratejik ittifak"a vardırılan ilişkilerin Amerika tarafından yapılan bu tehdit değerlendirmesine dayandığı söylenebilir.

"Kökten dincilik" ve "etnik bölgesel çatışmalar" kavramlarının 1990'lı yılların Türkiye'sinde Refah Partisi şahsında yükselen İslamcılığa ve PKK eylemselliğine tekabül ettiği var sayılıyordu.

"Kökten dincilik" söz konusu olunca İran'ın, PKK ve "terörizm" söz konusu olunca da Irak ve Suriye'nin söz konusu edilmesiyle hem Türkiye açısından hem de her yıl "terörizm"e destek veren ülkeler listesi yayınlayan Amerika açısından, Türkiye-İsrail ekseni gündeme geliyordu.

Böylelikle Türkiye, soğuk savaş sonrasının yarattığı boşlukta, ilk kez soğuk savaş dönemi boyunca hissettiği Amerikan himayesine yeniden mazhar olmaktaydı.

Yani TC, askeri bürokrasisiyle hariciye bürokrasisinin politika yapma noktasındaki olmazsa olmazları artık hazırdı: Küresel aktörlerce tayin edilmiş "tehdit" ve bu tehdide karşı küresel aktörlere pazarlanacak Türkiye'nin jeopolitik konumu. Zira, TC karar vericileri açısından dış politikanın üretilmesi demek, müttefiklerce öngörülen tehdide karşı Türkiye'nin jeopolitiğinin nasıl pazarlanacağını belirlemek demekti.    

Türkiye-İsrail stratejik ittifakının mimarlarından Çevik Bir, 24 Şubat 1998'de Amerikan Ulusal Güvenlik Üniversitesi üyelerine yaptığı Türkiye'nin Yeni Dünya Düzenindeki Rolü başlıklı konuşmasında bu arka plana işaret etmektedir. "Şu an devam etmekte olan süreçte dramatik gelişmeler yaşanmaktadır. Bunların en göze çarpanı da Batı İttifakının bir mermi ateşlemeden galibiyetiyle sonuçlanan soğuk savaştır. Batı tarafından sunulan değerler komünizmin, Varşova Paktı'nın ve SSCB'nin felsefesi, değerleri, sistemi ve pratikleri karşısında galebe çalmıştır. Bu iyimser gelişmelere rağmen etnik milliyetçilik, uluslararası terörizm, kitle imha silahları ve uzun menzilli füzelerin yayılması, dini fundemantalizm, komşu ülkelerin iç istikrarsızlığı ve silah ve uyuşturucunun yasalara aykırı biçimde işleyen trafiği gibi şekillerle yeni tehditler ortaya çıkmaktadır. Geleceğe umutla bakmamızı sağlayan gelişmeler göz ardı edilmeden bu yeni sorun alanlarının ele alınmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Müttefiklerin istisnai birlikteliği ve ayrılmazlığı, buna ilaveten NATO'nun kararlı ve caydırıcı gücü soğuk savaşın kazanılmasında kritik bir rol oynamıştır. İttifaktaki en geniş ve etkili ikinci orduya sahip Türkiye'nin de bu kararlı ve caydırıcı güçte oynadığı önemli rol  unutulmamalıdır.  NATO ortakları yeni düzenin barış ve güvenliği için adım atarken soğuk savaş sırasında paylaştıkları birliktelik ve işbirlikçilik ruhunu göstermeye devam etmelidirler."4

Önce Enver Sedat'la Begin arasında başlatılan Camp David süreci ardından da Oslo ile Arafat'ın İsrail'le görüşme masasına oturması, Ortadoğu'da iki farklı kutup yaratmıştı. Bunlardan birincisi; Amerika, İsrail, Mısır, Ürdün ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nün oluşturduğu İsrail'in bölgesel varlığını kabul edip uzlaşma sağlamaya çalışan kutup diğeri ise; İran, Suriye ve Irak'ın oluşturduğu karşı kutuptu.

Türkiye, birinci Camp David, Madrid ve Oslo süreçleri sonucu bu kutuplaşma ortaya çıkmadan önce de İsrail'le ilişkilerini sürdürmeye çalışmakla birlikte bu ilişkinin Arap ve İslam dünyasında yaratacağı tepkiyi göz önünde bulundurarak temkinli davranıyordu.

Fakat Amerikan planı olan "Ortadoğu Barış süreci", Türkiye'yi İsrail'le olan ilişkilerinde cesaretlendirdi. Öteden beri Amerikan yanlısı Ortadoğu politikalarıyla bilinen Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerini askeri profili yüksek ve kapsamlı bir şekilde geliştirme arzusu "Ortadoğu Barış süreci" sayesinde açık ve "kabul edilebilir" bir gerekçeye kavuşmuş oluyordu.

Güneydoğu Avrupa Müttefiki Ortadoğu Cephesinde

Dr. Yavuz Gökalp Yıldız'a göre, Ortadoğu'da her zaman bloklaşma dışında kalmaya özen gösteren Türkiye'nin bu kez kartlarını açıkça oynamasının üç sebebi vardı:

"Birincisi; Kuzey Irak'ta doğan otorite boşluğunun Türkiye'yi etkilemesi, ikincisi; Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinin iyi olması ve bölgede batılı güçlerin çıkarları için İsrail benzeri bir işleve sahip olması, üçüncüsü ise; Türkiye'nin son dönemlerde içine düştüğü yalnızlıktı."5

Peki "Türkiye'nin son dönemlerde içine düştüğü yalnızlık" ne anlama geliyor?  Bu sorunun cevabını Le Monde Diplomatik editörü Alain Gresh'in değerlendirmelerinde bulmak mümkün. Alain Gresh'e göre, Arap dünyasının ve özellikle de Şam'ın görüşünün aksine iki ülke arasındaki ittifakı hareketlendiren İsrail değil, Türk generalleridir. Soğuk savaş sonrası dönemde ülkenin yalnızlaşmasından endişe eden Türk ordusu, Türkiye'ye Amerika ve Birleşmiş Milletler'in Ortadoğu ve Körfez'deki Türkiye'nin önemini arttıracağını düşündükleri bölgelerdeki çıkarları çerçevesinde yeni bir rol arayışına girdiler.6

Bu değerlendirme, yukarıda yaptığımız "TC karar vericileri açısından dış politikanın üretilmesi demek, müttefiklerce öngörülen tehdide karşı Türkiye'nin jeopolitiğinin nasıl pazarlanacağını belirlemek demekti" yönündeki tespitimizi desteklemektedir.

TC Genelkurmayı ile İsrail Savunma Bakanlığı'nın imza koyduğu 23 Şubat 1996 tarihli Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasıyla belgelenen Türk-İsrail stratejik ittifakı, Türk dış politikası açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye, bu stratejik ilişkiyle birlikte ciddi bir politika değişikliğine sürüklenmiş ve yeni bir stratejik pozisyona yönelmiştir.

TC dış politikasında sürüklenme kavramı Amerika'ya yönelme ise Genelkurmaya işaret eder. Bu iki gücün birlikte şekillendirdiği bir dış ilişkinin herhangi bir dış ilişkiden farklı olacağı açıktır.

Hükümetler Deviren "Kararlılık ve Perspektif"

Karar vericiler, bu farklılığı "Türkiye-İsrail ilişkileri hükümetlere göre değiştirilemeyecek bir kararlılık ve perspektifle ele alınmaktadır" tespitiyle ortaya koymaktadırlar.

28 Şubat 1997 tarihli MGK kararları ve bu kararlar doğrultusunda başlatılan süreç, bu "kararlılık ve perspektif"in iç siyaseti bile belirleyecek kadar büyük boyutta olduğunu ortaya koymuş oldu. 

Ünlü 28 Şubat muhtırasından üç gün önce İsrail'de bulunan dönemin Genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı, İsrail'de yayımlanan Haaretz gazetesinin "Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan başkanlığındaki  hükümetin İran'la geliştirdiği ilişkilere dayanarak yönelttiği "İsrail'in 'know-how'ının (bilgi yöntem ve teknoloji) üçüncü ülkelere transfer edilmesi konusunda endişelenmesi için bir neden var mı" yolundaki soruya verdiği cevabın sonuna "laikliğin Türkiye'nin değişmez yapısı" olduğuna dair eklediği cümle anlamlıydı.7 

Bu cümlenin anlamını kavramak için biraz daha önceye gitmek ve Refah-Yol hükümetinin kurulduğu 28 Haziran 1996 tarihine dönmek gerekiyor.

Hatırlanacağı üzere Habitat zirvesine katılmak üzere Türkiye'ye gelen İsrail Cumhurbaşkanı Weizman Erbakan'ın başbakan olması üzerine yaptığı değerlendirmede: "Türkiye'ye daveti kabul etmemin bir sebebi de bu konuları soruşturmak. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i çok iyi tanıyorum ve onun, elindeki bütün gücü kullanarak, böyle bir gelişmeyi önleyeceğine inanıyorum. Ordunun da kenarda bekleyeceğini sanmıyorum." demişti.

Libya liderinin Erbakan'a söyledikleri için "iç işlerine müdahale" diye kıyameti koparan askeri bürokrasi ile hariciye bürokrasisinin Weizman'ın bu sözleri karşısındaki tavrı da yine bu ünlü "kararlılık ve perspektif"in bir göstergesiydi.

13 Haziran 1996 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Nurettin Nurkan, Weizman'ın ifadeleriyle ilgili olarak bir açıklama yapmış ve bunun, Weizman'in şahsi görüşlerini yansıttığını belirterek, "Şüphesiz Türkiye'nin iç konuları Türkiye'nin bileceği bir husustur. Bunun ötesinde bir yabancı devlet adamının yapmış olduğu açıklama konusunda herhangi bir yorumda bulunmak istemiyorum" demişti.

Türkiye'deki iç siyaseti dizayn etme potansiyeline sahip bu stratejik ittifakın, "Ortadoğu Barışına katkı" gibi sıradan bir diplomatik tercihe yönelik olmadığı, Türkiye'ye soğuk savaş sonrasında tayin edilen rolün bir gereği olarak bir bölgesel eksen olma anlamı taşıdığı söylenebilir.

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler bir stratejik ittifak olarak tanımlanabilir mi, ya da böyle tanımlansa bile bunun kapsamı nedir? Bu sorular, İsrail'de resmi düzeyde, Türkiye'de ise akademisyenler düzeyinde tartışıldı. İsrail'de diğer ülkeleri, bu cümleden Arap ülkelerini dikkate alan Dışişleri Bakanlığı stratejik ittifak vurgusu yapmaktan kaçındı. Buna karşılık Savunma Bakanlığı caydırıcı bir unsur olduğuna inandığından olsa gerek, Türk-İsrail ilişkilerinin ısrarla bir stratejik ittifak olduğunu vurguladı.

Türkiye'de ise, akademisyenler arasındaki kapsama dair ayrıntılardan kaynaklanan tartışmaları saymazsak Genelkurmayın İsrail'le ilişkiler konusundaki hassasiyetinin farkında olan tüm resmi çevrelerin, bu konuda kapsamı belirsiz bir stratejik ittifak kabulünde icma ettikleri söylenebilir.

 Dr. Gencer Özcan, "pakt, koalisyon, blok vb. kavramlarla zaman zaman eş anlamlı olarak kullanılan ittifak, iki ya da daha fazla egemen devlet arasında formel ya da enformel güvenlik işbirliği ilişkisi" tanımına8 işaretle Türkiye-İsrail ilişkilerinin bir stratejik ittifak olup olmadığını şu cümlelerle açıklıyor:

"Bu işbirliği, ortak amaca ulaşabilmek için öz kaynakları yetersiz kalan devletler arasında oluşabileceği gibi, işbirliği, belirlenen amaçlara daha az kaynak kullanımı ile daha kısa sürede ulaşılabilmesi gibi beklentilerle de biçimlenebilir. Dar kapsamlı amaçlara yönelik bir işbirliği girişimi olmadığı noktasından yola çıkılacak olursa, Türkiye İsrail işbirliğini, iki ülkenin güvenliğine katkıları bakımından bir ittifak olarak nitelendirmek mümkün gözükmektedir. Ancak ittifakların temel unsurlarından biri olan  "casus Feodaris" açısından yaklaşıldığında bu işbirliğini bir ittifak olarak nitelendirmek güçleşmektedir."9

Fakat İsrail Savunma Bakanı İzak Mordehay'ın, 1997'deki stratejik diyalog toplantısı öncesi Sabah gazetesine verdiği mülakatta söylediği "İran, Irak veya Suriye gibi ülkeler eğer güçlerini Türkiye'ye karşı kullanabileceklerini düşünürlerse, Türkiye'nin arkasında birleşik bir güç olduğunun farkına varacaklar. Bu güçlerin desteğiyle kimse bölgede Türkiye'ye bir şey yapamaz. Amerika Savunma Bakanı William Cohen ile stratejik durumu görüştüm. Amerika Dışişleri Bakanı Sayın Albright ve Amerika Genelkurmay Başkanı'yla da bu stratejik konuları görüştük. Sizin savunma bakanınızla da bu konuları görüşmeyi arzu ediyorlar. Bu bölgede herhangi bir tehdite karşı birlikte çalışabiliriz."10sözleri, iki taraf arasındaki ilişkilerin ittifak yapan ülkelerden birinin diğeri lehine ve üçüncü bir ülke ya da pakt aleyhine, destek vermesi ve bedel ödemesi konularını gündeme getiren "casus Feodaris" açısından da bir ittifak olarak ortaya konabileceğini gösteriyor.

Türkiye ve İsrail yetkililerinin zaman zaman "iki taraf arasındaki ilişkiler üçüncü bir ülkeye yönelik değil" türünden açıklamaları, yönelen tepkileri göğüsleyebilmek amacıyla sarf edilmiş diplomatik izahlar olarak da değerlendirilebilir.

Türk İsrail ilişkilerini, Amerika'nın özellikle 11 Eylül'den sonra somut bir şekilde uygulamasını başlattığı tek kutuplu dünya düzeni çabası bağlamından bağımsız, "Ortadoğu Barışı"na dönük salt bölgesel bir işbirliği arayışı olarak düşünecek olursak Dr. Gencer Özcan'ın çekinceleri haklılık kazanabilir. 

Fakat bu stratejik ittifakın asıl mimarı olan Amerika'nın özellikle 11 Eylül sonrasında giriştiği küresel dizayn çabaları ve Türk-İsrail ilişkilerinin bu çaba içerisinde düştüğü yer göz önünde bulundurulduğunda bu ilişkinin İzak Mordehay'ın ortaya koyduğu şekliyle tam bir stratejik ittifaka yönelik olduğu söylenebilir.

Her yıl rutin bir şekilde TC, İsrail ve ABD arasında Akdeniz'de yapılan "Güvenilir Deniz Kızı" tatbikatları da bu stratejik ittifakın sembolik bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir.

Sonuç

Türk-İsrail stratejik ittifakı, ABD'nin küresel dizayn çabasının Ortadoğu ayağında önemli bir eksen oluşturmaktadır. Bu ittifak Türkiye içerisinde 28 Şubat sürecinde oynadığı role benzer bir rolü bölgede oynayabilirse, ABD'nin bölgesel dizayn çabası başarıya ulaşmış olacaktır.

Her ne kadar Türkiye'deki son seçimler, halkın siyasi tercihinin 28 Şubat tercihinin aksi istikametine yöneldiğini ortaya koysa da yeni gelen hükümetin İsrail'le ilişkilerde etkisiz elaman konumunda bırakılacağı söylenebilir.

Yeni iktidarın, "hükümetlere göre değiştirilemeyecek bir kararlılık ve perspektif" kaderine razı olmaması, ABD'nin bölge dışı müdahalelerinden ve İsrail'in bizatihi varlığından kaynaklanan bölgesel istikrarsızlıkların ve çatışmaların sona erdirilmesi noktasında Türkiye'ye gerçekten tarihi bir öncülük rolü kazandırabilir.

Yeni iktidar, gerçekten ulusal stratejiler belirlemek ve bölgesel barışa tarihi bir katkı yapmak ile kendisine kader olarak dayatılan ve ülkemizi de yakacak olan küresel ve bölgesel savaş ateşine odun taşımak arasında bir tercih yapacaktı. Demokratik bir ülkede hükümetlere göre değiştirilemeyecek politik kararları kimlerin almakta olduğu sorusu, cevaplanması gereken hayatî bir sorudur. AKP'yi tek başına iktidara getiren temel olgunun, merkezden rahatsız çevre oyları olduğu sıkça vurgulanır. Dolayısıyla böylesi bir soruyu sormak herkesten çok AKP yöneticilerine düşmektedir. Fakat AKP hükümetinin, şu ana kadar içerideki fincancı katırlarını ürkütmeme politikasından dolayı, hep merkezi memnun etmeye dönük bir çaba içerisinde olduğunu söylemek mümkün.

 

Dipnotlar:

1- M. Sami Denker, "Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK" Boğaziçi yayınları, İstanbul 1997, s.94

2- Işıl Anıl, "Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye ve Arap İsrail Barış Süreci", "Türkiye ve Ortadoğu, Tarih, Kimlik ve Güvenlik", derleyen Meliha Benli Altunışık, Boyut Kitapları, Eylül 1999, s.182

3- Bu batılılaşma kararını, Fikret Başkaya'nın çok yerinde bir tespitiyle "oto-kolonizasyon" (kendi kendini sömürgeleştirme) kararı şeklinde okumak da mümkün.

4- Turkey's Role in the New World Order, Strategic Forum 135, by General Çevik Bir, Deputy Chief of Turkey's General Staff, Number 135, February 1998, İnternet adresi için bkz. http://www.ndu.edu/inss/strforum/forum135.html

5- Dr Yavuz Gökalp Yıldız, "Türkiye İsrail Birlikteliği ve Ortadoğu'da Yeni Dengeler", TTT dergisi

6- The Middle East Journal, Spring 1998

7- 25 Şubat 1997 tarihli Milliyet gazetesi, 28 Şubat süreci ve İsrail ilişkileri bağlamında daha ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Alptekin Dursunoğlu, "Stratejik İttifak, Türk İsrail İlişkilerinin Öyküsü" Anka Yayınları

8- Katja Weber, "Hiarachy Amidst  Anarchy: A Transaction Cots Approach to International Security Cooperation", International Studies Quarterly (Haziran 1997 ) C. XLI. No.2, s.322, ve F. Gregory, Gause, "Alliances, in the Middle East", Middle East Studies  Association Convention'a (Chicago, Illinois, 4-6 Aralık 1998) sunulan tebliğ, ss.1-2

9- Dr. Gencer Özcan,  "Türkiye İsrail Yakınlaşması: Nedenler, Parametreler ve Gelecek İçin Perspektifler" Friedrich Ebert Stiftung, İstanbul, Aralık 1999, s.8

10- 26 Nisan 1997 tarihli Sabah gazetesi