Kur’an-ı Kerim ve kıssalar

Ömer Mahir Alper

Giriş:

Kurtuluş ve hidayet kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, mesajını insanlara sunarken bunu salt kuru bir mana ve muhteva aktarımı şeklinde gerçekleştirmemekte; muhatabı cezbedici, onun ruhunun derinliklerine hitap edici fevkalade üslûp ve ifade tarzlarıyla yerine getirmektedir ki bunlardan belki de en önemlisi olarak -Kur'an'ın yaklaşık yarısına yakınını kaplayan- kıssaları görmekteyiz. Kur'an'daki bu kıssaların, mesajı aktarırken sunmuş olduğu edebi ve tarihsel yön birer vasıta olmaktan öteye gitmemekte bu nedenle zaman ve mekanla ilgili ayrıntılara, mana ve mefhumu ikinci plana itecek detaylara yer verilmemektedir. Nitekim Kitab-ı Mukaddesle bu çerçevede yapılacak mukayeseler bunun çok açık bir gerçek olduğunu ortaya koymaya yetecektir.1 Bu tesbit doğru olmakla birlikte Kur'an'ın, mesajını aktarmak için kullandığı malzemenin özellikle de tarihi malzemenin; ya da kıssaların üzerine bina edildiği şahısların ve şahıslar hakkında aktarılan bilgilerin tam olarak belli bir gerçeklik temeline dayanmadığını, bunların Kur'an'ın indiği dönemin kültürel yapısından alınmış mitler (esatiru'l-evvelin) veya hikayeler olduğunu iddia etmenin Kur'an çerçevesinde olaya yaklaşıldığında izahı mümkün görünmemektedir.

Kur'an'daki kıssaları sadece edebi bir tarz ve üslup olarak görmek, bu kıssaların dayandığı malzemenin doğru-yanlış olduğuna bakılmaksızın vahyin indiği ortamın kültürel yapısından alındığını ve kullanıldığını, böylece onların sadece vermek istediği mesaja "kulak verme"nin anlamlı olacağını söylemek Kur'an'ın haddi zatında bütününe yönelik bir olumsuz yaklaşımı barındırmakta, onun "hakk" ile indirildiği gerçeğine tezat teşkil etmektedir.

Kur'an'daki kıssalara yönelik böyle bir "negatif" ve "eleştirel" yaklaşımı İslam dünyasında ilk defa olarak Mısır'da el-Ezher Üniversitesi'nde 1950'li yıllarda M. Ahmet Halefullah tarafından hazırlanan el-Fennu'l Kasasi fi'l-Kur'an adlı doktora çalışmasında görmekteyiz. O dönemde büyük tartışmalara neden olan, tez danışmanı Ahmet Emin'in, "Tezi okudum, tez fevkalade bir tezdir. Temel konusunu Kur'an'daki kıssaların edebi bir olay olduğu, her edebi eser gibi, bu kıssalarda da tarihsel doğruluğa bakılmaksızın yaratıcılığa ve orjinalliğe önem verildiği şeklindeki düşünce oluşturmaktadır"2 dediği böyle bir tez daha sonra Ulumu'l- Kur'an ile ilgili çalışmalara yeni bir bölümün ilavesini gerektirmiş ve böylece tartışma kısmen de olsa devam ettirilmiştir.

Halen bazı akademisyen ve yazar tarafından savunulmaya çalışılan3 Halefullah'ın Kur'an kıssaları konusundaki iddiasının benzer bir biçiminin Batı'da Kitab-ı Mukaddes çerçevesinde yapıldığı bilinmektedir. Özellikle Kitab-ı Mukaddes üzerinde aydınlanma sonrası yapılan çalışmaların sonuçlarından biri Kutsal Kitap'taki tarihsel bilgilere ve hikayelere bakıştaki değişiklik olmuştur. Bilimsel gelişmelerin ortaya çıkması ve bu alandaki ilerlemeler açık bir biçimde Kitab-ı Mukaddes'teki ifadelerle çelişiklik arz etmiş, böylece bu çelişikliği bertaraf etmek için yeni "yorumlamalara gidilmiş, yeni yöntemler tesbit ve tayin edilmeye çalışılarak Kutsal Metinler'deki bu tarihsel olaylar ve zaman-mekan içerisinde verilen bilgiler gerçek tarihi olaylar ve bilgiler olmaktan ziyade, "tarihsel ve dökümanter kritisizm" yoluyla insan kültürünün etkisi altında ortaya çıkmış malzemeler olarak algılanmaya başlanmıştır.4 Artık Kitab-ı Mukaddes'te pek çok mitsel öyküler anlatıldığı, gerçek manaya nüfuz edebilmek için bu mitsel öykülerdeki sembolleri çözmek gerektiği ve aslolanın verilmek istenen mesaj olduğu te­zinin "Symbolic Theology" gibi alt-disiplinler yoluyla felsefesi yapılmaktadır.5

Kur'an-ı Kerim'deki kıssalara böyle bir yaklaşımın yolu tamamen kapalıdır. Hiç bir "kesin" bilimsel bilgi Kur'an'daki kıssalarda verilen verilerle çelişiklik arz etmemektedir. Zülkarneyn kıssasında bugünkü coğrafya ve astronomi bilgisine aykırı ifadelerin yer aldığı şeklindeki iddialar6 Kur'an'ın gerçekliği olmayan mitlere yer verdiği şeklinde değil, "pratik dil"e önem verdiği, mecaz ve diğer sanatları bir üslûp ve ifade tarzı olarak benimsediği şeklinde anlaşılmalıdır.

Şimdi, Kur'an'daki kıssaların yapı ve özelliklerine, ilk iddia sahibi olarak Halefullah'ın konuyla ilgili yaklaşımı ve bu yaklaşımın Kur'an çerçevesinde nereye oturduğuna geçmeden önce "kıssa" kelimesinin anlam yapısı üzerinde çok kısa da olsa durmak yararlı olacaktır.

Kıssa Kelimesinin Anlam Çerçevesi:

"K-s-s" kökünden türeyen kıssa kelimesinin (çoğulu kasas) anlam yapısı incelendiğinde kökeninde kesmek, açıklamak, anlatmak, izini sürerek adım adım takip etmek, haber vermek, göğüs, göğüs kemiği, göğsün başı, bir şeyin ortası gibi anlamları taşıdığı görülecektir.7

Kur'an-ı kerim'e bakıldığında kelimenin "kıssa" şeklinde değil de aynı kökten gelen, aslında isim olup mastar yerine de kulanılan "kasas" biçiminde (62/3, 12/3, 28//25, 18/64, 12/111) ve "kasasna, nakussu, lem naksus" gibi (4/164, 7/101, 12/5) fiil hallerinde kullanıldığı müşahade edilmektedir. Anlam olarak bakıldığında kelime peygamberlerin hayat hikayelerine verilen bir isim olarak (kıssalar) geçtiği gibi, anlatmak, bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, takip etmek, izlemek gibi manalarda da pek çok yerde kullanılmaktadır. Şu halde bu kelime ve anlatım üslûbunun Kur'an'da kullanılışı şu tarihsel gayeye dikkat çekmek istemektedir: Geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu suretle insanların unutmuş bulundukları veya gafil oldukları olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak, derinden derine tefekkür alanına çıkarmak. İşte bundan dolayı da Kur'an "kıssa" kelimesi yerine ilk bakışta daha uygun gibi görünen "hikaye" kelimesini kullanmamıştır. Çünkü hikaye kelimesinin lügat manası; bir şeyin aynısını ve benzerini getirmek anlamına gelmektedir. Arapça'da "Heka anhu'l hadis" (ondan sözü hikaye etti) deyince; söz, fiil ve diğer hususlarda teferruatta aynısını nakletti demek olur. Yine Arapça'da hikaye denilince ister vuku bulsun, ister hayali olsun anlatılan her şeye hikaye denir ki, bu anlam Kur'an kıssalarının mahiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz.

Kur'an-ı Kerim kıssalar konteksi içerisinde geçmiş tarihi olaylar hakkında kasas kelimesi dışında nebe (çoğulu enba), Asr-ı Saadette vuku bulan hadiseler için de haber (çoğulu ahbar) kelimelerini de kullanmıştır. Ancak kasas kelimesi dışındaki farklı kelimelerle de ifade edilen Kur'an kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta vukuu kesin tarihi olaylar ve haberler olmasıdır.8

O halde kıssa kelimesi günümüzde çağrıştırdığı anlamın ötesinde Arapça'da hayal, tahrife, yanlışa dayanmaksızın gerçek, vakii olaylar hakkında kullanılan bir kelimedir ve aynı anlamı çağrıştırdığı düşünülen ama gerçekte vakiilik gibi bir özellik taşımayan diğer kelimelerden ayrıştırılması gerekmektedir.

Kur'an Kıssalarının Vakiiliği Problemi:

Yukarıda kısaca temas edildiği üzere 1950'li yıllardan itibaren İslam dünyasında Kur'an kıssaları konusunda yeni bir tez ortaya atıldı. Mısır'da M. Ahmet Halefullah tarafından Ezher Üniversitesi'nde yapılan doktora çalışmasında ilk olarak sistemli bir biçimde ortaya atılan bu tez, çeşitli çevrelerde, özellikle ortaya atıldığı yıllarda geniş tartışmalara yol açtı. Halen bazı kesimlerce ifade edilmeye çalışılan tezin temel görüşü, Kur'an'daki kıssaların edebi bir olgu olduğu, mesajı aktarmak için dönemin kültürel ikliminden ve malzemesinden yararlanılarak, doğru-yanlış olduğuna bakılmaksızın Kur'an kıssalarının oluşturulmuş olduğu şeklinde özetlenebilir. Halefullah'a göre Kur'an kıssalarına tarihsel bir değer yüklemek, onları tarihin gerçek verileri kabul etmek anlamsız olacaktır. Kur'an indiği dönemin bu masallarını, mitlerini yani esatiru'l-evvelini kendi yüce gayesi için almış ve kullanmıştır. Bu sebeple onlarda hakka, vakıaya ve tarihe uygunluk aranmamalıdır. 9

Halefullah'a göre zaten Kur'an, müşriklerin Kur'an'ı "esatirü'l evvelin" (eskilerin masalları) diye nitelemelerini reddetmemiştir. Reddettiği, Kur'an'ın Hz. Muhammed ya da bir başkası tarafından meydana getirildiği fikridir. Buna karşılık Allah Teala Kur'an'ın kendisi tarafından indirilmiş olduğunu vurgulamaktadır. Madem ki Kur'an-ı Kerim'in karşı çıktığı nokta bunların Allah'a izafe edilmemesidir o halde Kur'an'a "esatir" demenin hiç bir sakıncası yoktur; çünkü böyle demekle hiç bir Kur'an nassına karşı gelinmiş olunmamaktadır.10

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Kur'an kıssaları konusunda Halefullah ve onun gibi düşünenlerin temel kalkış noktası Kur'an'ın bizatihi kendisi değildir. Şöyle ki, Kur'an-ı Kerim pek çok ayet-i kerimesinde kendisinin hak olarak geldiğini (13/19, 28/48, 23/80 vb.) ve hakkın gelmesiyle batılın yok olacağını vurgulayarak bütün olarak Kur'an'a gerçekliğin ifadesi olarak bakılmasını istemektedir. Zaten vahye ve nübüvvete imanın gerçekleştiği ana nokta da burada yatmaktadır.

Paralel olarak Kur'an-ı Kerim daha hususi bir biçimde kıssalar için de aynı vurguyu yapmaktadır. Kehf Suresi'nin girişinde bu gerçek şöyle ifade edilmektedir:

"Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz (nekussu): Onlar Rabblerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık." (18/13)

Ali-i İmran Suresi'nde ise, Zekeriyya, Meryem ve İsa'nın durumu, başlarından geçenler ve yaşadıkları tecrübeler aktarıldıktan sonra şöyle duyrulmaktadır:

"Bu, gerçek kıssanın (el-kasas) ta kendisidir. Allah'tan başka tanrı yoktur. Allah elbette aziz ve hikmet sahibidir." (3/62)

Yine Maide Suresi'nde: "Onlara iki Ademoğlunun haberini gerçek olarak oku." denildikten sonra Adem'in oğullarının "kıssası" anlatılmaktadır.

Görüldüğü gibi ayet-i kerimeler çok açık bir biçimde geçmiş olay ve "kahramanlarla" ilgili aktarılanların "gerçek" olduğu üzerinde ısrar etmektedir. Bu gayet tabiidir de; zira aksi halde Allah Teala'nın "elbette onların kıssalarında (kasas) akıl sahipleri için ibretler vardır." (11/112) buyurmasının bir anlamı kalmayacaktır. Çünkü "ibret" vakıaya dayalı olarak elde edilecek bir sonuçtur. Yalana, hayale, gerçek dışılığa dayalı bir olay ve yaşantıdan ibret almak mümkün olamaz. Üstelik kıssaların yegâne gayesi de ibret vermek değil, bazen Ai-i İmran Suresi'nde İsa ile ilgili açıklamalarda da görüleceği üzere Allah Teala'nın peygamberleri hakkında doğru ve gerçek bilgiyi aktarmak istemesi, bunun temelinde yanlış inançları bertaraf ederek sahih bir itikadı oluşturma amacını gütmesidir.

Yine bir başka yönden Allah Teala daha önceki mücadele örneklerini anlatarak, onların başından geçen sıkıntılara rağmen "kazandıklarını" ortaya koyarak başta Hz. Peygamber olmak üzere tüm müminleri teselli etmesi, bu olayların tarihsel olarak gerçekliğinin tesbit edilmesiyle hedefine varmış olacaktır.11

Halefullah, Kur'an'ın kıssaları "gerçek" (sahih) sıfatıyla nitelendirdiğinin farkındadır. Fakat o Kur'an'ın bu nitelemesini kıssaların kendisine değil, kıssalarla amaçlanan gayeye hamlederek12 tamamen dilin sınırlarını aşmış ve ayet-i kerimeleri açık manalarından başka bir manaya zorlamıştır.

Kur'an-ı Kerim bir başka açıdan da kıssaların gerçek ve hak olduklarına işaret etmektedir. Hemen hemen her kıssadan sonra Kur'an'ın bu kıssaların gayb haberlerinden olduğunu ve bu olaylar vuku bulduğunda Hz. Muhammed'in orada hazır bulunmadığını vurgulaması bunun açık kanıtıdır.

Çünkü kıssalar vakii olmasaydı Kur'an'ın, Hz. Muhammed'in bu anlatılan olaylara tanık olmadığını, bunların gaybi haberler olduğunu söylemesinin bir anlamı da olmayacaktı.13 Mesela Kur'an, Hz. Zekeriyya ile Meryem'in kıssalarını anlattıktan sonra şu ayetlere yer vermektedir:

"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb aleminin haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin." (3/44)

Bir başka yerde, Hz. Yusuf kıssası anlatıldıktan sonra şöyle buyrulmaktadır:

"Bu (anlatılanlar) sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin." (12/102)

Bütün bu ayetlere rağmen Halefullah, iddiasını gerçekte bir takım zanni rivayetlere ve şaz görüşlere dayandırmakta, o çerçevede görüşlerine dayanak aramaktadır. Nitekim "vakii olmayan" Kur'an kıssalarının temel nedeni olarak Hz. Peygamber dönemindeki Ehl-i Kitab'ın, özellikle Yahudiler'in Hz. Peygamberin nübüvvetinin şahinliği konusundaki kriterlerini göstermektedir. Esbab-ı nüzul çerçevesinde olaya yaklaşan Halefullah'a göre, Yahudiler Hz. Peygamber'in doğru bir peygamber olduğunun kriteri olarak O'nun geçmiş olaylar hakkında bilgi sahibi olup olmadığını esas alıyorlardı. Dolayısıyla Hz. Peygamber'e geçmiş olaylar hakkında bir takım sorular sordurtarak O'nu yüklüyorlardı. İşte buradan hareketle Kur'an Hz. Peygamber'in doğru (sadık) bir peygamber olduğunu isbatlamak için gaybla ilgili olayları Kitab-ı Mu-kaddes'e, yani Ehl-i kitab'ın bildiklerine uygun olarak aktarıyor ve bu aktardıklarının tarihsel gerçekliğini nazarı dikkate almıyordu.14 Anlaşılacağı üzere böyle bir yaklaşım her şeyden önce temel metodik bir yanlışlığı kendisinde barındırmaktadır. Birtakım zanni esbab-ı nüzul rivayetlerine dayanarak muhkem ve mütevatir Kur'an nasslarını mahkum etmek ancak tamamen önyargılı bir yaklaşımın sonucu olabilir. Kaldı ki Kur'an'ın kendi gerçekliğini, nebisinin sıdkını isbat etmek için tamamen farklı objektif kriterleri vardır. Onun meydan okuyuşu da bu çerçevede cereyan etmektedir. Oysa Halefullah'ın yaptığı gibi Kur'an'ın kendi doğruluğunu ve nebisinin sıdkını isbatlamak için Ehl-i kitab'ın "gerçek dışılıklarına" müracaat ettiğini iddia etmek Kur'an'ın "yalan"ın her türlüsüne savaş açan karakteriyle asla bağdaşmayan bir iddia olarak karşımızda durmaktadır. Hem bu nasıl mümkün olabilir ki? Yahudilerin ve Hristiyanların ki dahil her türlü sapkın inanç ve eylemlere karşı şiddetli tavır alan Kur'an şirke prim vermeyerek "muhalif güçlerin" gazaplarını celbederken onları efsanelerle mi razı edecektir? Bu mümkün müdür? En temel esaslarda redde uğrayan Ehl-i Kitap efsanelerle avutulabilir mi? Asla. Nitekim Kur'an bu gerçeği şöyle haykırmaktadır: "Sen onların kendi dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ne de Hristiyanlar senden razı olmazlar. "Asıl doğru yol Allah'ın yoludur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz." (2/120)

Halefullah'ın iddiasını isbatlamak için ileri sürdüğü bir başka delil ise Kur'an'da yer alan aynı kıssanın farklı lafız ve ifadelerle Kur'an'ın farklı yerlerinde yer almış olmasıdır. Ona göre Kur'an bir kıssayı anlatırken farklı kelime ve ifadeleri kullanmakta ve hatta bu farklı kelime ve lafızlar birbirleriyle çelişki arz etmektedir. Bu durumun sebebi yine onun iddiası çerçevesinde Kur'an'ın kıssaların gerçekliğine önem vermemesidir."15

Hemen belirtelim ki, bu tarz bir yaklaşım Kur'an'ın ilahi kökenli oluşuna halel getirici bir yaklaşımdır. Çünkü Kur'an kendisinin ilahi kaynaklı oluşunu ortaya koyarken en temelde onun çelişkisiz bir kitap olma özelliğini öne sürmektedir. Nitekim şöyle buyrulmaktadır: "Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı." (4/82) Kaldı ki Kur'an'ın bu farklı kelimeleri seçmesi ve farklı ifadeler kullanması tamamen kıssanın anlatıldığı ortamın farklılaşması ya da farklı ortamlarla ilgili farlılıklar ve farklı noktalara temas etmek için konulmuş olan değişikliklerdir. Her ifade ve lafız kendi bağlamı ve yönü içerisinde ele alındığında iddia sahibinin görüşünü destekleyebileceği bir unsur kalmayacaktır.16

Halefullah'ın yukarıda kısmen temas edildiği üzere konuyla ilgili bir başka iddiası da müşriklerin "esatiru'l-evvelin" (evvelkilerin masalları) diyerek suçlamada bulunmalarını Kur'an'ın reddetmediği, dolayısıyla Kur'an'a esatir (masallar) demenin Kur'an nasslarıyla bir çelişki arz etmediği şeklindedir. Ona göre Kur'an müşriklerin, "esatiru'l-evvelin" demelerinin ardından öldükten sonra dirilmeye inanma, nebiye uymanın gerekliliği gibi ilkeleri reddetmelerine cevap vermekte ve onları bundan dolayı tehdit etmektedir.17 Oysa Kur'an dikkatlice incelendiğinde olayın hiç de bu çerçevede cereyan etmediği anlaşılacaktır. Konuyla ilgili ayetler gözden geçirildiğinde (6/25, 8/31, 16/24, 23/83 vd.) müşriklerin Kur'an için şair sözü, sihir vb, demeleri gibi "esatiru'l-evvelin demeleri de tamamen Kur'an'a karşı girişilen tavrın bir sloganı olarak karşımıza çıkmaktadır:

"Onlara "Rabbiniz ne indirdi?" dendiği zaman "evvelkilerin masalları" derler." (16/24)

Görüldüğü gibi evvelkilerin masalları ifadesi ve nitelemesi "indirilene" topyekun bir karşı çıkmanın adıdır. Dolayısıyla nasıl olur da "Kur'an buna itiraz etmiyor" denilebilir? Aşağıda vereceğimiz örneklerde açıkça görüleceği gibi müşrikler sadece kıssalarla ilgili olarak değil vahyin getirdiği temel ilkeleri de hurafe, saçma, efsane ve masal yani esatiru'l-evvelin ile nitelendirerek reddetmektedir. Nitekim Kur'an'ın öldükten sonra dirilme (ba's) gerçeğini müşrikler esatiru'l-evvelin diyerek şöyle reddetmektedir:

"Öldüğümüz, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı, biz mi diriltileceğiz?" dediler. Andolsun bu tehdit bize de, bizden önce atalarımıza da yapıldı. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir." (23/82-83)

Görüldüğü gibi müşrikler ahiret inancını reddetmekte bunun ta eskiden beri söylene gelen bir hurafe (esatiru'l-evvelin) olduğunu belirtmektedirler.

Çok daha açık ve vurgulu bir ayet ise:

"Fakat o kimse ki anasına babasına : "Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken, siz benim çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? dedi. Onlarsa Allah'a sığınarak "Yazık sana, inan; Allah'ın sözü gerçektir" derken o: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" der." (46/17)

Burada da dirilmeyi inkar eden ve bunu da "esatiru'l-evvelin" nitelemesiyle yapan kişinin karşısına Allah'ın sözünün "gerçek" olduğu nitelemesiyle karşı çıkılıyor.

O halde ; "Kur'an esatiru'l-evvelin nitelemesine karşı çıkmıyor" demek, "Kur'an kendisini yalanlayanlara karşı çıkmıyor" demektir ki bu Halefullah'ın nasıl temelsiz ve çürük bir zeminde hareket ettiğini göstermektedir. Aksine Kur'an bu nitelemeye tamamen karşı çıkmakta ve kendisinin hak (gerçek) olduğunu ortaya koyarak karşı tutum sergileyenleri azapla tehdid etmektedir. Nitekim Nahl Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır:

"Onlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiği zaman, "evvelkilerin masalları" derler. Ki kıyamet günü hem kendi veballerini tam olarak yüklensinler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin veballerinden bir kısmını. Bak ne kötü şey yükleniyorlar." (16/24-25)

Bir başka yerde ise şöyle ifade edilmektedir:

"Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin masalları" der. Biz onu, burnunun üzerine damga vurup işaretleyeceğiz." (68/15-16)

Sonuç:

Sonuç olarak denilebilir ki, Kur'an-ı Kerim'deki kıssalar bir üslûp ve ifade tarzı olarak "mesaj" aktarmada önemli bir fonksiyona Sahiptir. Bununla birlikte bu, Kur'an'ın kıssaları oluşturmada kullanmış olduğu malzeme ya da içeriğin vakii yani gerçekten olmuş, yaşanmış olaylar olmadığı anlamına gelmemektedir. Kur'an-ı Kerim her yönüyle hakkın, gerçekliğin en zirve noktasıdır. Onun yalana, yanlışa ya da hayale dayalı malzemelerle "batıl" ile mücadele ettiğini söylemek, bilerek ya da bilmeyerek külli anlamda vahye karşı bir kuşkuyu da beraberinde getirmektedir. Kur'an, "esatiru'l-evvelin"e karşı savaş açmışken onun esatiru'l-evveline dayanarak hakkı ortaya koymaya çalıştığını iddia etmek, hele hele onun kendisi hakkındaki "esatiru'l-evvelin" ithamına karşı çıkmadığını savunmak kasıtlı bir anlayış değilse, önyargılı bir bakışın sonucu olsa gerektir. Bu önyargı tüm iddialara rağmen, Kur'an-ı Kerim'i temel almamanın ve tüm karşı çıkmalara rağmen "zan"na tabii olmanın doğal bir eseri olarak tezahür etmektedir.

Dipnotlar:

1- Mesela Hz. Adem ve Nuh kıssalarının mukayesesi için bkz. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, s. 14, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1992

2-Menna el- Kattan, Mebahis fi Ulumi'l- Kur'an, s. 308-309, Riyad,1981 Naklen; Ahmet Emin, Mecelletu'r - Risale.

3-Bu savunuya Türkiye örneğinde Hikmet Zeyveli ve Salih Akdemir gösterilebilir. Hikmet Zeyveli Kur'an'daki kıssaları sembolik, tarihi ve edebi olmak üzere belirli bölümlere ayırmakta ve her alandaki kıssaları kendi kategorisi içerisinde değerlendirmeyi ve tahlil etmeyi savunarak, "nitekim bir eser, sahneye konulurken bazı tasarruflar yapılabilir ve bu o eserin tahrifi demek değildir. Gerçek dışı, gerçek üstü görülen öğeler bile insanlara ibret verici olur. Allah Teala da kıssaları kullanırken işin bu hidayet edici özelliğini muhafaza etmiş ve fakat tarihi olması noktasında bir ısrarda bulunmamışsa bizim getirip bu kıssaların hepsini tarihi değer içerisinde mütalaa etmemiz kendimize bir takım açmazlar ihdas etmemiz demektir" diyerek Zülkarneyn kıssasındaki "Güneşin doğduğu ve battığı yer" ifadesinin bugünkü coğrafya bilgileriyle izah edilemeyeceğini savunmaktadır. O halde bunlarda gerçeklik aramaktan ziyade ibret verici yön ve mesaj aranmalıdır. Hikmet Zeyveli, Müzarekereler (1), 1. Kur'an Sempozyumu Tebliğler- Müzakereler s. 141-143, (Ankara 1994). A.Ü. İlahiyat Fakültesi Profesörü Salih Akdemir ise "Ben şahsen Hikmet Beyi burada dinlememiş olsaydım kahrımdan ölür giderdim. Burada Hikmet Bey'e özellikle teşekkür ederim. Bu yaklaşım, yani hamasi sözler ve kıssaları gerçek kabul etmek bizi bir anlamsızlığa iter ve içinden çıkılmaz bir duruma sokar." diyerek konuyla ilgili yaklaşımını ortaya koymaktadır. Salih Akdemir, Cevaplar, a.g.e. s. 163

4- John H. Hayes, Biblical Exegesis, s. 142-143, USA, 1988

5-John Maccuarrie, Principles of Christian Theology, s. 131-132,179, New York, 1977; John R. Hinnelis, Dictionariy of Religions, "Myth", "Demytlıology" maddeleri, London, 1984

6-Hikmet Zeyveli, a.g.e., s. 142

7-İbn Manzur, Lisanu'I-Arab, k-s-s maddesi

8- İdris Şengül, "Kur'an Mesajını Ulaştırmada Kıssaların Önemi", 1. Kur'an Sempozyumu, s. 133-135; Sadık Kılıç, "Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar" a.g.e., s. 88-89; Adnan Muhammed Zerzur, Ulumu'l-Kur'an s. 262, Beyrut 1991

9- M. Ahmet Halefullah, el- Fennu'l-Kasasi fi'l-Kur'ani'l-Kerim, s. 131, 254, 255,257, Kahire 1972

10-M. Ahmet Halefullah, a.g.e., s. 178,180

11- Kur'an'daki kıssaların diğer gaye ve hedefleri için bkz. Seyyid Kutup, Kur'an'da Edebi Tasvir, s. 221 vd. çev. Süleyman Ateş, Ankara 1969; M. Sait Şimşek, a.g.e. s. 69 vd.

12-M. Ahmet Halefullah, a.g.e., s. 257

13-M. Sait Şimşek, a.g.e., s. 52

14-M. Ahmet Halefullah, a.g.e., s. 20-22

15-M. Ahmet Halefullah, a.g.e., s. 131

16- Dil yönünden herhangi bir çelişkinin olmadığının tahlili bir açıklaması, bkz. M. Sait Şimşek, a.g.e., s. 55 vd.

17- M. Ahmet Halefullah, a.g.e., s. 178-179