Kemalist Oligarşiyi Geriletecek Her Türlü Değişikliği Desteklemeliyiz!

Haksöz

Anayasa Mahkemesi bu kez şaşırttı ve alışık olduğumuz Meclis iradesini tümüyle yok sayan bir tavır sergilemek yerine uzlaşmaya yatkın, vaziyeti idare edici bir yaklaşım sergiledi. Öyle ki, aslında şu haliyle bile son derece hukuksuz bir tavır sergilemiş olmasına ve açık engelleyici hükmü görmezden gelip anayasa değişikliklerinin içeriğine girmiş olmasına karşın AYM’nin bugüne kadar verdiği kararlarla kıyaslandığında kısmi iptal kararları pek çok kişi ve çevre tarafından “makul” sayıldı.

AK Parti’nin AYM’nin sert bir müdahalesine karşı erken seçim kozuna başvurma tehlikesi Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini düşündürtmüş olmalı. AK Parti’nin mağduriyet ve engellenmişlik söylemiyle gireceği bir erken seçimden güçlü bir biçimde çıkma ihtimali AYM’ye de hâkim olan statükocu güçleri daha farklı bir tutuma yöneltmiş olmalı.  

Kısmi İptal Statükocuların Ömrünü Uzatmaya Yeter mi?

Anayasa değişiklik paketinin yargı kurumunu doğrudan ilgilendiren iki önemli maddesini bütünüyle iptal etmeyip, kısmi iptallerle yetinen AYM iki farklı düzenlemeyi reddetti. Bunlardan biri HSYK’ya hukukçu olmayan kadrolardan da üye atanabilmesi gibi teknik bir düzenlemeyle ilgili. Diğer iptal ise şüphesiz daha etkili. Gerek AYM’ye gerekse de HSYK’ya yasal kurumlardan atanacak üyelerin belirlenmesiyle ilgili bu düzenlemede Meclis, her kurum mensubunun tek bir kişiye oy vermesi ve bunun neticesinde en fazla oyu olan 3 kişiden birinin cumhurbaşkanınca atanmasını öngörmüştü. Bir anlamda üniversitelerdeki rektör seçim usulüne benzeyen bu düzenleme cumhurbaşkanına geniş bir yetki vermekte, aynı zamanda bilhassa yargı kurumlarındaki egemen yapıyı zayıflatmaktaydı.

Buna karşı AYM bilhassa Yargıtay ve Danıştay’daki Kemalist otoriter zihniyet mensuplarının ağırlığını da göz önünde bulundurarak bir karar vermiş ve buralarda yapılacak seçimlerde belirlenecek adayların aynı ekipten olması geleneğini korumuş görünüyor. Aynı durum HSYK üyelikleri için adli ve idari yargı mensupları arasında yapılacak seçimlerde de yaşanacak ve örgütlü kesimin Çankaya’ya gidecek listeleri belirlemesi mümkün olacaktır. Bu da daha bir müddet YARSAV’ın ağırlığının hissedilmesi anlamına gelecektir.

Buna rağmen Anayasa Mahkemesi’nin AYM ve HSYK’nın kompozisyonuna ilişkin düzenlemeleri tümden iptal etmeyip, sınırlı değişikliklerle yetinmesi sonuç bağlamında bir ilerlemedir. Çok hızlı bir değişim beklenmemekle birlikte ilerleyen zaman zarfında yargıya hâkim despotik mekanizmanın zayıflaması umulur. 

Referandumun Anlamı

12 Eylül tarihinde gerçekleştirilecek olan referandum Türkiye’de statükonun sorgulanması ve sarsılması açısından önemli bir fırsat sunuyor. Referandum neticesinde anayasada yapılmak istenen değişikliklerin halktan onay alması bilhassa yüksek yargıya yansıyan kireçlenmiş yapının tasfiyesine yönelik bir ilk adım olabilir. Bilindiği üzere yüksek yargıya hâkim Kemalist despotizm, Çankaya kalesinin düşmesi ve darbeci örgütlenmelerin ardı ardına ifşa olmasıyla birlikte statükocuların neredeyse tek umudu haline gelmişti. Referandumla birlikte yargıdaki bu kalın kabuğun da kırılması ihtimalinin belirginleşmesi doğal olarak statükocu çevreleri tedirgin ediyor. Bu yüzden işi sıkı tutuyor ve statükoyu muhafaza cephesini alabildiğine geniş tutmaya çalışıyorlar.

Ne var ki, ret cephesinin işi kolay değil. Bir dizi laf kalabalığına karşın halen neden anayasa değişikliğine ‘hayır’ denilmesi gerektiğinin tutarlı bir gerekçesini üretebilmiş değiller. Konuyu ısrarla AK Parti hükümetini oylamaya dönüştürmeye çalışarak asıl gündemi örtmeye, ikincil kılmaya çabalıyorlar. Bu şekilde hükümete karşı farklı siyasi kanaate sahip kesimlerin tepkilerini ve değişik gerekçelerle oluşmuş itirazları ‘hayır’ cephesinde biriktirmenin hesabını yapıyorlar. Hedef, 12 Eylül tarihine kadar yaşanacak zaman diliminde çeşitli nedenlerle hükümete yönelik rahatsızlıkların daha da artırılması ve bu rahatsızlıkların referandum sandığına bir tür AK Parti’ye güvensizlik oyu şeklinde yansıması. Bu durumda iki amaç birden hâsıl olmuş olacak. Öncelikle statükonun aynen korunması, muhafazası sağlanacak; ilaveten önümüzdeki yıl yapılması planlanan seçimlere yönelik olarak AK Parti karşıtları önemli bir zemin kazanmış olacaklar.

Statüko Kalesinin Muhafızları Olarak CHP ve MHP

Şüphesiz her siyasi partinin siyasal-toplumsal gelişmeleri, olayları kendi siyasi program ve hedefleri bağlamında değerlendirme ve bunları aynı doğrultuda yönlendirmeye çalışma hakkı vardır. Bu yüzden referandum sonuçlarını gerek AK Parti’nin gerekse de CHP ve MHP’nin kendi siyasi amaçları ve propagandaları için değerlendirmeyi, kullanmayı planlaması anlaşılabilir tutumlardır. Bununla birlikte önce referandum sürecini engellemek, ardından bu sağlanamadığında süreci bulandırmak ve karartmak maksadıyla sergilediği çelişik, ilkesiz, pragmatist tavırlarla CHP, ilkesizlikte bir sınır tanımadığını ortaya koymuştur. 

12 Eylül cuntacılarının yargılanmalarının önünün açılmasına ‘hayır’ diyen CHP apar topar 35. Maddeyi gündeme taşımıştır. Seçime bir yıldan az kaldığı için hiçbir etkisinin olamayacağı bilinmesine rağmen seçim barajının düşürülmesini teklif etmiştir. CHP bu tür atraksiyonlarla demokratlık gösterisi yapmaya kalkışmaktadır. Oysa aynı CHP anayasa değişikliklerine neden karşı çıktığını dahi açıklayabilmekten uzaktır.

Yapılmak istenen değişikliklerle yargının yürütmenin kıskacına alındığını iddia eden CHP aslında halkın temsilcilerinin sistem üzerinde etkili olma ihtimalinden korkmaktadır. Oligarşik yapının tüm savunucuları gibi bürokratik kurumsallaşmanın sürdürülmesini savunma gerekçesi olarak “AKP yargıyı teslim almayı hedefliyor!” iddiasını seslendirmektedir. Oysa aynı CHP’nin, AK Parti’nin ilk seçimlerde tepetaklak devrileceğini de iddia ettiğini biliyoruz. Eğer CHP’liler bu sözlerine inanıyorlarsa, yargının AKP tarafından kuşatılacağını nasıl söyleyebiliyorlar? Öyle ya, iktidar ömrü bir yıldan az kalmış bir partinin yargıyı kuşatmayı planlaması hiç de mantıklı değil. Bilakis bu iddia doğruysa, ilk seçimde iktidar olmayı uman CHP’nin bundan böyle yargı üzerinde etkili olması, söz sahibi olması beklenmeli!

MHP’ye gelince, karşımıza CHP’den de daha ilkesiz ve daha tehlikeli bir tavır çıkmaktadır. Daha ilkesizdir çünkü bilhassa yüksek yargının yapısına ilişkin değişikliklere CHP’nin neden karşı çıktığı bilinmekle beraber, aynı şey MHP için geçerli değildir. 2008’de başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğini öneren, ardından Meclis’te AK Parti ile birlikte buna oy veren ve ardından AYM’nin hukuku bir kez daha iğfal ederek değişikliği iptal etmesi üzerine AYM’yi kıyasıya eleştiren MHP şimdi kalkmış yargının bağımsızlığının korunmasından dem vuruyor. Tabanını, yüksek yargıda kurumsallaşmış Kemalist, Ergenekoncu yapının, halkın dinî inançlarına düşman zihniyetin aynen devam etmesi için oy kullanmaya çağırıyor. Süregelen yargı despotizminin CHP açısından savunulabilirliği açık ama MHP için bunun anlamı ne düşünmek lazım!

Referandum sürecine ilişkin MHP’nin tavrı ilkesizlikle sınırlı bir tavır da değil üstelik! MHP faşizan kimliğini yansıtacak biçimde adeta ateşle oynuyor. Kürt açılımı söylemi-politikası üzerinden hükümeti yıpratmak adına etnik kışkırtıcılık tırmandırılıyor. PKK eylemleri sonucunda yaşanan asker ölümleri MHP yöneticilerince “mal bulmuş” mantığıyla sömürülmekte. Yaşanan gerilim ve şiddetin sorumluluğunu hükümete yükleyen, PKK’nın hükümetin açılım söyleminden cesaret bulduğunu iddia eden MHP’liler ortamı alabildiğine gerecek sözler sarf ediyorlar. Bir sonraki aşamada ise ülkücü gruplar sokakları hareketlendiriyor ve Kürtlere saldırılar, linç girişimleri başlıyor. Ardından MHP Genel Başkanı tekrar söz alıp, bir yandan sükûnet çağrılarıyla ne kadar olgun, sorumlu ve ağırbaşlı bir lider olduğunu ispatlama fırsatı yakalarken, diğer yandan da AK Parti’nin ülkeyi bölünmeye götürdüğünün göstergesi olarak sunduğu bu gelişmeleri delil göstererek referandumda hayır kampanyası sürdürüyor.

Solun ve Kürt Milliyetçiliğinin Sefaleti

Referandum sürecine ilişkin en ilginç tutum ise şüphesiz solun ve BDP’nin tutumu. Solun geniş bir kesimi tamamen demagojik gerekçelerle referandumun reddedilmesi için çaba sarf ediyor. AK Parti’nin öncülük ettiği anayasa değişiklikleri paketinin 12 Eylül Anayasasını pekiştirmeye yönelik olduğunu iddia ediyorlar. 12 Eylül bütünüyle tarihin çöplüğüne atılmalıymış ama AKP restore ederek süreci devam ettiriyormuş! Bu beylere “Tam 30 yıldır 12 Eylül’ü geriletmeye yönelik somut düzlemde ne yaptınız?” diye sormak lazım! Hiç sıkılmadan bazıları çıkıp 12 Eylül cuntasının yargılanması tartışmasının sahtekârlık olduğunu, zaten zaman aşımına uğradığını söylüyorlar. Peki, madem zaman aşımına uğramış, öyleyse her yıl ne diye “Cuntacılar yargılansın!” diye sloganlar atıyordunuz? Daha dün Ergenekon ve darbe operasyonlarıyla ilgili olarak dahi hükümeti darbecilikle hesaplaşma konusunda samimi olmamakla suçlayanların, samimiyet olsaydı 12 Eylül cuntacılarının yakasına yapışılması gerektiğini iddia edenlerin bugün kalkıp “Zaten yargılanamazlar, zaman aşımı var!” demeleri utanç verici bir tutarsızlık.

Aslında solun genelde yargı oligarşisi ile bir sorunu var gibi gözükmüyor. Ergenekon süreciyle ilgili olarak da aynı şey geçerli. Yargı despotizmi ve ordu eğer “ilerici güçleri ve irticacıları” hedef alıyorsa, burada ortaya çıkan bazı hukuksuzluklar ve dayatmalar görmezden gelinebilir! Ne de olsa ilerleme kendiliğinden sağlanamıyor, despotik de olsa güç lazım! Başta DİSK olmak üzere kimi örgütlü yapıların ‘hayır’ cephesinde yer almaları solun Kemalizm’le göbek bağını ortaya koyan somut bir gösterge. Elbette CHP ile bağlantılar da bu duruma etki etmekte.

Solun daha küçük bir kesimi ise hemen pek çok siyasi gelişmede BDP politikalarına ayak uyduruyor. BDP’nin ‘ne evet, ne hayır’ tavrını geliştirerek referandumda 3. bir seçenek teşkil etme siyasetine destek veriyorlar.

Meclis’te AK Parti ile yürütmek istediği pazarlıkta sonuç alamaması üzerine değişiklik paketine tavır alan BDP, referandumu boykot edeceğini açıkladı. BDP’nin anayasada yapılacak değişikliklerin hiçbirine karşı çıkması söz konusu değil. Ne var ki, “Getirilen düzenlemeler bizi ilgilendirmiyor, Kürt halkının taleplerini karşılamıyor.” gerekçesiyle referanduma tavır alıyor.

12 Eylül cuntasının yargılanabilmesi; ülkeyi siyasi partiler mezarlığına dönüştüren AYM’nin yapısının değiştirilmesi; Sacit Kayasu, Ferhat Sarıkaya gibi anti-militarist savcıları sorgusuz sualsiz meslekten ihraç eden, buna karşın Ergenekon savunusunda sınır tanımayan HSYK’nın kastvari işleyişinin sonlandırılması; askerî yargının alanının sınırlandırılması ve sivillerin askerî mahkemelerde yargılanmalarına son verilmesi; kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı tanınması; kadınlara ve engellilere pozitif ayrımcılık getirilmesi; ülke dışına çıkışların ancak hâkim kararıyla engellenebilmesi gibi düzenlemelerin neden BDP’yi ilgilendirmediğinin, neden Kürt halkının hayrına olmadığının mantıklı bir izahı olabilir mi? Hayır, olamaz! Ne var ki, BDP’nin siyasetinin İmralı’ya endeksli olarak geliştiği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda bu saçmalığı anlamak mümkün olabiliyor. Tabi, bu garabet durum doğal olarak İmralı’nın iplerinin kimlerin elinde olduğuna ilişkin farklı tezleri ve spekülasyonları besliyor, güçlendiriyor.

BDP Kürt coğrafyasında AK Parti ile rekabet içinde. Doğal olarak AK Parti’nin güçlü görünme ihtimalinden korkuyor. Bu yüzden de BDP’nin referandumu boykot ederek rakibinin güçlenmesini engellemeye çalıştığı iddiası akla yatkın. İyi ama ya temsil ettiği Kürt halkının çıkarları, ya her fırsatta Türkiye partisi olma iddiaları? Kaldı ki, anayasa değişikliklerinin bütünüyle AK Parti’ye mal edilmesi de sonuçta belirli bir politika değil mi? İsteseydi BDP başından itibaren sürece destek verip, anayasa referandumunu statükoculara karşı bir mücadele hattına dönüştürebilirdi. Bu durumda rakip partinin elinin güçlendirilmesi diye bir şey söz konusu olmaz, herkesin kârlı çıkabileceği bir sonuca yönelebilinirdi. Taleplerinin bazısının karşılanmamış olmasını da BDP değişiklik paketine kerhen destek vererek gündemleştirebilirdi. Ama bunu yapmak yerine önce olmayacak duaya âmin denildi ve AK Parti’den kendisini ülke genelinde sıkıntıya sokacak taleplerde bulunuldu. Kabul edilmemesi üzerine de doğrudan cephe açıldı.

Referandumda ‘evet’ çıkmasının AK Parti’nin elini güçlendireceği doğru ama buraya yoğunlaşıp ‘hayır’ çıkması durumunda kimin güçleneceğini görmezden gelmek nasıl bir körlüktür? Sonuçta ortada iki ihtimal var: Ya mevcut statüko aynen devam edecek ya da belki ufak tefek rötuşlarla, kısmi iyileştirmelerle baskıcı statükoya geri adım attırılacak. Hiç şüphesiz, “AK Parti kazanmasın” derken, bürokratik oligarşinin, darbecilerin, yasakçıların kazanması ihtimalini görmezden gelen tavır ya körlükle malul bir tavırdır ya da düpedüz statükoya dolaylı biçimlerde hizmet etmeye koşullanmış bir sefilliktir.

Mücadele Zeminimizi Genişleten Düzenlemelere Neden İlgisiz Kalalım?

Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde ise konuya elbette öncelikle ilkesel zeminde yaklaşmanın sorumluluğumuz olduğunu vurgulamalıyız. Laik-Kemalist düzenin ve onun temel yapılanmasını ortaya koyan anayasasının hiçbir biçimde meşru görülemeyeceği açıktır. Dolayısıyla sistem içinde yaşanan gelişmeleri, meydana gelen olayları değerlendirirken dahi en temelde bu sisteme muhalif olduğumuz gerçeğini gözden kaçırmamalıyız. Aynı şekilde sistem içinde atılacak adımlarla düzenin cahilî karakterinin bütünüyle giderileceğini ve adil bir ortamın yakalanabileceğini düşünmenin fazla safça bir düşünce olduğunu da unutmamalıyız.

Bununla birlikte sistem içinde gerçekleştirilecek birtakım düzenlemeler ve değişikliklerle genelde tüm halkın, özelde ise muhalif kimlikli faaliyet yürüten İslami camianın nispeten rahatlamalarının mümkün olabileceği ihtimalini de inkâr etmemeliyiz. Özellikle de mücadele sürecinde baskıların azaltılması, imkânlarımızın artması, daha geniş zeminlere açılabilme ve kitlelere ulaşabilme noktasında gerçekleştirilecek değişiklikler olumlu vasat sağlıyorsa buna destek vermemizin de makul bir tutum olduğu kabul edilmelidir.

Düşünün ki, bugüne kadar mevcut anayasa yorumlarından etkilenerek ya da ona dayandırılarak pek çok zalimce uygulamanın muhatapları olan bizler her fırsatta yasal mevzuatta değişiklik yapılması gerektiğini talep etmiş, bu çağrılarımızı haykırmış insanlarız. Bu talepleri seslendirirken bizler asla “Bunları gerçekleştirirseniz sorun kalmaz, meşruiyetinizi sorgulamayız.” demedik. Hakkımız olanı istedik, zulmün topyekûn giderilmesine, en azından kısmen de olsa azaltılmasına yönelik çağrılarda bulunduk. Geldiğimiz noktada somut bir tercihle karşı karşıyayız. Kemalist zorbalık düzeninin topyekûn ortadan kalkması söz konusu olmamakla birlikte, despotizmin geriletilmesine yönelik bazı adımlar atılıyor ve bu adımların hayata geçirilmesi halkın oyuna sunuluyor. İlgisiz kalmanın bugüne kadar söylediklerimizin ve yaptıklarımızın inkârı olacağı açık değil mi?

Bu noktada anayasa değişikliklerini olumlamanın ve bu düzenlemelere destek vermenin laik-Kemalist anayasayı kabullenme anlamına gelmeyeceğinin altını çizmeliyiz. Öncelikle şurası net görülmeli ki, referanduma sunulan şey laik-Kemalist bir anayasayı kabul edip etmemek sorusu değildir. Referandum sorusu mevcut olan, zaten cari olan bir düzenlemenin yeni bir düzenlemeyle değiştirilmesine onay verilip verilmediğidir. Bu durumda ‘evet’ demek kadar, ‘hayır’ demenin de boykot etmenin de mevcut anayasaya ilişkin bir tavır anlamına gelmesi kaçınılmazdır. Müslümanlar solun ya da BDP’nin içine düştüğü ikircikli duruma, tutarsızlığa düşmek istemiyorlarsa somut olayları somut zeminde tahlil etmek ve İslami ilkelere ve maslahata uygun pratikler geliştirmek zorundadırlar. Bizler, Kemalist oligarşik işleyişi bir nebze dahi olsa gerileteceği kesin olan her adımı desteklemenin ilkesel bir tutum olduğu gerçeğinden hareketle anayasa değişikliğini aktif biçimde desteklemenin gerekliliğine inanıyoruz.