Kitle İmha Silahları Ve İsrail

Turan Kışlakçı

"Arapların petrolü varsa, bizim de kibritimiz var" Ariel Şaron

Parlak bir ateş topu, arkasından da basınç ve ısı şokunun dalgası ilerlemekte, 'sıfır nokta' merkezli bir yarımküre şeklinde büyümekte. Ateş topuna istemeyerek dahi bakmanız gözünüzü kör edecek. Bu da o kadar önemli değil, çünkü sırada şok dalgası var ve dehşet verici şekilde metropol şehrin ortasına kulakları sağır edercesine düşüverecek. 600 m çeperindeki basınç şoku ve onca yüksek basınçtaki sıcak hava; önce kulak zarlarınızı yırtacak, bir yandan da siz isteyin ya da istemeyin, hışımla akciğerlerinize dolacak ve alveollerinizi patlatacaktır. Aynı anda, yarım metrekarelik vücut profilinizin patlamaya dönük tarafından 7 tonluk bir ağırlık hissedeceksiniz, ancak yere düştüğünüzü hissedemeyeceksiniz. Çünkü düştüğünüz yere şok dalgası ulaşacak ve vücudunuzun yüzeyine 4 milyon kalori enjekte edecektir. Bu, 350 kg petrolün, vücudunuzun yüzeyine homojen olarak yayılıp, anında yakılmasına eşdeğerdir; yumuşak dokuların hepsi anında buharlaşıp iyonlaşır ve geriye iskeletinizin sadece, kömürleşmiş inorganik bileşenleri kalır. Şehre düşen ateş topunun kurbanlarından en şanslı olanları, herhalde ateş topunun kafasına isabetiyle ölen şahıslar olacaktır. Binaların içinde yakalanan insanlarsa, basınç ve ısı şokundan kısmen korunmuş olmakla beraber, çöküntü altında öleceklerdir. Çünkü daire içindeki binaların; patlamaya bakan metrekaresine 14, örneğin 10x10 m'lik bir cephesine 1400 tonluk yükler binecektir. En güçlüleri de dahil olmak üzere, hepsi yerle bir olmakta, köprülerle, yüzeye yakın tüneller bile çökecektir. Binlerce dereceye varan sıcaklığın etkisiyle metaller eriyecek, yeraltındaki su ve gaz boru hatlar patlayacak, etrafa su ve gaz püskürmeye başlayacaktır. Fakat ortalıkta alevli yangın olmayacak. Çünkü saatte 2300 km hızla esen rüzgar, kavurucu sıcağına karşın buna izin vermemekte ve her türlü yangın başlangıcını, silip süpürerek söndürmektedir. Patlamadan 6 saniye sonra, şok dalgasının yarıçapı 2400 metreye ulaşmış, hızı saatte 1500 km.ye kadar azalmış olacaktır. Tuğla ve ahşap binalar yerle bir olur. Betonarme yapılarsa ağır hasar görmekte ve tüm camlar kırılıp iç duvarları çökerken, pencerelerden içeri girip her tarafı yalayan ultrasıcak hava; perde, yatak, mobilya, gibi; zaten havada uçuşmakta olan yanıcı eşyanın hepsini anında alevlendirmektedir. İçerdeki insanların yarıdan fazlası, düşen cisimlerin isabetiyle ya da yanarak ölür. Yıllarca artık bu şehirler yaşanmaz hale gelir. Hayalet şehir görünümü alırlar ve hiçbir canlı buralarda yaşayamaz. Hatta, 'sıfır noktası' civarında bulunup kurtulan insanların da yıllarca radyasyondan kaynaklanan ölümcül hastalıklar bırakmayacaktır. İşte tasvir etmeye çalıştığımız bu olay, bugün tüm dünyanın yüz yüze bulunduğu bir hakikat. Bu ateş topu bir nükleer bomba... Bu bombanın neler yapabileceği az da olsa burada size tasvir etmeye çalıştık.

Devasa nükleer, kimyasal ve biyolojik silah cephaneliklerine sahip ülkeleri hatırladıkça, eski CIA yöneticisi James Woolsey'in "21. yüzyıl gürültülü geçecek" ifadelerine katılmamak elde değil. Bu yüzyıl gerçekten de, 20. yüzyılda tanıklık ettiğimiz savaşlardan daha çetin ve şedit geçecek. Hem de bu yüzyıl,tahayyül bile edemeyeceğimiz hayalet görünümlü bir dünya bırakacaktır bir sonraki nesle. Bunu görmek için, kahin olmaya gerek yok; sadece nükleer, kimyasal ve biyolojik silah depolayan ülkelerin geçmişte yaptıklarına bakmak kafi. ABD'den Nagasaki'ye atılan bombanın gücü 19 kiloton idi. Bu yaklaşık 20 bin ton dinamitin patlamasına eşdeğer bir bomba demekti ve 2000 adet 10 tonluk kamyonun her birinin tamamıyla dinamitle doldurulup hepsinin aynı anda patlamasında ortaya çıkan gücün etkisine yakındı. Nagasaki'ye atılan bombanın da, ilk ilkel nükleer silah olduğu unutulmamalıdır. Geçen zaman içinde bundan 6500 kat daha fazla tesire sahip nükleer bombalar yapıldı. 1954 yılında Sovyetler Birliği'nin patlattığı termonükleer bomba, Hiroşima'ya atılandan 6500 kat daha güçlüydü. Şimdi bu gerçekle birlikte bugün on binlerce kimyasal, nükleer ve biyolojik silahları bulunan devletleri düşünün. Sizce bu ülkeler, ekonomik krizler, açlık, sefalet ve çevre kirliliğine rağmen neden tüm ekonomilerini silahlara yatırıyorlar? Artık, muhtemel bir dünya savaşının dünyayı cehenneme çevireceğini kestirmemek imkansız gibi.

Birinci Dünya Savaşı'nda yaygın olarak mustard gazı (kimyasal bir silah) kullanılıyordu; bu gaz askerlerde büyük acı ve hasara yol açarken askeri çatışmanın sonucunu büyük ölçüde etkilemiyordu. Batı güçlerinin bundan çıkardığı ders, kimyasal savaşın karşılıklı olarak reddedilmesinin herkesin iyiliğine olacağıydı. Bu kararın uygulanması için uluslararası bir antlaşma imzalandı ve gerçekten de İkinci Dünya Savaşı'nın büyük kısmında antlaşmaya uyuldu. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı İtilaf Devletleriyle İttifak Devletleri arasında, sonunda atom bombasının yapılmasına yol açacak bir yarışa tanık oldu. Bugün bu yarışı kazananın ABD olduğunu ve bombayı Almanya üzerinde değil, Japonya üzerinde kullandığını biliyoruz. Japonya ve başka pek çokları, bu kararın nedeni olarak Almanların Avrupalı, Japonlarınsa Asyalı olmasını gördü. Savaş sırasında kimyasal silahların yanı sıra biyolojik silahlar üzerine de araştırma yapıldı. 1945'te ABD nükleer silah sahibi tek ülkeydi; kimyasal ve biyolojik silahlar üzerine de hayli bilgisi vardı. ABD, nükleer silahlar üzerine bilgisini yakın müttefiği Britanya'yla paylaştı. 1949'da Sovyetler Birliği'nin ilk nükleer denemeleri yapmasının ardından hızlı bir silahlanma yarışı başladı. 1960'ta Fransa ve 1964'te Çin, çok büyük olasılıkla nükleer güç olmadan ciddiye alınmayacakları endişesiyle, nükleer silah edindi. Bu beş ülke aynı zamanda da BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi sıfatını taşımaktadırlar. ABD beş nükleer güç gerçeğiyle yaşamayı öğrendi ve dikkatini süreci burada sonlandırmaya yoğunlaştırdı. Ama sonra Hindistan nükleer bir reaksiyon başlatma gücüne sahip olduğunu ortaya koydu. Başka pek çok ülke de gizli gizli nükleer silah edinme çabalarına girişti. İsrail ile birlikte Güney Afrika'nın da nükleer silahlanma gerçekleştirdiğine inanmak için de pek çok nedenimiz var (ırk ayrımına dayalı rejimde, iktidarı ANC'ye devretmeden önceki son icraatlarından biri olarak nükleer silahlanmaya karşı olduğunu ilan etse de). nükleer silaha sahip olduğu söylenen ülkeler ise şunlar: Doğu Asya'da Kuzey Kore, belki Japonya; Müslüman dünyada Pakistan, İran, Libya, Cezayir; ve Latin Amerika'dan ise Brezilya ve Arjantin. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, İsrail ve Hindistan'ın sahip olduğu nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar yüzler, binler ve on binler ile ifade edilirken, İslam ülkelerinin ise sahip olduğu silahlar birler ve onlarla ifade ediliyor. Soğuk savaşın en hızlı geçtiği dönemlerde Sovyetler Birliği'nde yaklaşık 40 bin, ABD'de ve NATO cephesinde ise yaklaşık 50 binin üzerinde nükleer başlık bulunuyordu. Her iki tarafta yaklaşık 15-20 bin adet 10 bin km.lik stratejik menzillere sahip olan ve Amerika'dan Sovyetler Birliği'ni, Sovyetler Birliği'nden Amerika'yı vurabilecek füzeler tarafından taşınabilen nükleer başlıklar, o dönemde çok ciddi bir tehdit oluşturuyorlardı.   

NÜKLEER VE KİMYASAL SİLAHLAR NERELERDE DENENDİ?

Nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların hepsi ABD, İngiltere, Rusya, Çin, İsrail ve Fransa tarafından azınlıklar ve sömürülen ülkeler üzerinde acımasızca denendi. Tüm bu ülkelerin yaptıkları denemelerde milyonlarca insanın öldüğü kaydediliyor. ABD ilk kez nükleer silahı Nagasaki ve Hiroşima üzerinde denedi ve on binlerce insanı katletti. Daha sonra denemelerini Kızılderililer, Latin Amerika, Vietnam, Kamboçya, Irak ve Afgan halkı üzerinde gerçekleştirdi. İngilizler ise, silahlarını ilk kez Kızılderililer, Aborijinler, Hindistan halkı ve Kuzey Iraklı Kürtler üzerinde denedi. İsrail,denemelerini Afrika ülkelerinde Afrikalılar üzerinde yaptı. Fransa da silahlarını Afrikalılar ve Cezayir halkı üzerinde denedi. Rusya da denemelerini Afganistan ve Kafkas halkları (özellikle de Çeçenler) üzerinde  yaptı. Çin ise,denemelerini genelde Doğu Türkistan'da yaptı. Dikkat ederseniz bu dehşet silahları sivil halklar üzerinde acımasızca kullananlar küçük devletler değil bilakis, süper güçler. O halde bu silahlardan arındırılması gerekenler yine onlar değil mi? Bu tehlikeli silahlar, yıkım gücünün yüksek oluşundan, yaydıkları radyasyondan ve milyonlarca insanın ölümünden dolayı bazı ülkeler tarafında nükleer silahların yayılmasını önleyici bir takım adımlar atılmıştır. 1968'de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'ndan sonra 1972'de Biyolojik ve Kimyasal Silahlar Konvansiyonu ile bu silahların üretilmemesiyle ilgili bir antlaşma yapıldı. 1993 yılında da Kimyasal Silahlar Konvansiyonu ortaya kondu. Bütün bu anlaşmalar, nükleer silah yarışına sonradan katılan veya katılabilecek olan diğer devletlerin, başta nükleer silahlar olmak üzere, kimyasal ve biyolojik silahları edinmesini engellemek amacıyla ortaya konmuştu. Dünya çapında 143 ülke şu ana kadar bu anlaşmalara imza attı. Ancak yakın tarihimize kısa bir göz attığımız zaman bütün bu anlaşmaların ne imza atan ne de imza atmayan ülkeler tarafından kaale alındığını söylemek oldukça güç.

İsrail,ABD'nin göz yumması, Fransa'nın teknik desteği ve kendi Ar-Ge'si ile JERICHO (Eriha) sınıfı uzun menzilli balistik füzeleri geliştirdi. İsrail, nükleer silah kullanabilmek için sadece balistik füzelere bağımlı değildir. İsrail resmen kabul etmese de,başta ABD olmak üzere dünyanın önde gelen ülke ve kuruluşları İsrail'in uzun bir süredir nükleer güce sahip olduğunu belirtiyor. 1991 yılındaki ABD Stratejik Hava Komuta raporunda Hindistan ve Pakistan'la birlikte İsrail de nükleer silaha sahip ülkeler arasında sayılmıştı. İsrail ayrıca Nükleer Silahsızlanma Anlaşması'nı imzalamayan ülkeler arasında yer alıyor. Resmi olmayan rakamlara göre İsrail 500'den fazla nükleer bomba, savaş başlığı veya stratejik olmayan silaha sahip. Çok gelişmiş nükleer bombaya sahip ve dünyanın beşinci nükleer gücü konumundaki İsrail'in bu nükleer gücünün, Çin ve Fransa ile rekabet edecek düzeyde ve biyolojik silahlar yönünden de çok üstün olduğu kaydediliyor. İsrail, 200 adet termonükleer bomba, denizaltılardan atılabilecek çok sayıda nükleer başlıklı 950 millik Cruise füzesi, bu füzeleri atabilecek 4 denizaltı, Dimona nükleer reaktörü, Etno-bombası adlı öldürücü biyolojik bomba, büyük miktarda kimyasal ve nükleer silah, kimyasal ve biyolojik silah üreten Nes Tziyona Enstitüsü ile bölgede büyük bir tehdit oluşturuyor. Bu silahların kullanılmasına yönelik bir stratejik konsepte sahip olması nedeniyle Ortadoğu'da barış ve istikrar karşısında büyük tehdit oluşturan İsrail, Filistin'e yönelik saldırılardan sonra tavır koymada zorlanan Ortadoğu'daki Arap ülkelerini de sindiriyor. İsrail, ayrıca Arapların taşıdığı hakim genleri kullanarak üretilen bakterilerle, bu genleri taşıyan Arapları öldürecek Etno bombalar da üretiyor. İsrail 1960'lıyılların ortalarında Negev'e yakın İsrail-Mısır hududunda onlarca nükleer silah denemesi yaptı. Irak'a yönelik saldırı hazırlıklarına gerekli tepkiyi gösteremeyen Arap ülkelerinin, ABD'nin bölgedeki askeri varlığının yanı sıra, İsrail'in elindeki nükleer silahlardan korktuklarını artık hepimiz biliyoruz. Ayrıca, İslam ülkelerinde olduğu iddia edilen silahların, İsrail'in gücü karşısında "devede kulak" kaldığını bilmeyenimiz mi var? ABD'nin İsrail'i değil de neden İslam ülkelerini kitle imha silahlarından arındırmak istediğini Güney Afrika devlet eski başkanı Nelson Mandela şu şekilde yorumlamaktadır: "Bush petrol ve silah sanayicilerini memnun etmek için savaştı. ABD ve İngiltere, sırf siyah olduğu için Irak'a saldırdı ama kitle imha silahı olan İsrail'i beyaz olduğu için kayırıyor." İsrailli gazeteci-yazar Uri Avnery ise şöyle demektedir: "1988'lerde, Saddam İranlılara ve İran'a destek veren Iraklı Kürtlere (Halepçe katliamı) karşı biyolojik silahlar ile kimyasal gazlar kullandığında, Saddam'ın en büyük hamisi ve akıl hocası Amerika'ydı. Bu dönemde, Amerika'nın en önemli politikası, İran'ı kontrol altına almaktı. Bugün, Ortadoğu'daki kitle imha silahlarının tek adresi var, o da İsrail. Ortadoğu'daki diğer ülkelerin kimyasal ve biyolojik silahlara sahip olma potansiyelleri zaten yok."

İSRAİL'İN DÜNYA'YI KORKUTAN DEHŞET SİLAHLARI   

İsrail'in devasa nükleer cephaneliği olduğu artık şüphe götürmeyen bir hakikat. İslam ülkelerine saldırı gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahlarının her çeşidini İsrail üretiyor ve satıyor. Hatta Hindistan gibi ülkelere nükleer teknoloji ihraç ediyor, bu ülkelerle ortak nükleer bomba ve füze üretimi yapıyor. Irak'ta kitle imha silahları bulacağız deyip ülkeyi yerle bir eden ve binlerce sivili öldüren İşgalci güçler, İsrail'deki 500'e yakın atom bombasını, dünyanın her yerini vurabilecek nükleer füzeleri, nükleer denizaltıları, artık gizliliği kalmayan nükleer denemeleri görmüyor. Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahları yasaklayan hiç bir uluslararası sözleşmeye imza atmayan İsrail, Ortadoğu'yu tam anlamıyla nükleer depoya dönüştürmüş durumda. İsrail'in nükleer denizaltıları Doğu Akdeniz'i denetlerken, füzeleri Türkiye dahil bütün bölgeyi vuracak nitelikte. İsrail'in füzeleri, Yakın Doğu ve Ortadoğu'da nüfusu 100 bin kişinin üzerindeki her şehri vurabilecek kabiliyette. Hedefe isabet oranı son derece yüksek olan Jericho (Eriha) 2B tipi balistik füzeler, taşıyabildikleri nükleer savaş başlıklarıyla 1.660 km.lik hedef çapına sahiptirler ve bu mesafe Türkiye sınırlarındaki her noktaya ulaşabilecekleri anlamına gelir. Bu uzun menzilli füzelerin yanı sıra, İsrail ordusunun cephaneliklerinde Eriha 1 tipi 650 km menzilli, ve Lance tipi 130 km menzilli füzeler bulunmaktadır. İsrail Ordusu ayrıca nükleer savaş başlıklarını yükleyebileceği bombardıman uçakları ve uzun namlulu toplarıyla büyük bir nükleer tehdittir.

İsrail elinde bulundurduğu 500 nükleer bomba ile dünyanın 5. büyük kitle imha silahlarına sahip ülkesi, ABD, Çin, Fransa ve Rusya'dan sonra dünyanın çok gelişmiş bir nükleer silah programına ve yüzlerce nükleer, termo nükleer silahlara sahip olan İsrail, Ortadoğu ve Asya barışını tehdit eden asıl ülke. İsrail resmen kabul etmese de başta ABD olmak üzere dünyanın önde gelen ülke ve kuruluşları İsrail'in uzun bir süredir nükleer güce sahip olduğunu belirtiyor. İsrail'in kitle imha silahlarına sahip olduğunu inkar etmeyen ABD, İsrail'in bunu kendini savunmak için geliştirdiğini belirtiyor. Şimon Peres de bu konuyla ilgili kendisine sorulan bir soruya şöyle cevap vermişti: "Nükleer silahımız ne var ne de yok diyemem." İsrail'in nükleer silaha sahip olduğu gerçeğini ilk kez 1986 yılında Londra'da belgeleriyle açıklayan Mordechai Vannunu, halen İsrail'de bir hücrede tamamen izole edilmiş koşullarda yaşam savaşı vermektedir.    

ABD, PETROL VE İSRAİL İÇİN HERŞEYİ GÖZE ALIR 

Irak savaşı Ortadoğu'daki dengeleri kökten sarsmaya aday bir savaş olarak gözükmektedir. Savaşın sadece Irak ile kalmayacağı iddiaları ABD'nin yaptığı yığınaklar ile doğrulanmıştır. Haritaları cetvelle çizip bölgeye yarım asır önce yön veren güç odakları cetvellerini çıkarıp bölge haritalarında yine oynamaya başlamışlardır. Bu savaş,dünyadaki ikinci büyük petrol yataklarıyla Irak, Exxon Mobil, Chevron Texaco ve diğer Amerikan şirketlerine (Bush yönetiminde bu şirketlerin her birinin bir temsilcisinin bulunduğu herkesçe zaten bilinmekte) verilecek güzel bir armağandır. Bush,"rejim değişikliğinden" bahsederken bağımsız(!) Irak'ı Afganistan'daki Amerikan yanlısı  Hamid Karzai yönetimi gibi ülkeyi Amerikan ve İngiliz çıkarları doğrultusunda yönetecek yarı-koloni bir rejim ile değiştirmek istediğini ortaya koymaktadır. Bazı kiralık kalemler Pentagon'un saldırganlığına haklılık kazandırmak amacıyla bir yandan "11 Eylül olayının dünyayı toptan değiştirdiği" yalanını yayarlarken, öbür yandan yüzlerine alaycı bir küçümseme maskesi takarak Irak'ın olmayan nükleer silahlarının var olduğunu sık sık gündeme getirerek, bu aşağılık savaşı meşrulaştırmaya çalışmaktılar.

Irak'ın BM kararlarına yeteri derecede uymadığını belirtenlere sormak gerekir; peki İsrail'in şimdiye kadar hiç uymadığı BM kararlarını neden gündeminize taşımıyorsunuz? İsrail yıllardır Filistin topraklarını işgal ediyor, aleyhine alınmış onlarca BM kararının hiç birine uymuyor. İsrail'in ABD'nin desteği ile kitle imha silahlarına sahip olduğunu artık bilmeyenimiz mi kaldı? Oysa dünya hamiliğine oynayan Amerika, İsrail'e ekonomik ve diplomatik olarak desteğini artırırken, Irak'a karşı olanların başını yine kendisi çekti. Bu çifte standartları görmeyip Amerika'nın çirkin emellerinin peşine takılacağımızı mı sanıyorsunuz? Çifte standartları ile meşhur bir kurum haline gelen BM artık tüm işlevini yitirmiştir. Tüm bunlara rağmen Arap ülkeleri, İsrail ile 1948'den itibaren sürekli savaştılar; ancak onu yenemediler. Birbirlerinden de çekiniyorlar. Ellerindeki kaynakları, düzgün olarak kullanamıyorlar. Petrole karşın hala fakirleşme ve Batı' nın sömürgesi olma korkusundan kurtulamadılar. İsrail ise Araplardan korkuyor; bu ülkelerin asıl sahiplerinin bir gün yeniden idareyi eline geçirdiğinde birçok şeyin bugün beklenildiği gibi olmayabileceğini çok iyi biliyor.    

İSRAİL NÜKLEER SİLAHA NASIL SAHİP OLDU?    

İsrail'in kuruluşundan itibaren İsrail Devlet Başkanı Ben Gurion, nükleer güç elde etmeyi devletinin en önemli stratejik hedeflerinden birisi olarak açıklar ve İsrail kurulduktan henüz 7 ay sonra , Fransız Atomik Enerji Komisyonu üyesi ve Fransız atom bombasının mimarı Maurice Surdin'i İsrail'e getirtilir. Rus kökenli bir Yahudi olan Maurice (asıl adıyla Moshe Surdin) önderliğinde, İsrail Atomik Enerji Komisyonu 1952'de faaliyete geçer. Komisyonun başına Ernst David Bergman getirilir. Ben Gurion, bilim adamları, askerler ve politik danışmanlar, nükleer bir reaktör satın almak için her fırsatı değerlendirmeye çalışırlar. Bu fırsat karşılarına 1955 yılında çıkacaktır. ABD, İsrailli nükleer bilimcileri eğitip, teknoloji transferinde bulunur. 1955'te Tel Aviv'in 10 mil güneyindeki Nahal Sorek'te Eisenhover'ın "Atom Projesi" çerçevesinde küçük bir reaktör oluşturulur. Aynı yıl Şimon Peres daha büyük bir tanesi için Fransa Hükümeti ile temasa geçer. Ben Natan, Fransa'nın İsrail'e nükleer reaktör vermesi için yoğun lobi faaliyetlerinde bulunur. 3 Ekim 1957'de Bourgers Maunoury ve Dışişleri Bakanı Pineau, Peres ve Natan ile gizli bir antlaşma imzalanır. Antlaşma 24 megawatlık bir reaktörün gerekli tüm teknik donanımı ile İsrail'e verilmesini içermektedir. Esas itibariyle Fransa; Negev Çölü'nde Bersheeba'da "Dimona" nükleer reaktörünü inşa eder ve reaktör 1964'de faaliyete geçirilir. Dimona reaktörü öncesi çalışmaları gizli olarak "Tracer Laboratuvarı" adlı Amerikan istihbaratına mensup bir Belçika firması gerçekleştirir. İsrail, Dimona reaktörünün varlığını sürekli olarak reddedip, çok sıkı güvenlik tedbirleri ile korumaya alır. 1973'de reaktör civarında uçan Libya uçağını ve 1976'da ise kendi uçağını vurur. İsrail, 1960 yılı ortalarında Negev Çölü'nde birkaç kez atom bombası denemesi de yapar. İsrail, 1973 Yom Kippur Savaşı'nda 20-30 atom bombasına sahipti ve olası bir nükleer savaşta kullanma kararı almıştı. İsrail'in nükleer bomba imalinde kullandığı Negev'deki rezervlerden elde ettiği uranyum, programın hızla gelişmesi sonunda yetersiz kalınca, Fransa ve İngiltere'den örtülü operasyonlarla uranyum kaçakçılığına başvurdu. 1968'de Plumbalt Olayı patlak vermeden önce İsrail, Almanya'dan 200 ton uranyum oksit temin etti. İsrail aynı zamanda, zenginleştirilmiş uranyumu, 1960'lar sonunda Güney Afrika ırkçı rejiminden aldı. 22 Eylül 1979'da Hint Okyanusu'nda bir nükleer deneme yaptı, daha sonra üç nükleer deneme daha gerçekleştirdi. 1971 yılında Nixon yönetimi, daha güçlü bir nükleer bomba imali için gerekli olan "Krystons" sviçlerini İsrail'e verdi. 1976 yılında Carter, Irak'ın Osirak nükleer reaktörünün KH-11 casus uydusuyla çekilen fotoğraflarını İsrail'e verdi. Nixon, Carter ve Reagan yönetimleri, İsrail'e nükleer yüksek teknoloji transferinde bulundu. İsrail, 1973 savaşından 1980 yılına kadar nükleer programına hızla devam edip, bu dönemde iki düzineye yakın atom bombası üretti. İsrail'in elinde 200 kadar çok gelişmiş küçültülmüş nükleer bomba bulunduğu ve Dimona reaktörünün yılda 10-12 adet termonükleer bomba ürettiği ortaya çıktı.

MOSSAD'IN NÜKLEER OYUNLARI

İsrail'de nükleer santral projesi tarihte görülmediği kadar gizli yürütülmüştü. Peres, İsrail istihbaratından nükleer santrallerine koruma vermesini istemedi. Çünkü ona göre İsrail'in nükleer gücünün, tamamen bağımsız bir "nükleer istihbarat servisine" ihtiyacı vardı. 1957'de Peres, nükleer meseleler için bu istihbarat servisini kurdu ve başına Benjamin Blumberg'i getirdi. Blumberg daha önce Haganah'da çalışmış, 1948-49 Savaşı'ndan sonra Shin-Bet'e katılmış bir uzmandı. Shin-Bet'in "Lakam" departmanındaki görevi, Savunma Bakanlığı adına çeşitli projeler üstünde çalışan fabrikaların güvenliğini sağlamak ve bu projelerin gizliliğini korumaktı. Lakam ajanları bilim ataşeleri olarak Avrupa ve ABD'deki İsrail konsolosluklarına giderler ve edindikleri bilgileri Dışişleri Bakanlığı'ndan önce kendi ofislerine rapor ederlerdi. Bilim danışmanları halktan her türlü enformasyonu almakla ve gönderildikleri ülkedeki bütün bilim adamları ile ilişkiye geçmekle yükümlüydüler. Peres'in desteği ile Blumberg, Lakam istihbaratını diğer branşlardan ayrı tutuyordu. Isser Harel'e göre,"Devletin üst düzeyindeki bazı kişiler bile Lakam'ı oluşturan ünitelerden habersizdi." Fransa'dan gelecek yeni reaktör en üst derecede gizlilik konumuna sahipti. Bu reaktör için Negev Çölü seçildi. (Negev Tevrat'ta Hz. İbrahim'in sevdiği vaha olarak geçer) Bu konuda sadece Lakam değil, Fransız İstihbaratı da hassastı. Paris'ten bir ajan papaz kılığında Negev'e gönderildi. Dimona'daki nükleer santralin inşaatı başladığında yerli halka bir tekstil fabrikasının yapımına başlanıldığı söylendi. Bu fikir Blumberg'indi. Ancak Charles De Gaulle, İsrail'in Dimona Reaktörü'nü askeri amaçlarla kullanacağını hissediyordu ve bu, Fransız Başkanı rahatsız ediyordu. Mayıs 1960'da De Gaulle Dışişleri Bakanı'na, İsrail Konsolosluğu'nu artık Dimona'ya uranyum göndermeyecekleri konusunda haberdar etmesini istedi. Fransa'nın silah ambargosu koyarak uranyum sevkıyatını durdurması üzerine İsrailliler zor durumda kalmıştı. Ama Moşe Dayan her ne pahasına olursa olsun bir atom bombası istiyordu. "Gerekirse bu nesneyi çalmalıyız" diyordu. Isser Harel'in yerine Mossad Şefi olan Meir Arit'e, 200 ton uranyum bulma görevi verildi. İsrail Gizli Servisi, Brüksel'deki Madenler Genel Merkezi'nin (MGM) depolarında büyük miktarda uranyum bulunduğunu tespit etmişti. Bu uranyum MGM'ye Belçika Kongosu'nda faaliyet gösteren bir firmadan kalmıştı. Böylece bir operasyon planı yapıldı ve buna kimyadaki bir kurşun bileşeninin adı verildi: "Plumbot Operasyonu". Operasyonun ilk adımı, uranyumu şüphe çekmeden satın alabilecek bir "iş arkadaşı" bulmaktı. Tabii bu kişi uranyumu olduğu gibi İsrail'e devredecekti. Nihayet Mossad ajanlarından Daniel Aerbel Tel Aviv'e göreve uygun birisini bulduğunu bildirdi. Bu kişi Alman bir işadamı olan Herbert Schulzen'di. Shulzen, Wiesbaden de kurulmuş olan "Asmara Kimya Şirketi"nin ortağıydı. Bu şirket kimyasal ve radyoaktif zehirlenmelere karşı kullanacak yeni ilaçlar ve yöntemler bulmakla uğraşıyordu. Fakat Shulzen'in küçücük şirketinin 200 ton uranyumu değil işletmek, depo bile edemeyeceği aşikardı. Bunun MGM yöneticileri tarafından anlaşılması zor olmayacağından, Asmara'ya İtalya'dan Sarca adında paravan bir ortak firma bulundu.       

Plumbot Operasyonu bir saat gibi kusursuzca işliyordu. MGM'nin elindeki plütonyumu "yasal" yollardan alabilmek için gerekli zemin oluşturulmuştu. Ancak aşılması gereken iki önemli nokta daha vardı. Bunlardan birincisi; plütonyumun İsrail'e sevkiyatıydı. İkincisi ise;EURATOM (Avrupa Atom Enerjisi Teşkilatı) kontrollerinden sıyrılabilmekti. Eğer teşkilat derinlemesine bir inceleme yaparsa işin iç yüzü meydana çıkabilirdi. Ancak Mossad tüm bunlara hazırlıklıydı. EURATOM başkanı Etienne Hirsch ve Atom Enerjisi Komiserliği başkanı Robert Henry Hirsch bilinçli birer Yahudiydi. Sevkiyatı gerçekleştirmek amacıyla Zürih'te, 24 saat gibi kısa bir sürede "Biscayne Traders Shipping Corporation" isimli paravan bir şirket kuruldu. Ardından bunun aracılığıyla Liberya orijinli bir başka deniz taşımacılığı şirketi meydana getirildi. Şirketin başkanı Daniel Ert tecrübeli bir Mossad ajanıydı. Diğer ortak ise bir Türk armatörü Burhan Yarısal olarak gösterilmişti. Ancak bu isim sahteydi ve aslında Burhan Yarısal diye tanıtılan kişi de bir başka Mossad ajanı, Benjamin Yeruşalmi idi. Yarısal/Yeruşalmi 1968 yılının 27 Eylülünde 1,2 milyon mark nakit ödeyerek 78 metre boyunda "Scheersberg" isminde bir tekne satın aldı. Geminin kaptanı Percey Barrov da, rahatlıkla tahmin edilebileceği gibi, bir Mossad ajanıydı. Barrov ve emrindeki istihbarat subaylarından oluşan mürettebat, EURATOM'dan izin çıkar çıkmaz uranyumu gemilerine yüklediler ve Kıbrıs'a doğru rota çizdiler. 29 Kasım 1968'de, gece yarısına doğru Scherrsberg bir İsrail tankeriyle Kıbrıs açıklarında buluştu ve yükünü buna devretti. Artık İsrail nükleer güce çok yakındı. İsrail tankeri "malı" hızla Hayfa Limanı'na ulaştırdı ve uranyum buradan büyük güvenlik önlemleri altında Negev Çölü'ndeki Dimona Nükleer Santrali'ne taşındı. EURATOM, uranyumun satış işlemlerindeki gariplikleri ancak 7 ay sonra farketti, ama bu da bir işe yaramayacaktı, olay örtbas edilmişti. Böylece İsrail nükleer saldırı silahları üretebilecek kapasiteye ulaşmış ve hiç gecikmeden bunların hazırlanmasına da başlamıştı. 

İSRAİL'İN NÜKLEER KUMANDA MERKEZİ      

Tel Aviv'deki The Bor Karargahı'nda nükleer kumanda merkezi bulunan İsrail'in nükleer başlık taşıyan uçakları da Tel Nof'taki hava üssünde konuşlandırılıyor. Ülkenin çeşitli yerlerine yayılmış stratejik nükleer silah platformları, füze üsleri, hava üsleri ve nükleer reaktörü de bulunuyor. İsrail'in stratejik nükleer silah platformları ise Rafael'de (Kuzeyde), Yodefat'ta (Kuzeyde), Eilburn'da (Kuzeyde), The Bor'da (Ortada), Nes Zionyaa'da (Ortada), Soreg'de (Ortada) ve Dimon'da (Güneyde) yer alıyor. Füze üsleri, Be'er Yaakov'da (Ortada), Hirbat Zekharyah'ta (Güneyde), hava üsleri,Tel Nof'ta (Ortada) ve Paalmikhim'de (Ortada) bulunuyor.      

GÜNEY AFRİKA'DA İSRAİL'İN NÜKLEER DENEMELERİ     

1948 yılında kurulan İsrail devleti, 1957 yılında nükleer denemelere başlıyor ve o tarihten bu yana da, Araplara karşı nükleer silah kullanmayı planlıyor. 1977'de, uydu fotoğraflarının Güney Afrika'nın Kalahari Çölü'nde bir nükleer test yapmayı planladığını gösterdiğini ileri süren Sovyetler Birliği ABD'yi uyarmış ve Apartheid rejimi baskı altında kaldığından bundan vazgeçmişti. 22 Eylül 1979'da ise bir Amerikan uydusu Hint Okyanusu'nun Güney Afrika kıyılarında küçük bir termonükleer bombanın atmosfer testini fark etti. Ancak İsrail'in müdahil olduğu ortada olduğundan rapor özenle seçilmiş bir bilimsel heyet tarafından önemli detaylar karanlıkta bırakılarak örtbas edildi. Daha sonra İsrailli kaynaklar üzerinden öğrenildi ki,gerçekten de üç adet sıkı korunan İsrail'in nükleer silahlarının minyatürleri test edilmekte idi. İsrail ve Güney Afrika'nın bomba testi işbirliği Apartheid'in devrilmesine dek sürdü. Uranyum ve test imkanlarının yanı sıra, Güney Afrika İsrail'e büyük miktarlarda yatırım sermayesi sağlarken İsrail de Apartheid'in uluslararası ticari yaptırımlardan korunabilmesi için geniş bir ticaret kapısı sağlıyordu. İsrail'in nükleer programının baş sorumluları Fransızlar ve Güney Afrika'lılar olsa da ABD suçun büyük kısmını paylaşıyor. Mark Gaffney İsrail nükleer programı, "ancak İsrail'in tasarlanmış aldatması ve  ABD'nin işbirliği sayesinde mümkündü" diye yazdı. Öte yandan İsrail, Cezayir'de Fransa ile birlikte nükleer silah denemelerinde bulundu. İsrail'in 1973 yılında Yom Kippor savaşında uranyum içeren bombalar kullandığıda kaydediliyor. Silahlar arasında Rusya'ya erişebilecek nitelikte balistik füzeler, bombardıman donanımı, Cruise füzeleri ve mayınlar bulunuyor (1980'lerde İsrail Golan Tepeleri boyunca mayın döşemişti). İsrail, Güney Afrika dışında Nükleer silah denemelerini büyük oranda Tayvan ve Hindistan'da yürüttü ve halen de sürdürdüğü  ifade ediliyor.

ABD VE RUSYA'DAN SONRA ÜÇÜNCÜ

İsrail, ABD ve Fransa desteği ile JERICHO (Eriha) sınıfı uzun menzilli balistik füzeleri geliştirdi. Bu uzun menzilli füzelerin yanı sıra, İsrail ordusunun cephaneliklerinde Jericho 1 tipi 650 km menzilli, ve MGM5-2C Lance tipi 130 km menzilli füzeler bulunmaktadır. İsrail Ordusu ayrıca nükleer savaş başlıklarını yükleyebileceği bombardıman uçakları ve uzun namlulu toplarıyla büyük bir nükleer tehdittir. Kurulduğu günden bu yana hep ulaşmaya çalıştığı hayali artık İsrail için gerçek olmuştur. Dünyanın en büyük nükleer santralleri arasına girmeyi başaran Dimona ile birlikte İsrail de dünyanın en güçlü devletleri arasına katılmıştı. Bugün İsrail'in nükleer donanımına yönelik tahminler 200 rakamından 500'e kadar uzanıyor. Sayısı ne olursa olsun, hiç şüphe yok ki İsrail'in nükleer gücü dünyanın Ortadoğu'daki en sofistike ve savaşmaya yönelik dizayn edilmiş nükleer gücüdür. İsrail nükleer donanımının bir unsuru olan "nötron bombaları", ölümcül gamma radyasyonunu maksimize edip infilak etkilerini ve uzun süreli radyasyonu minimize etmeye yönelik dizayn edilmiştir. Bu dizayn insanları öldürüp ganimete zarar vermemek amacını taşır. 18 Haziran 2000 tarihli Sunday Times'taki açıklamalara göre; İsrail'in, denizaltılardan ateşlenen, 950 mildeki hedefleri vurabilen nükleer Cruise füzelerine sahip, Amerika ve Rusya'dan sonra dünyadaki üçüncü büyük güç olduğu ortaya çıktı. 2001'de her biri dört nükleer Cruise füzesi taşıyacak dört denizaltıya sahip olan İsrail'in elinde bulunan nükleer gücün, Ortadoğu ülkelerinin sahip olduğu gücün bir kaç kat üstünde olduğu belirtiliyor. Nes Tziyona Biyolojik Enstitüsü'nde bilinen ve bilinmeyen çok sayıda kimyasal ve biyolojik silah üreten İsrail, F-16 savaş uçaklarında kimyasal ve biyolojik silahlar yükleyecek şekilde dizayn etti. Elindeki F-16 uçakları, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahları taşıma ve atma kapasitesine sahip bir kaç ülke arasında yer alan İsrail, ayrıca Arapların taşıdığı hakim genleri kullanarak üretilen bakterilerle, bu genleri taşıyan Arapları öldürecek Etno bombalar da üretiyor.

F-16'LAR NÜKLEER SİLAH TAŞIYOR

İsrail'in önde gelen liberal eğilimli gazetesi Ha'aretz, İsrail hava kuvvetlerinin bel kemiğini oluşturan F-16 filosuna nükleer silah yerleştirildiğini yazdı. Atom Bilim Adamları Bülteni'nin, Eylül-Ekim 2002 sayısında yer alan bir makaleye atıfta bulunan gazete, nükleer silah konusunda bazı pilotların eğitim gördüğünü de belirtti. Haaretz'in alıntı yaptığı Atom Bilim Adamları Bülteni'ne göre, Tel Nof Üssü, uçakların nükleer silahla donatılması amacıyla kullanılıyor. Be'er Sheva'nın güneyindeki Nevatim Hava Kuvvetleri Üssü'ndeki 111, 115 ve 116. filolar ile Negev Çölü'ndeki Ramon Üssü'nde konuşlanan 140 ve 253. filoların da bu silahlarla donatıldıkları kuvvetle muhtemel olarak görülüyor. Bültene göre nükleer silahla donatılması kuvvetle muhtemel başka filolar da var. İsrail Savunma Bakanlığı 1998 yılında ABD'den 25 adet F–15 Thunder savaş uçağı almıştı. ABD'nin nükleer amaç için kullanmayı düşündüğü F–15 Eagle serisinin farklı bir versiyonu olan Thunder'lar 4.450 km. menzilli ve 4,5 ton yakıt ile 11 ton mühimmat taşıyabiliyor. Bunların nükleer donanıma göre yeniden dizayn edilip edilmedikleri ise bilinmiyor. Atom Bilim Adamları Bülteni'ne göre İsrail ayrıca nükleer başlıklı füzeye de sahip bulunuyor. Fransa ile birlikte geliştirdiği Eriha tipi füzeler 235–500 km. menzilli ve 750 kg. kapasiteli. 1980'li yıllarda test edilen Eriha–2 füzelerinin menzili 1.450 km.ye kadar geliştirilirken, bu füzelerden yaklaşık 50 adedinin Zekeriya Üssü'nde bulunduğu öne sürülüyor. İsrail'in Ofek–5 casus uydusunu fırlattığı Shavit füzeleri de 7 bin km menzilli. İsrail'in deniz kuvvetlerinde bulunan Dolphin sınıfı üç denizaltının da Cruise füzesiyle donatıldığı ifade ediliyor. Birkaç yıl önce İsrail meclisi Knesset' de iç politik çekişmelerde İsrail'in nükleer gücü tartışmaya açılmış olsa da, sonra yeniden sessizliğe gömülmüştür. İsrail, nükleer silah kullanabilmek için sadece balistik füzelere bağımlı değildir. Hava Kuvvetleri'nin F-15I, F-16 uçakları ve Deniz Kuvvetleri' nin Dolphin dizel denizaltılarında nükleer başlık taşıyan değişik silahlar (Harpoon) kullanabilir.

İsrail'in bugün devasa nükleer cephaneliği olduğu düşünülüyor. Hatta, ABD'nin desteği ile sahip olduğu yüksek düzeydeki silahlar ile Rusya'nın bile önünde olduğu belirtiliyor. Ancak İsrail'in çok önemli bir problemi vardı. Nükleer bir reaktör kurmuş, uranyum çalmış, uzmanlar getirtmiş ve sonunda nükleer silah üretme teknolojisine kavuşmuştu ve tüm bunlar büyük bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Durum böyle olunca da dünyanın bundan haberdar olması beklenemezdi. Oysa nükleer silahların en önemli özellikleri kullanılırlıkları değil, caydırıcılıklarıydı. Nitekim soğuk savaş döneminde, dünyanın iki süper gücü, ABD ve SSCB, inanılmaz bir silahlanma yarışına girmişlerdi. Bunun temelinde ise "düşmanından bir fazla silaha sahip olursan sana saldıramaz" düşüncesi yatmaktaydı. Aynı satrançtaki gibi, taraflar ilk saldırıyı yapabilmek için güç dengesinin kendi lehlerine değişmesini bekliyorlardı. Bunun yolu da daha çok, daha kabiliyetli, vuruş gücü ve savaş başlığı sayısı daha yüksek nükleer silah üretmekten geçiyordu. Bu güç İsrail'de vardı. Ama soru şuydu: Bunu kimse bilmiyordu. İsrail tüm çalışmalarını son derece gizli yürütmüş, planlarını dünyanın gözünden kaçırmayı başarmıştı. Zaten plütonyum çaldığını, kurduğu santrali enerji üretimi için değil askeri amaçları için kullandığını açıklaması da beklenemezdi. O halde, sahip olduğu üstün nükleer silahların tanıtımını nasıl yapacak ve kendisi için tehdit oluşturanlara nasıl gözdağı verecekti?

İSRAİL'İN NÜKLEER GÜCÜNÜ İFŞA EDEN ADAM: VANUNU

'İnsanlığı kurtarmaya kalkışmadım ve kendimi de dünyanın kahramanı olarak görmüyorum. Sadece herkesin bilmesi gereken ve dünya barışını etkileyecek önemli bir konuyu gördüm. Her vatandaşın görevi olan 'emirlere kör gözle itaat etmeme' görevimi yerine getirdim. Bu ülkeyi kuranlar sadece Yahudilerin Avrupa'da yaşadıkları soykırımı düşünüyorlardı. Ama bir başka milletin bir soykırım yaşamasına sebep olamazsınız. İsrail hükümetinin nükleer bombayı kullanması halinde bir başka milletin soykırım yaşayacağına şüphe yok...'

Mordechai Vanunu

1986 yılı Ekim ayında, tüm dünyada yankı uyandıran bir olay gerçekleşti. İsrail'den kaçan bir teknisyen, İsrail'in dev bir nükleer santrale sahip olduğunu ve burada çok sayıda nükleer silah ürettiğini açıkladı. Haberin İngiliz Sunday Times aracılığıyla duyurulmasıyla Vanunu'nun öyküsü başladı. Fas kökenli İsrail vatandaşı olan Mordechai Vanunu, 17 yıldır Ashkelon hapishanesinde yatıyor. Vanunu, hapishanedeki ilk 2.5 yılını 1.80 x 2.70 boyutlarındaki tek kişilik bir hücrede geçirdi. Küçük bir masa, yatak, tuvalet olarak da kullanılan duş ve tek lüks eşyası pilli radyo bu mezarlığın dekorunu oluşturdu. İnsan hakları savunucularına göre; İsrail'in amacı Vanunu'yu delirterek, söylediklerinin deli saçması olduğunu öne sürmekti. Yine insan hakları savunucularına göre İsrail zindanlarında Vanunu'nun yanısıra yüzlerce Filistinli de tek kişilik hücrelerde delirmemeye çalışıyordu. Vanunu'nun cezası 1988 yılında kesinleşti. Mahkeme süresince iki buçuk yıl hücre hayatı yaşayan Vanunu cezasının kesilmesinden sonra David Anuş adıyla kaydedilerek Aşkelon Hapishanesi'ne aktarıldı. 1954'de Fas'ta tutucu bir Yahudi ailenin oğlu olarak doğan Mordechai Vanunu, 9 yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte İsrail'e göçmüştü. İsrail ordusunda askerlik görevini mühendis-teknisyen olarak yaptıktan sonra, Tel Aviv Üniversitesi'nde açılan nükleer fizik kurslarına devam etti. Ardından Dimona'daki Nükleer Araştırma Merkezi Kamag'a (Kirya le-Mechkar Gar'ini) iş başvurusunda bulundu. İşe alınmadan önce ilk olarak Dimona'nın güvenlik subayları tarafından araştırıldı. Bu subayların Shin-Bet ile yakın çalıştıkları bilinmekteydi. Alkol ve uyuşturucu kullanmadığı, sabıkası olmadığı, radikal siyasi görüş taşımadığı tespit edildikten sonra ilk aşamayı geçtiği bildirildi. Ardından fizik, kimya, matematik ve İngilizce kurslarına yollandı. İki aylık eğitimden sonra sınava alındı ve bunu da başarıyla geçti. Tüm bunların ardından ilk defa Dimona'ya getirildi ve burada bir "sözleşme" imzaladı. Öğrendiği her şeyi gizli tutacağına, gördüğü ve duyduğu hiçbir şeyi başkalarına anlatmayacağına dair yemin etti ve sonunda Vanunu, Dimona'daki görevine başladı. 1976-85 yılları arasında İsrail Dimona Nükleer Araştırma Merkezi'nde teknisyen olarak çalıştı. Çalıştığı yer, tesislerin yüksek radyasyonlu maddelerin dönüşümünü sağladığı Mahon-2 adlı bölümüydü. 80'li yılların ilk yarısında felsefe bölümünde lisans ve lisansüstü eğitim yaptı. Vanunu, öğrencilik yıllarında komünist ve Arap arkadaşlarıyla birlikte, Filistinlilerin de eşit haklara sahip olduklarını savunmuştu. Bir kaç hafta sonra Filistin taraftarı bir gösteriye katıldığı ve bir Filistin Devleti'nin kurulması yönünde çağrıda bulunduğu gerekçesiyle 1985 yılında işinden atıldı. Ancak İşçi Federasyonu'nun çabalarıyla yüklü bir tazminat alarak işine geri döndü. Bu yıllarda yaptığı işin sandığı kadar masum bir iş olmadığının farkına vardı. Tesislere soktuğu bir fotoğraf makinesiyle 57 adet renkli fotoğraf çekmeyi başardı. Dimona tesislerinde çektiği fotoğrafları da yanına alarak Avustralya'ya göçtü. Burada vatandaşlığını ve dinini değiştirerek Protestanlığa girdi.    

Avustralya'da tanıştığı Kolombiyalı gazeteci Oscar E. Guerrero tarafından İsrail'in "gizli bombası"nın dünyaya duyurulmasının dünya barışı için önemli bir görev olduğuna inandırıldı. Fotoğrafları pazarlamak için önce Newsweek, daha sonra da The Times dergilerine başvurdular. Times dosyayla ilgilenmiş ve gerekli röportajları yapmak üzere Peter Hounam'ı Avustralya'ya göndermişti. Ancak Guerrero bununla da yetinmeyerek Sunday Mirror'a başvurdu. Mirror grubu meşhur medya imparatoru Robert Maxwell'e aitti ve Mossad ile sıkı ilişkileri vardı. Mirror grubunun günlük gazetesi Daily Mirror'un editörü Nicholas Davis, Mossad adına devreye girerek Vanunu'yla iletişime geçti. Mossad'ın Vanunu'nun elindeki fotoğraflara ulaşması bu kanalla olmuştur. Bu arada The Times adına Vanunu ile görüşen Peter Hounam, dosyayı İsrail hakkındaki korkusuz yayınlarıyla bilinen The Sunday Times'a taşımaya karar verdi. Başlangıçta Vanunu'nun hikayesine inanmakta güçlük çeken Hounam, fotoğrafları bir uzmana incelettiğinde sükse yapacak bir haber yakaladığını fark etmişti. Haberin ayrıntılarının kaydedilmesi için Londra'ya geçen Vanunu, ağustos ortalarına kadar Londra'da kaldı. Bu arada Vanunu'nun öldürülmesi ile görmezlikten gelinmesi arasında bir karara varmaya çalışan Mossad, kararı dönemin İsrail Başbakanı Şimon Peres'e bıraktı. Peres, Vanunu'nun bir örnek teşkil etmesini istediğinden İsrail'e getirilmesi ve yargılanıp hapsedilmesinden yanaydı. Böylelikle, Cindy'yi Vanunu'nun peşine takan süreç başladı. 5 Ekim 1986'da The Sunday Times gazetesi "İsrail'in Nükleer Cephanesinin Sırları" manşetiyle çıktığında Vanunu İsrail'de yargılanmayı bekliyordu.   

VANUNU'NUN KAÇIRILMA ÖYKÜSÜ    

Filmlere ve tiyatro oyunlarına konu olan Vanunu'nun sıradan yaşamı 1986 Eylül'ünde Londra yolculuğu ile değişir. Vanunu, Londra'da ''Sunday Times'' gazetesi ile yaptığı söyleşide İsrail'in gizli nükleer çalışmalarını anlatır. İsrail'deki 200 nükleer ve termo nükleer başlıklı füzeyi belgeleyen bazı gizli bilgi ve fotoğrafları Sunday Times'a verdi. 1986'nın sıcak bir ağustos gününde Londra sokaklarında aylak ve arayış içinde dolaşan 31 yaşındaki Mordechai Vanunu, isminin Cindy olduğunu söyleyen Amerikalı bir sarışınla tanışır. Bir müddettir içinde sakladığı ve henüz Londra'nın yüksek tirajlı gazetesi The Sunday Times'a sattığı sansasyonel haberden ve haber yayınlandığında getireceği baş ağrılarından öylesine korkmuştu ki, eski kimliğini, Fas'tan İsrail'e, oradan Avustralya'ya ve nihayet Londra'ya uzanan hayat serüvenini bilmeyen Cindy'de yalnızlığını dindirebileceğini sanır. Cindy'nin İtalya turu teklifini kabul eder. 30 Eylül günü birlikte Roma'ya uçarlar. Havaalanından Cindy'nin ayarladığı apartman dairesine gider. Yolculuğun yorgunluğunu atmak için içtiği ilk kadeh şarabın da uyku ilacı olduğunu bilmiyordu. Gözlerini açtığında Akdeniz sularında seyahat eden bir haberalma botunun küçük odasında yatağa bağlanmıştır. Nereye götürüldüğünü pekala biliyordu: Bir yıl önce kaçtığı İsrail'e... 1997 yılına kadar Cindy'nin gerçek kimliği bilinmedi. Ta ki 6 Nisan 1997'de The Sunday Times, Mossad ajanı Cindy takma adlı Cherly Ben Toy'un, devrik kralların, generallerin ve emekli casusların şehri Florida'da J.F. Kennedy Uzay Üssü yakınlarındaki evinde iki çocuğu ve kocasıyla birlikte yaşayan bir İsrail ajanı olduğunu açıklayan haberini yayınlayana dek. Amerika'da Mossad adına çalışmakta olduğu iddia edilen Cheryl'den o tarihten sonra bir daha haber alan olmadı.     

Vanunu, 22 Aralık 1986 günü ''çok gizli'' kaydıyla battaniyeye sarılı olarak mahkemeye götürülürken, otomobilden elini göstermeyi başardı. İsrail basınının objektifine takılan avuç içine tersten yazılı mesaj oldukça ilginçtir: ''Roma'dan kaçırıldım 30.6.86 Vanunu.'' Mordechai Vanunu İsrail'de gizlice yargılandı. Suçu: Gizli devlet sırlarını açıklamak, casusluk. Cezası: 18 yıl hapis... Vanunu yaptığı eylemin suç olmadığını, İsrailli vatandaşların kendi adlarına yapılan her şeyi öğrenme hakkına sahip olduğunu savunarak dünyaya şu mesajı göndermişti: ''Bütün bölgeyi tehdit eden nükleer tehlikeyi açığa çıkarmak için özgürlüğümü adadım ve yaşantımı riske soktum. Bütün bunları vatandaşlarım ve insanlık adına yaptım.'' Vanunu'nun kardeşi Meir Vanunu, ''İsrail'de hala binlerce insan yargılanmaksızın tutuklu bulunuyor. İntifada süresince 1500 Filistinli, kadın, erkek, çocuk ayrımı yapılmaksızın vuruldu. Bu korkunç bir demokrasidir. Ortadoğu'nun tek demokratik ülkesi diye tanıtılan İsrail demokrasisi büyük bir soru işaretidir'' diyor. 1989-1995 tarihleri arasında Vanunu'nun hikayesini konu edinen altı kitap yazıldı, belgeseller, dokümanter filmler çevrildi, konferanslar düzenlendi.    

İSRAİL NÜKLEER SİLAHLARININ OLDUĞUNU NİÇİN İNKAR EDİYOR?   

Vanunu'nun mahkemesi tamamıyla gizlilik içinde yapıldı. Uluslararası Af Örgütü dahi Vanunu ile görüştürülmemiş, İsrail basınının bu konuda hiçbir satır yazmaması yönünde net emirler verilmişti. The Sunday Times'ın haberi dünya kulislerine düştüğünde İsrail, elinde nükleer silah bulunduğunu kesin bir dille yalanladı. Vanunu'nun yargılanması sırasında Dışişleri Bakanı olan Peres, Vanunu'yu açık bir yalancı olmakla suçladı. Ancak  Peres, şimdi ise İsrail'in elinde nükleer silahları olduğunu bizzat kabul ediyor. İsrail'in nükleer silahlarının olduğunu inkar etmesi için yeterli sebebi vardı. Amerikan yasalarına göre ABD 1977 tarihinden itibaren nükleer silah üreten ülkelere maddi yardım yapamıyordu. Bu da İsrail için kabul edilemez bir durumdu. Diğer yandan soğuk savaş mantığı içinde bir ülkenin elinde nükleer silah olduğunun bilinmemesi onları anlamsız kılıyordu. Ülkeler nükleer silahları kullanmak için değil, caydırıcılık için ediniyorlarsa, Vanunu İsrail güvenliğine önemli bir katkıda bulunuyordu. The Sunday Times'ın uzmanlarının görüşüne göre, İsrail'in elinde 200 adet nükleer başlık bulunuyordu ve bu bilgi İsrail'i çevreleyen ülkeler için maksimum caydırıcılık manasına geliyordu. Bu yüzden pek çok Batılı, Vânunu'ya İsrail'in "konuşmaktan sorumlu ajanı" gözüyle baktı. Mordecai Vanunu yakalandı ve İsrail'de hapse atıldı, fakat belleklerde cevaplanmamış bazı sorular kalmıştı: Vanunu neden vatanına ihanet etti?, İsrail'in en değerli ve en iyi korunan tesisine bir kamerayı nasıl sokabildi?, Kimseye yakalanmadan 60 poz film nasıl çekebildi?, Bu filmleri tesisten nasıl kaçırdı? Aceleyle çektiğini söylediği filmlerde tüm ayrıntılar çok net ve berraktı, bunu nasıl başardı?, Bu filmleri ülke dışına nasıl çıkarabildi? Vanunu'nun verdiği bilgiler, İsrail'in nükleer çalışmaları ve silahlarıyla ilgili bugüne kadar ortaya çıkmış en detaylı bilgiler. Bir Ortadoğu halkı olarak duruma bakarsak, dehşete düşmemiz için yeterince sebep var, değil mi? Konu nükleer tehditten açılmışken, ABD ve diğer Batı ülkelerinin nükleer silah yarışı bir yana, İsrail'in nükleer silah üretimini kimseye kontrol ettirmemekte direndiğini hatırlatalım. Aynı sırları Irak adına ifşa edenlerin verdiği bilgilerden oluşan dosya Blair tarafından müdahale gerekçesi olarak derlenip, kamuoyuna sunuluyor. Böyle saçma şey mi olur? Oluyor, ama olmamalı! Dünya kamuoyu bakalım ne zaman, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlara sahip olan İsrail'in Filistin halkına yönelik yürüttüğü katliam ve işgali görecek ve İsrail'e gereken dersi verecek.

NÜKLEER FÜZELERE KARŞI İSRAİL-ABD LAZERİ

Birçok ülke, konvansiyonel ve hattâ nükleer füzelere harıl harıl kaynaklarını akıtmakla meşgulken, ABD ile İsrail'in ortaklaşa geliştirdikleri "korkunç" bir lazer silahı, bu yatırımların bir anda "çöpe" gitmesine sebep olacak gibi görünüyor. Aynı zamanda Amerika ve İsrail'in, yeni süper güç olarak teyidine de yol açabilecek olan bu çok önemli askerî gelişmenin müsebbibi, hâlen dünyadaki ilk atom bombasının patlatıldığı yerin civarında yapılan birinci aşamadaki denemelerden başarıyla geçmiş olan güçlü bir silah. ABD'de yayınlanan Popular Science dergisinin haberine göre, 1,6 milyar dolar tutarındaki havadan ateşlenebilecek lazer silahı "Airborne Laser" (ABL) projesi öngörüldüğü şekilde gelecek yılın sonunda ya da 2005'in başında tamamlandığında, Amerikan Hava Kuvvetleri müthiş bir silaha kavuşacak. ABD Füze Savunma Dairesi tarafından yürütülen lazer silahı projesinin son ve en önemli aşamasına girdiğini yazan dergi, Amerikan Northrop Grumman Space Technology şirketince geliştirilen yüksek enerjili "kimyasal oksijen iyodin lazerin" bir süre önce yerden havaya başarılı bir şekilde ateşlendiğini yazdı. Bunun ardından, lazeri ateşleyecek yaklaşık 6 ton ağırlığındaki taretin, aerodinamik test için dev bir Boeing 747 Jumbo Jet'in burnuna yerleştirildiğini ve uçuşların da başarılı olduğunu belirten dergi, son aşamada lazer silahının bu yaz uçağa yerleştirilmesi ve havadan ilk lazer ateşinin açılmasının planlandığını yazdı. Şimdiye kadar göz ameliyatlarında ya da kara tahtada istenilen bir şeyi göstermek için kullanılan lazer, bundan böyle güçlü bir silah haline dönüşerek, uluslararası kurallara uymayan ülkeler tarafından ortaya konulan Scud füzeleri örneğinde olduğu gibi, balistik füze tehlikesini ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Projeye göre, keşif uydusundan yerden havaya balistik füze fırlatıldığı bilgisini alan ABL ile donatılmış uçak, önce füzenin menzilini saptamak, ardından da füzenin özelliğini ve boyutlarını belirleyebilmek için birer zayıf lazer ışını gönderiyor. Bundan sonra uçağın içinde 6 adet minibüs büyüklüğündeki modülün sağladığı yüksek güçlü lazer demetiyle balistik füze 2-3 saniye içinde havada imha ediliyor. Projeyle ilgili görüşlerini açıklayan bilim adamlarından Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Subrata Ghoshroy ise, projenin son aşamasının başarıya ulaşması konusunda şüpheleri bulunduğunu belirterek, 12 bin metre yükseklikte 900 km hızla giderken yapılacak ateşlemede, nem ve türbülans gibi bir çok etkenin ışın kalitesini bozabileceğini söyledi. Popular Science dergisi, Amerikan Kongresi'nin de ABL projesinin sonucunu merakla beklediğini bildirerek, projenin genişletilmesi için ikinci bir uçak alınmasını kararlaştırdığını yazdı. Konuyla ilgili olarak derginin "www.popsci.com" web adresinden bilgi alınabilir. ABD Savunma Bakanlığı'nın (Pentagon) Balistik Füze Savunma Teşkilatı Sözcüsü Yarbay Rick Lehner, bu tarz bir silahın sadece ABD ve İsrail'in elinde bulunduğunu şu cümlelerle teyit etti: "Bildiğim kadarıyla hiç bir ülke, füze savunma sistemlerini lazer silahı üzerine konuşlandırmış değil."  Lazer silahı, Kaliforniya'da kurulu TRW isimli şirket tarafından tasarlandı ve imal edildi.

NÜKLEER GÜÇ KULLANMA STRATEJİSİ      

Elindeki nükleer gücünü bir saldırı karşısında en son anda ve mutlaka kullanma stratejisine sahip olan İsrail, nükleer gücünü Amerika adına Arap ülkelerine, Sovyetler Birliği'ne ve Sovyetler'in sınırdaşı ülkelere karşı, "Samson Planı" adıyla soğuk savaşın sona erdiği güne kadar kullanma hedefini geçerli saydı. 1953'te Quibya'da, 1982'de Sabra ve Şatilla'da Filistinli sivilleri katletmiş bir savaş suçlusu olan Ariel Şaron'un bu silahları elinde bulundurması, bugünkü gergin ortamda Arap ülkelerini sindiriyor. 1962'de, "Konvansiyonel olmayan zorlama" adlı bir nükleer konsepti açıklayan İsrail'in bu konseptle, bölge ülkelerine statükosunu ve dayatmalarını kabul ettirmeyi amaçladığı kaydediliyor. Altı milyon nüfuslu İsrail'e yılda 2.5-3 milyar dolar yardım yapan ABD'nin, bu yardımın bir kısmı ile de İsrail'in nükleer gücüne destek verdiğine dikkat çekiliyor.

KURT PUSLU HAVAYI SEVER 

1948 yılında kurulan İsrail işgal devleti, 1957 yılında nükleer denemelere başlıyor ve o tarihten buyana da, Araplara karşı nükleer silah kullanmayı planlıyor. Bu yüzden İsrail, Ortadoğu'da sürekli fırsat kolluyor. Irak savaşı sonrası bölgede başlayacak kargaşa ortamı ile birlikte, toza dumana boğulacak olan Ortadoğu'da, İsrail "Kurt puslu havayı sever" misali, tam da aradığı fırsatı bulmuş olacak. 1957 yılından buyana nükleer hazırlıklar içinde bulunan İsrail devletinin elinde yaklaşık 500 nükleer başlıklı füze bulunuyor. Bu füzelerin hepsi Bağdat, Şam, Tahran, Ankara, Kahire ve Trablusgarp'ı vuracak şekilde konuşlandırmış durumda. Kudüs İbrani Üniversitesi'nden askeri tarih üzerinde uzman olan bir profesör, "Birkaç yüz atom bombamız ve füzelerimiz var. Bunlarla her yeri vurabiliriz. Hatta Roma'yı bile. Avrupa başkentlerinin çoğu hava kuvvetlerimizin hedef alanı içinde. Kendimizle birlikte bütün dünyayı batırma imkanına sahibiz. Sizi temin ederim, İsrail batarsa bu olacaktır." diyebiliyor. Bir tarafta silahsızlandırma diğer tarafta Ortadoğu'da her geçen gün daha da güçlendirilen böylesine bir tehdit.

YENİ SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI, İSLAM BLOKU

Irak'taki BM silah uzmanlarının şefi Hans Blix, İşgal güçlerinin Bağdat'ın merkezine girdikleri 9 Nisan'da bir İspanyol gazetesine verdiği demeçte; ''Anlaşılıyor ki, ABD bu savaşı çok önceden planlamış. Kitle imha silahları işin bahanesiymiş...'' dedi. Blix, daha önceki açıklamalarında da, ABD ve İngiltere tarafından kendilerine Irak'ta nükleer ve kimyasal silah bulunduğuna dair sunulan tüm belgelerin sahte olduğunu söylemişti. Şimdi zikrettiğimiz bu gerçekler ışığında artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, insanlığı ve Müslümanları tehdit eden asıl ülkeler ABD, İsrail ve İngilizlerdir. O halde Müslümanlar, bu üçlü şer ittifakına karşı ya yeni bir İslam bloğu oluşturmalıdırlar ya da buna karşı çıkabilecek Rus, Çin veya Avrupa bloğunu desteklemelidirler. Bugün bin bir türlü yalan ve entrikalar ile tabii kaynaklar ve stratejik bakımından dünyanın en önemli bölgelerine sahip olan İslam topraklarını sömürmek için yola çıkan bu işgal güçlerine karşı 19 yüzyılda masa üstünde kaybettiğimiz İslam topraklarını ve yarım bıraktığımız savaşı yeniden canlandırıp bu sömürgeci güçlere gereken dersi vermenin zamanı yaklaşıyor. Tüm Müslüman toplumlar için aydınlık günler çok yakında inşallah.

BELLİ BAŞLI İSRAİL FÜZELERİNİN ÖZELLİKLERİ

Lance

Lance tipi füzeler 1970'lerde İsrail'e ABD'den gönderildi. Lance tipi füzeler 130 km. menzilli ve 450 kg. kapasitelidirler. İsrail'in daha da geliştirdiği belirtilen bu füzeler, aynı zamanda Tayvan, Güney Afrika, Hindistan gibi bir çok ülkeye ihraç ediliyor.

Jericho (Eriha) 1

İsrail'in Fransa ile birlikte geliştirdiği Jericho (Eriha) 1 tipi füzelerin 235-500 km. menzilli ve 750 kg. kapasiteli olduğu ifade ediliyor. İsrail'in bu füzeleri ilk kez 1968 yılında Negev çölünde test ettiği belirtiliyor. Söylentileri göre, bu füzeler Suriye sınırındaki Golan tepelerine konuşlandırılmış durumda.   

Jericho (Eriha) 2

Bu füzeler, batılı gizli servisler tarafından 1987 yılında tespit edildi. İsrail 1988 Eylül'ünde Güney Afrika'da bunları denedi. 1.300 km. menzilli olan bu füzeler tüm Arap başkentleri ve eski Sovyetler Birliği'nin güney bölgelerini vuracak şekilde konuşlandırmış durumda. İsrail'in bu füzeleri her yıl geliştirdiği iddia ediliyor. İsrail'in sonradan geliştirdiği Jericho 2B tipi balistik füzeler taşıyabildikleri nükleer başlıklarıyla 1.660 km.lik hedef çapına ve 1.000 kg. kapasiteye sahiptirler.   

Shavit SLV

İsrail'in Shavit SLV tipi balistik füzeleri 1990 yılında geliştirdiği belirtiliyor. İsrail'in Ofek-5 casus uydusunun fırlattığı Shavit füzelerinin 7.200 km. menzilli olduğu kaydediliyor. Bu füzelerin tüm Ortadoğu ve eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerini vuracak şekilde konuşlandırıldığı belirtiliyor.

Popeye

İsrail'in 2000 Mayıs'ında Popeye füzelerini Alman yapımı Dolphin sınıfı iki denizaltından test ettiği ifade ediliyor. 1.500 km. menzilli olan bu nükleer başlıklı füzelerin Srilanka ve Hint Okyanusu'nda denediği belirtiliyor. İsrail'in 2002 yılında Popeye Turbo ve Popeye 2 tipi havadan karaya füzeler yaptığı bildiriliyor. Öte yandan, tüm bunlarla birlikte İsrail'in denizden denize, denizden karaya Harpoon, Barak, Cruise gibi füzelere de sahip olduğu kaydediliyor.

İSRAİL'İN NÜKLEER SİLAH KRONOLOJİSİ

1967: 15 adet bomba.

1969: 19 kilotonluk 5-6 adet bomba.

1970:  50-100 adet Jericho(Eriha) 1 (500 km) tipi bomba.

1973: 13 adet bomba 20 adet nükleer füze yeni geliştirilen bir "bavul bomba."

1974: 10 adet bomba her biri 12.175 mm'lik tüpler ve toplam 108 adet silah başlığı taşıyan 3 adet nükleer kullanıma uygun topçu ekibi

1975: Lance 1 (130 km) tipi füzeler.

1976: 10-20 adet nükleer silah.

1980: 200 adet bomba.

1984: 12-31 adet atom bombası 31 adet plütonyum bombası 10 adet uranyum bombası.

1985: En az 100 adet nükleer bomba.

1986: 100-200 adet fizyon ve çok sayıda füzyon bombası.

1990: Jericho(Eriha) 2  (1,500-4,000 km) füzesi ve çok sayıda Shavit fırlatıcı.

1991: 50-60 ila 200-300 adet bomba.

1992: 200'den fazla bomba.

1994: 64-112 adet bomba (5 kg'lık silah başlıklı) 50'si nükleer başlıklı Jericho füzesi olmak üzere toplam 200 roket.

1995: 66-116 adet bomba (5 kg'lık silah başlıklı). 70-80 adet silah "tastamam bir repertuar" (nötron bombaları, nükleer mayınlar, bavul bombalar, denizaltı bombaları).

1996: 60-80 adet plütonyum silahı 100'den fazla ER türü değişken düzenekler 200-300 kadar bomba 135 adet plütonyum silahı 50-100 adet Jericho I ve 30-50 adet Jericho II füzesi.

1997: 400'den fazla termonükleer ve nükleer silah.

2000: Popeye Turbo 1 turbojet (200 - km) 12 adet denizaltı fırlatıcısı.