Kemalist Oligarşinin Referandum Korkusu

Haksöz

Anayasa değişikliği paketinin Meclis’te ilk tur görüşmeleri tamamlandı. Oylamanın gizli yapılacak olmasından ötürü sürprizler olabileceği düşünülüyordu ama sonuç beklenen tarzda gelişti. AK Parti, anayasa değişikliği sürecini tek başına sürükleyen parti oldu. CHP ve MHP hayır cephesinde yer aldılar. BDP’nin ne dediği ise pek anlaşılamadı.

AK Parti’de fire sayısı çok sınırlı kalınca kritik eşik olan 330 sayısının altına düşülmedi. Dolayısıyla kadrosunda çok sayıda çürük elma bulunduğu iddialarına karşı Başbakan Erdoğan grubuna hâkim olduğunu ispatlamış oldu. MHP için de aynı şey söylenebilir. Görüşmeleri boykot ederek fire ihtimalini sıfırlayan ve böylece milletvekillerinin iradeleri üzerine ipotek koyarak dört dörtlük bir siyasi vesayet modeli sergileyen CHP’den farklı olarak, MHP oylamaya katılarak grubunun yalpalamasından korkmadığını göstermiş oldu. MHP’nin tutumu katı teşkilatçılık ile dogmatik siyasetin birleşmesinin tipik bir örneğini oluşturmakta. Gerçekleştirilmek istenen değişikliklere neden karşı olduğunu tabanına izah etmesi mümkün değil. AYM’nin ve HSYK’nın yapısının değiştirilmesine yönelik bir girişimin MHP tarafından engellenmeye çalışılmasının “devlet görevi” dışında bir mantığı olamaz. Önceki yıl üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik anayasa değişikliklerinde yaşananları MHP tabanının unutmuş olması imkânsız. Buna rağmen MHP yönetiminin ortaya koyduğu tavır seçmen kitlesini bir sürü gibi gördüğünü düşündürtüyor.  

Anayasa değişikliği oylamalarının en ilginç manzarasını ise hiç kuşkusuz BDP sergilemiş oldu. AK Parti’yi pazarlığa oturmaya razı etme taktiği tutmayınca BDP boşluğa düştü. Seçim barajı ve birtakım taleplerinin karşılık görmemesine rağmen, yine de değişikliği “kerhen destekleme” şeklinde bir manevra yapabilirdi ama bu ihtimal de İmralı’dan gelen buyrukla bloke edilince BDP tam manasıyla saçma bir tutuma yöneldi.

Provokasyonlara Açık Bir Süreç

30 maddelik anayasa değişikliği paketinin Meclis’teki 2. tur oylamalarında da farklı bir görüntü çıkmayacağı ve tasarının kabul edilerek önce Çankaya’ya, ardından da referanduma gideceği görülüyor. Muhtemelen ne olacaksa 2 aylık referandum süresi içinde olacak. Sürecin gayet gergin ve sürprizlere, manipülasyon ve provokasyonlara açık şekilde gerçekleşeceğini söylemek kehanet sayılmasa gerek. Meclis’te başarılı olamayan engelleme çabalarının Anayasa Mahkemesi koridorlarına taşınacağı görülüyor. Ve hiç kuşkusuz AK Parti Hükümetinin burada pek şansı bulunmuyor. AK Parti’nin en önemli kozu sürecin aynen 367 meselesinde olduğu üzere zorlanması karşısında erken seçim kararı alarak ülkeyi seçime götürmeye gücünün yetmesi. Egemenlerin gadrine uğrayan AK Parti’nin seçmen tepkisiyle iktidarını bir dört yıl daha uzatma ihtimali Kemalistlerin korkulu rüyası olsa gerek.

Bu arada değişiklik paketinin her halükarda mahkemelik olacağının kesin olmasına rağmen AK Parti’nin tavizkâr bir tutum geliştirmesinin hikmetini anlamak zor. Tasarının ilk halinde HSYK’ya Meclis’in üye seçmesine imkân tanınırken, bunun sonradan çıkartılması; AYM’ye üst askerî yargı kurumlarından üye atanması; askerî mahkemelerin sadece disiplin cezalarıyla iştigali benimsenmişken, maddenin son halinde yetki alanlarının genişletilmesi gibi düzenlemeler geri adım olmuştur. Bu tür rötuşlarla birilerini ikna etmek, makul değerlendirme yapmalarını sağlamak umuluyorsa bunun aşırı iyimser, hatta düpedüz hayalperest bir yaklaşım olduğu söylenebilir.

CHP’nin AYM’ye başvuru için 110 imzayı bulmakta zorlanmayacağı tahmin edilebilir. Sonraki aşamada AYM’nin kararının zamanlaması önem kazanacaktır. Referandumdan önce vereceği bir yürütmenin durdurulması kararıyla AYM tüm süreci anlamsız kılabilir. Elbette bu aynı zamanda Meclis’in anlamsız, siyasetin ise beyhude bir uğraş olduğu manasına da gelecektir. Bu noktada AYM Başkanının yetkisini kullanarak karar sürecini uzatması ve referandumun gerçekleşmesi ise iptal kararı verilebilmesini zorlaştıracaktır. Doğrudan halkın tercihinin iptal edilmesi, çoğunluk iradesinin yok sayılması şeklindeki bir sonucun çok kolay savunulamayacağı açıktır. Bununla birlikte AYM’nin bilinen çizgisi göz önünde bulundurulduğunda bunun imkânsız olduğu düşünülemez.

Ne yazık ki, bu ülkede böylesi bir saçmalığı, zorbalığı çeşitli kılıflarla savunmaya azimli çok sayıda siyasetçi ve hukukçu mevcuttur. Bu tür bir gelişme yaşandığında yine ekranlarda, gazete köşelerinde bir dizi demagog çıkıp hukukun üstünlüğünden, yasamanın bağımsızlığından, çoğunluk diktasının engellenmesinin gerekliliğinden, Nazilerin Almanya’da iktidara seçimle geldiğinden vs. vs. dem vuracak ve oligarşik yapılanmanın faziletlerini sıralayacaklardır.

Değişiklik paketinin engelleri aşıp halkın önüne geldiğini varsayacak olursak, şüphesiz bu aşamada statüko güçlerinin imtiyazlarını korumak için başka tedbirlere başvuracağını da düşünmek durumundayız. Referandumu AK Parti aleyhine bir süreç şekline dönüştürmek için kapatma davasından şiddet içerikli provokasyonlara kadar çeşitli araçların devreye sokulması ihtimal dâhilindedir. Ülkenin iyi yönetilemediği, güvenlik ihtiyacının karşılanamadığı şeklinde genel kanaat oluşturmak için geçmişte de sahneye konulmuş bazı senaryolar canlandırılabilir.

Nitekim şimdiden artan çatışmalar ülkenin önümüzdeki dönemde daha yoğun bir şiddet sarmalına gireceği endişesini doğrulamaktadır. Ülkenin bir kesiminde Hükümetin Kürt açılımının hiçbir olumluluk içermeyen bir aldatmaca olduğu propagandası doludizgin sürdürülürken, diğer kesiminde ise açılım politikasının neticesinde bölünmenin eşiğine gelindiği iddia edilmekte ve ortalığa korku saçılmaktadır. Yumruklu saldırıların meydana getirdiği infial ve ardından polislere yönelik eylemler ve mayınlı saldırılar tesadüf olmasa gerekir. TSK operasyonlarının hangi amaca hizmet ettiği net söylenemese de hangi sonucu doğurduğu ortadadır. Tam açılım, normalleşme falan derken yine havaların ısınmasıyla askerî birliklerde hareketlenme ve operasyonların artışı ve buna bağlı olarak çatışmalar ve neticesinde Anadolu’nun dört bir yanına saçılan asker cenazeleri ile varılmak istenen yerin neresi olduğunu tahmin etmek zor mudur?

Kürt Milliyetçiliğinin Derin Çıkmazı

Tam bu noktada Kürt milliyetçiliğinin oynadığı rolün, üstlendiği işlevin üzerinde durulması gerekiyor. Gerek açılım tartışmalarında gerekse de anayasa değişiklik paketi konusunda Kürt milliyetçiliğinin tutumu alabildiğine sorunludur. Genelde milliyetçi hareketlerin tümünü kuşatan ilkesizlik illetinden de öte düpedüz statükoyu güçlendiren, statüko güçleriyle işbirlikçilik temelinde bir irtibat ve çıkar beraberliği izlenimini besleyen bir tavır alış söz konusudur. Açılım gündeminin içinin nasıl doldurulması gerektiğini tartışmaktan ziyade, baştan “Boştur, AKP’nin tasfiye tuzağıdır!” türünden sloganik çıkışlara yönelerek zaten zorlukla ilerleyebilecek bir süreci tıkamaya kalkan bir yaklaşımın Kürt halkına çözümsüzlük dışında verebileceği ne olabilir ki?

Bu zihniyet anayasa değişikliği paketine de aynı tutarsızlık ve ilkesizlikle yansımıştır. Barajın düşürülmesi gibi temelde haklı birtakım taleplerin pazarlık konusu olarak öne çıkartılması gayet anlaşılabilir bir tutum olmakla birlikte bu tutumun süreci engellemeye yönelmesi asla makul görülemez. Meclis görüşmelerini boykot tavrı BDP’nin statükoda neyin değişmesini talep edip, neyin değişmesini umursamadığını ortaya koymuş olmuyor mu? Siyasi partilerin geleceğinin Yargıtay Başsavcısının iki dudağı arasında olmasına BDP’nin itirazı yok mu? Aynı şekilde ülkeyi partiler mezarlığına dönüştüren AYM’nin mevcut yapılanmasından, HSYK’nın oligarşik işleyişinden memnun mu? Madem taleplerimiz olmadı, o zaman statüko aynen devam etsin demek halktan yana siyaset olabilir mi?

DTP sözcülerinden biri “Değişiklik paketi halkımızın taleplerini karşılamıyor, bu paketle gelen değişiklikler Kürt halkını ilgilendirmiyor.” diyebiliyor. Kürt halkının İslami değerlere ve Müslümanlara düşmanlıkta sınır tanımayan mevcut yargı oligarşisiyle bir sorunu olmadığı nasıl söylenebilir? Şemdinli hadisesinden ötürü Hükümeti kıyasıya eleştirenlerin Ferhat Sarıkaya’yı meslekten men eden HSYK’nın yapısının değiştirilmesine destek olmaması nasıl bir samimiyet görüntüsüdür?

Ufuk Uras “Tasarının Meclis oylamasında 330’un altında kalması Ergenekon’un zaferi olur.” diyordu. Türkiye siyasetini yakından takip eden herkesin hak vereceği çarpıcı bir tespit. Acaba Ufuk Uras’a tasarının 330’un altında kalması için çaba sarf eden arkadaşlarının ne tür bir siyaset izledikleri sorulsa ne cevap verirdi? BDP’nin tutumunun netice itibariyle Ergenekon’la paralelleşmesi basite alınabilecek bir durum değildir.

Halka Parya Muamelesi Yapmak Kemalist Oligarşinin Geleneğidir!

Anayasa değişikliği paketi tartışılmaya başlandığı andan itibaren Türkiye siyasetine ilişkin önemli veriler ortaya çıkarmıştır. İlkesizlikler, kısa vadeli çıkar hesaplarına kurban edilen değerler, geçmişte savunulanların bir çırpıda unutulup tam aksi istikamette pozisyon belirlenmesi gibi tutumlar bolca sergilenmiştir. En açık gösterge ise Kemalist despotik zihniyetin, halkın egemenliği ve yönetimin çoğunluk iradesine göre belirlenmesi ilkelerini tamamen göstermelik biçimde benimsemiş olduğudur. Her fırsatta saltanat rejiminden, padişahlıktan cumhuriyete geçmekle övünenlerin cumhuriyetten ne anladıkları ortadadır.

Sonuçta halkın oyuna sunulması planlanan bir değişiklik söz konusudur. Yani kararı halk verecek ve olumlu yönde çoğunluk sağlanırsa anayasa maddeleri değiştirilecektir. Buna karşın CHP kimliğinde temsil olunan Kemalist anlayış açıkça referandumdan önce ya da sonra söz konusu değişiklikleri mahkemeye götürüp iptal ettireceğini ilan etmektedir. Bunun yasal zemininin bulunup bulunmadığı tartışmasını bir kenara bırakacak olursak dahi, ortada açık bir halka güvensizlik algısı, daha ötesi halkı adam yerine koymama mantığı mevcuttur.

Öyle ya, hani halkın egemenliği asıldı? Hadi diyelim ki, Meclis’teki sandalye dağılımını yanlış buldunuz; seçmen iradesinin seçimlerden bu yana farklılaştığını düşünüyorsunuz; Meclis’te birtakım dayatmalarla ya da menfaat hesaplarıyla milletvekillerinin yanlış tercihlere yönlendirildiğini savunuyorsunuz. Ve bu yüzden Meclis’te verilen kararı reddediyorsunuz. Peki, sandığın halkın önüne konacak olmasına neden karşı çıkıyorsunuz? Bu nasıl bir halkçılıktır, bu ne menem bir cumhuriyettir?

Statüko savunucularının anayasa değişikliklerini engelleme çabaları esnasında ileri sürdükleri tezlerden biri de bu meclisin doğal ömrünü tamamlamaya yaklaştığı, dolayısıyla anayasa gibi önemli bir değişikliği yapmasının uygun olmayacağı teziydi. Değişikliğin seçimlerden sonra oluşacak yeni meclise bırakılmasının gerektiğini dillendiriyorlardı. Aynı saçmalık! Zaten referanduma gidileceğine göre, seçimlerden önce ya da sonra tartışmasının hiçbir anlamı kalmıyor ki! Elbette maksat hukuka uygunluk, siyasi ilkeleri gözetmek falan olmayıp, her ne pahasına olursa olsun statüko gemisini yüzdürmek olunca bu tür bahaneler, mazeretler, tutarsızlıklar ardı ardına sökün ediyor.

Düzenin tutarsızlığını ve dayatmacı kimliğini netleştiren bu tartışma biz Müslümanlar açısından geliştirilmesi, derinleştirilmesi gereken bir gündem sayılmalıdır. Elbette halkın tercihini kutsayacak değiliz. Sonuçta on yıllarca cahili kirliliklerle zihinleri, kimlikleri kirletilmiş, ezilmiş, sindirilmiş yığınlar var karşımızda. Mamafih iddia edildiği üzere halkın egemenliği esas ise o zaman herkes halkın tercihlerine, taleplerine saygı göstermek zorundadır. Bunun tersi oligarşik anlayışın, despotizmin meşrulaştırılmasıdır.

İnancımız açısından tabii ki halk doğruların kaynağı değildir ama kendi geleceğini, kimliğini, hayat tarzını belirlemekte son söz kendisine aittir. Nasıl istiyorsa öyle yönetilir, neye layıksa onu bulur. Zorla, baskıyla, dayatmayla halkın ne talep etmesi gerektiğini, neyi seçmesi gerektiğini belirleyen ya da halkı adam yerine koymayıp sürekli vasi rolünü oynamaya kalkışan bir yaklaşım, velev ki doğruları, güzellikleri yeşertme adına da davransa zorbalıktan başka bir sonuç vermez. Zorbalıksa insan onuruna aykırı bir tutumdur ve sonuçta mutlaka kaybetmeye mahkûmdur!