Kemalist Zorbalık Düzenine Karşı Bir Mevzi Olarak 12 Eylül Referandumu

Haksöz

Türkiye siyasetinde gündem 12 Eylül tarihinde yapılacak olan referanduma kilitlenmiş durumda. Hangi sonuç çıkarsa çıksın 12 Eylül’den sonra da uzun bir süre referandumun tartışılacağı ve ortaya çıkardığı tablo üzerinden siyasal mevzilenmelerin şekilleneceği görülüyor. Referandumun meydana çıkardığı saflaşma, aslında Türkiye siyasi-sosyal yapısında uzun, çok uzun bir zamandır var olan kutuplaşmayı ufak tefek bazı farklılıklarla, eklemelerle neredeyse aynen yansıtmakta. Referandum tartışması ve saflaşması temelde statükoyu koruma ve değiştirme ekseninde mevcut ayrışmaya ayna tutmakta.

Türkiye siyasetinde muhafazakârlık olgusunun kime/kimlere ve ne tür politikalara tekabül ettiği referandum tartışmaları sürecinde bir kere daha ilginç görüntüleriyle ortaya çıkıyor. Muhafazakâr olduğu sanılanların, hatta kendilerini bu sıfatla adlandıranların değişimden, düzen değişikliğinden yana olduğu zannedilenlerin ise bağnaz bir tarzda statüko muhafızlığından yana olduğu açık biçimde ortaya çıkıyor.      

Saflar Benzeşse de Hedefler Farklı

Kuşkusuz gerek statüko yanlıları gerekse değişimden yana olanlar da kendi içlerinde ayrı çizgilere sahipler. Tezlerini, pozisyonlarını farklı gerekçelere dayandırmaktalar. Karşı çıkışlarını genelde Tayyip/AKP aleyhtarlığı üzerine kurgulamaya çalışmakla birlikte, anayasa değişikliklerine muhalefet edenlerin farklı pozisyonlardan hareket ettikleri açık. Örneğin CHP ile YARSAV’ın ya da Halkevlerinin kalkış noktaları birbirine benzemekte iken, MHP ile TKP’nin gerekçeleri doğal olarak farklılaşmakta.

Aynı farklılaşma değişikliklerden yana tavır alanlar için de geçerli. Anayasa değişikliklerini düzeni daha güçlü, sağlam ve sahiplenebilir bir zemine oturtma amacıyla destekleyenler ile mücadele zeminini geliştirme çabaları için ileri bir aşama olarak algılayanların gerekçeleri de bakış açıları da elbette farklılık arz etmekte.

İslami doğrultuda bir toplumsal değişimden yana olanlar açısından referandum konusuna nasıl yaklaşılabilir? İslam’a cepheden savaş açmış bu sistemi de onun anayasasını da reddetmekle mükellefiz. Aynı şekilde doğrunun ve hakkın ölçüsünün oligarşik iktidarlar olmadığı gibi, sayısal çoğunluklar da olmadığını biliyoruz. Bu durumda bizler açısından anayasa değişikliklerinin önemsenmesi ve desteklenmesinin ancak mücadele zemininin geliştirilmesi ve genişletilmesi bağlamında savunulabileceği açıktır. Sistemin baskı ve zulmünü azaltacağını umduğumuz düzenlemelere olumlu yaklaşırken, cari sistemi hiçbir biçimde meşru görmediğimizin altını çizmekte yarar var.

Özetle üzerimizdeki yükü hafifletecek, tebliğ ve davet imkânını daha geniş kesimlere, kitlelere ulaştırılmasına katkı sağlayacak değişikliklere olumlu yaklaşmamız aklın bir gereğidir. Buna karşın Müslümanlar arasında Kemalist düzenin birtakım dikenlerinin temizlenmesi neticesinde “barış içinde bir arada yaşama” formülüne uygun bir kucaklaşma arzulayanlar da vardır mutlaka ama bunların en temelde ne bu düzeni ne de İslam’ı kavrayamadıkları ortadadır.

Neticenin Muhtemel Neticeleri

Referandumun ne tür sonuçlara yol açabileceğine ilişkin değerlendirmelerin de referanduma ilişkin tavır belirlerken atlanmaması gereken hususlardan biri olduğu görülmeli. ‘Hayır’ çıkması durumunda düzenin halk desteğine sahip olduğu propagandası güçlenirken, bilumum yasakçılar, darbeciler rahatlayacak ve halk çoğunluğunun üst yargıdaki oligarşik yapılanmada bir sorun görmediği tezi kuvvetlenecek. Ergenekon’un fasa fiso, darbe tehlikesinin asılsız olduğu, militarist işleyişin rahatsızlık vermediği, hükümetin yandaş bir yargı oluşturmaya çalıştığına ilişkin iddiaların toplumsal kabul gördüğü anlaşılacak. Yani Kemalist despotik yapılanma ve işleyişin geniş kesimlerin rızasına uygun olduğu sonucu çıkacak.   

Şüphesiz toplumun değil çoğunluğu, tamamı tarafından dahi benimsense zulüm zulüm olmaktan çıkmaz, yanlış doğru olmaz. Bununla birlikte faşizan dayatmaların, baskı ve hukuksuzlukların geniş kesimlerce sorun olarak görülmemesi, üstelik son dönemlerde ayyuka çıkan bunca rezaletten, sefaletten sonra dahi tüm bu olan bitenin normal karşılanması gayet can sıkıcı, moral bozucu olur. İslami bir dönüşüm için her şartta çaba sarf etmekle yükümlü olan müminlerin sorumluluğu yine değişmez ama toplumsal değişimin zemininin bunca sert ve kurak olduğunun anlaşılmasının ister istemez bezginlik, hatta yılgınlık duygularına yol açması kaçınılmazdır. Açıkçası Osman Paksüt, Kadir Özbek, İlker Başbuğ, Tansel Çölaşan, Ömer Faruk Eminağaoğlu, Şener Eruygur, Çetin Doğan ve benzer konumdaki zevatı sevindirecek bir sonucun bizi hiç mi hiç sevindirmeyeceği, ayrıca da her açıdan işimizin zor olduğunun göstergesi olacağı açıktır.

Sandıktan ‘evet’ çıkması durumunda ise bu sonuç doğaldır ki, öncelikle AK Parti hükümetinin kâr hanesine yazılacaktır. Hükümetin yoğun bir kavga içinde olduğu Ergenekoncu, darbeci güçlerle, oligarşik yargı mekanizmasıyla mücadelesinde halk desteğini arkasına almış olması bundan sonraki adımlarını kolaylaştıracaktır. Bilindiği üzere bir müddettir gerek dâhili gelişmeler, gerekse de harici konjonktür nedeniyle açık ve yakın bir darbe tehlikesi Türkiye gündeminden düşmüş görünmekte; buna karşın darbecilerin boşalttığı, boşaltmak zorunda kaldığı alanın yargı bürokrasisi tarafından doldurulması vakası yaşanmaktadır. İşte referandum neticesinde çıkabilecek güçlü bir ‘evet’, tüm bu bürokratik ikame çabalarına ciddi bir darbe olarak yorumlanabilir.

Referandumda bir dizi değişiklik konusu gündeme alınmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın asıl ağırlık merkezini oluşturduğu biliniyor. AYM’nin ve HSYK’nın neyi temsil ettiği, sistem içinde nasıl bir işlev gördüğü ortada. 1960 darbesinin bir ürünü olan AYM, kurulduğu tarihten bu yana temel misyonu olan sistemi halkın iradesine karşı korumak ve halkın taleplerini püskürtme görevlerini bihakkın yerine getiriyor. 1989’dan itibaren ardı ardına verdiği kararlarla ise AYM’nin halk nezdinde öncelikli yeri başörtüsü yasakçılığı ile özdeşleşmiş durumda.

Başörtüsü Referandumu!

Aslında referandumu bir anlamda başörtüsü yasağı referandumu olarak da görebiliriz. Bürokratik despotizmin kafasına göre ihdas ettiği yasaklar konusunda halkın ne dediğinin göstergesi olarak yorumlayabiliriz. Nitekim referandum saflaşmasını da bir yönüyle başörtüsü saflaşması şeklinde okumak yanlış olmaz. MHP’nin tutumu hariç tutulacak olursa -ki tabanından ciddi bir tepki aldığı görülmekte- neredeyse ‘hayır’cıların tümü yasakçı cephede yer alırken, ‘evet’ diyenlerin hemen hepsinin ise yasağa şu veya bu nedenle karşı çıktıkları biliniyor. Boykotçuların ise pek çok konuda olduğu gibi, başörtüsü yasağı konusunda da ne dediklerinin tam anlaşılmadığı söylenebilir.

Bu noktada keşke İslami camianın gerek kitlesel gücü gerekse de politik basireti yeterli olsaydı da şu referandumu doğrudan başörtüsü oylaması şekline dönüştürebilseydik diye düşünmeden edemiyoruz. Referandum kitlelere “Kemalist zorbalığa karşı İslami kimliğe özgürlük” talebi şeklinde formüle edilerek sunulabilse ve bu yönde ciddi, etkili kampanya yürütebilseydi düzene karşı ciddi bir mevzi kazanılmış olmaz mıydı?

Ne yazık ki, İslami camianın toplumsal sorunlar ve siyasal gündemlere ilişkin tavırsızlık sorunu bir kere daha nüksetmiş durumda. Geniş bir kesim süreci Türkiye’nin nasıl daha büyüyeceği, dünyada hak ettiği yere geleceği, demokrasinin kemale ermesi ve benzeri hastalıklı söylemler üzerine bina edip AK Parti’ye lojistik destek sunma faaliyetine indirgedi. Nispeten çok daha küçük fakat duyarlılık sahibi bir kesim ise anayasa tartışmalarını Allah’ın hükümranlığına ortak arama faaliyeti şablonuna sıkıştırarak, düzene bulaşmama adına hayattan soyutlanmış bir tutuma yöneldi ve netice itibariyle politikasızlık anlamına gelecek bir söylem üreterek böylesine temel bir gündeme dair bir sözü olmadığını beyan etmiş oldu.

Sürece Sırtımızı Dönemeyiz!

Biz ise uzunca bir süredir ülkenin bir numaralı gündem maddesini teşkil eden bu tartışmada tarafsız kalmanın doğrudan kimliğimizle ve geleceğimizle ilgili bir gündeme sırt çevirmek olduğunu düşünüyoruz. İçinde yaşadığımız ülkeyi ve toplumu doğrudan ilgilendiren bu meseleye tavırsız kalmanın ise sorumluluk bilincimizle örtüşmediğine inanıyoruz. Özgürlüklerimizi kısıtlayan, bizi kuşatan, sindirmeye çalışan statükocu zihniyet ve işleyişin geriletilmesini talep ediyoruz. Ve bu zaviyeden baktığımızda militarizmin ve hukuk kılıfına büründürülmüş yargı despotizminin etkinliğinin kırılmasını getirebilecek düzenlemelerin lehimize, hayrımıza olduğunu görüyoruz. Bu yüzden de kendi kimliğimizi, çizgimizi koruyarak ve taleplerimizin takipçisi olmayı sürdürerek tartışma sürecinde etkin rol üstlenmenin gerekliliğine inanıyoruz.

Bugün bu tutumumuzu kavramakta zorluk çeken, bizleri düzen içi saflaşmaya savrulmakla suçlayan kardeşlerimizinse, en azından bir kısmının, hatta kahir ekseriyetinin, düzene karşı mücadele çerçevesinde ortaya somut hiçbir tez, hiçbir çaba koymamak gibi bir zaaf taşıdıklarını görüyoruz. Keskin sözler, iddialı konum biçmeler dar çerçevede sahiplerine güven ve huzur verebilir belki ama kitlelere somut politikalar önermeyen, somut politikalar önermek bir yana düpedüz çelişik ve tutarsızlıkla malul algılanan söylem ve tavırlarla toplumsal şahitlik geliştirilemeyeceği açıktır.

Hiç tartışmasız, Türkiye darbeciliğin çok güçlü köklere sahip olduğu, oligarşik yapılanmanın hâkim zihniyeti temsil ettiği bir ülke. 12 Eylül tarihinde yapılacak olan referandum olumlu sonuçlansa dahi Kemalist bürokratik kadrolar resmi ideolojik tahakkümü sürdürme, İslami kimlik ve talepleri baskı altında tutma çabalarına devam edeceklerdir. Ellerindeki imkânlar ve araçlar azalsa da baskı ve dayatmayı karakter edinmiş bir sistemin kolay kolay alışkanlıklarından vazgeçmesi söz konusu olmayacaktır. Bizler için ise yaşadığımız toplumun ve sistemin İslamileştirilmesi hedefinin nesiller boyu sürecek bir çaba ve mücadele kararlılığı gerektirdiği açıktır. Bu noktada 12 Eylül referandumunu kesintisiz sürdürmekle yükümlü olduğumuz mücadele sürecimizde önümüze çıkarılan engellerden bir kaçının azalması şeklinde değerlendiriyoruz. Sistemin oligarşik yapısını zayıflatacak bir mevzi, bir aşama olarak gördüğümüz bu gelişmeden ne kadar istifade edip edemeyeceğimizi ise elbette nihai tahlilde mücadele kararlılığımızın belirleyeceğine kuşku yok!