İslam Tarihi Boyunca Kudüs’ün İşgali

Ahmet Ağırakça

Tevhid inancının önderleri olan Peygamberlerin en yoğun olarak Allah'ın dinini insanlara tebliğ ettikleri kutsal bir mekan olan Kudüs, tarih boyunca bir çok devlet ve milletin  ilgi odağı haline gelmiştir.

 Kudüs muhtemelen M.Ö. 4000 yıllarında kurulmuş bir şehirdir. Tarihi bilgilere göre yaklaşık M.Ö. 1900 yılında Hz. İbrahim (a.s.) Kudüs'ü ziyaret etmiştir. İsrail oğulları Hz. İbrahim (a.s.)'ın oğlu İshak (a.s.)'ın oğlu Yakub (a.s.)'ın diğer adı olan İsrail'den isimlerini almakta ve onun soyundan gelmektedirler. M.Ö. 11. yüzyılda Davud (a.s.) şehri ele geçirdi ve kendi devleti için başkent yaptı. Onun döneminde Mescidi Aksa inşa edildi. Hz. Süleyman(a.s.)'dan sonra krallık İsrail ve Yehuda diye iki ayrı krallığa bölündü ve Kudüs (Jerusalem) Yehuda krallığının başkenti oldu. Bu krallık M.Ö. 586'da Babil hükümdarı Buhtunnassır tarafından yıkılarak Kudüs yerle bir edildi. Şehirde yaşayan Yahudiler de Babil'e yani bugünkü Irak'a sürüldü. M.Ö. 538'de şehir Perslerin eline geçince Persler Yahudilerin yeniden bölgeye dönmelerine izin verdiler. M.Ö. 332 yılında şehri Makedonya kralı Büyük İskender ele geçirdi. M.Ö. 64 yılında da Roma İmparatorluğunun hakimiyetine geçti. Bu sıralarda Kudüs'te Zekeriyya (a.s.) yaşıyordu. Onun yaşlılık döneminde dünyaya gelen oğlu Yahya (a.s.) da peygamber olarak görevlendirildi. Zekeriyya (a.s.)'ın baldızının kızı olan Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa (a.s.) da M.Ö. 4 yılında Kudüs yakınlarındaki Beytu'l-lahim'da dünyaya geldi. 

Perslerin Kudüs'ü ele geçirmelerinden sonra yeniden bu şehre dönmelerine fırsat verilen Yahudiler M.Ö. 138'de bir ayaklandılar. Bu ayaklanma da M.Ö. 135 yılında Bizans komutanı Hadrien tarafından bastırıldı ve şehir ikinci kez yıkıldı. Hadrien şehri daha sonra yeniden inşa etti.  Yahudiler, M.Ö. 66 yılında Bizans kralı Titus'a karşı yeni bir ayaklanma başlattılar. Bu ayaklanma dört ay sürdü ve ayaklanmanın bastırılmasından sonra Titus, Yahudileri şehirden sürdü. Böylece Kudüs asırlarca bu bölge ile birlikte Roma ve Bizans devletinin hakimiyetinde kaldı. İslam'ın ilk günlerinde Miladi 614 tarihinde Kudüs Persler (İranlılar) tarafından ele geçirildi. 627 yılında Bizanslılar Herakleios zamanında şehri Perslerden geri aldılar.

Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer (r.a.) tarafından Bizanslıların elinden alınarak İslam devletinin topraklarına dahil edildi. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs'ün anahtarlarını teslim aldığında burada yaşayan ve Müslüman olmayan kimselere tam bir din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı eman verdi. Bu tarihten sonra Kudüs, Haçlı işgaline kadar huzur içinde Müslümanların yönetiminde kaldı.

Kudüs İşgal Altında

On birinci yüzyılın son yıllarında Avrupa'nın bir yandan büyük ekonomik krizler yaşaması ve bu krizi atlatmak için kilisenin devreye sokularak halkın Hıristiyan damarının kabartılmasıyla "Kudüs'ü ve kendilerince kutsal sayılan yerleri Müslümanların elinden alma" sloganıyla başlattıkları siyasi ve askeri harekata "Haçlı Seferleri" adının verildiği bilinmektedir. Arapça'da "es-Salibiyyûn" yani salib ehli veya haç ehli ismiyle anılan bu saldırgan kitle katıldıkları bu savaşlarda elbiselerine ve savaş araçlarına haç resimleri çizdikleri için bu isimle isimlendirilmişlerdir. Osmanlı devrinde ise bunlara "ehl-i Salib" adı verilmiştir. Hicri altıncı, miladi on ikinci yüzyılın İslam tarihçileri ise bu saldırgan Hıristiyan kitleye "Franklar" adını vermişlerdi.

Haçlı Seferlerinin ilk kışkırtıcı kitlesi dini duygu ve motifleri kullanarak insanları heyecana getirmiş ve daha sonra kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmeye geçmişlerdir. "Kutsal toprakları kurtarma" aldatmaca sloganıyla Haçlı Seferlerinin asıl sömürgeci niyetleri ve içinde bulundukları ekonomik krizi atlatmaya yönelik hedefleri gizlenmiştir.

İslam fetihlerinin bir taraftan Anadolu'nun neredeyse tamamını kapsayıp İstanbul kapılarına dayanmış olması, diğer taraftan Kuzey Afrika'yı ve batıda Endülüs'ü ele geçirmesi başta Bizans İmparatorluğu olmak üzere bütün Avrupa'yı korkuttuğu için batı dünyası İslam dünyasına büyük bir saldırı yapmak üzere harekete geçmişti.

Papa II. Urbanos, Clermont konsilinde hazır bulunan Hıristiyan din adamlarına seslenerek onları düzenlenecek Haçlı Seferlerine katılmaya çağırmıştı. Papa bu seferlerin aynı zamanda büyük bir hac ibadeti olacağını ve bu sefere katılacakların bütün günahlarının affedileceğini anlatıyordu. Papa Urbanos bu seferlere katılımı temin etmek için adeta halkın dini duygularını istismar ediyor ve batı dünyasındaki kıtlık, açlık ve topraksızlık problemlerini hafifletmek maksadıyla halkların doğuya sefere çıkmalarını sağlamak istiyordu. Avrupa'da kıtlık ve açlık her gün biraz daha devletleri zorlamaktaydı. Bu da her an sosyal patlamalara neden olabilirdi. Papa ve devletler arasında gerçekleşen işbirliği neticesinde batı halkları doğuya sefere çıkartılarak büyük tehlikeler doğurabilecek her türlü sosyal patlamalar önlenecekti. Böylelikle İslam'a ve İslam fetihlerine karşı derin bir kin duyan Avrupalılar, kendi emperyalist duygularını açığa vurdukları bir seferler silsilesi ortaya çıkardılar.

Topraksız kalan derebeylerinin küçük çocukları ile şövalyelerin bu seferlere iltifat ettiklerini görüyoruz. Ayrıca "doğunun sokaklarında bal ve süt akmaktadır" anlayışından hareketle doğunun zenginlikleri dile getirilmişti. İşte bu zenginliklere kavuşmak, mal elde etmek isteyenler, bu seferlere hızla katılmışlardı. Aynı zamanda şövalyeler de Müslümanlardan intikam alma hevesiyle yaşıyorlardı.

Papa II. Urbanus'un 27 Kasım 1095 tarihinde yaptığı çağrılar ile Haçlı Seferleri resmen ilan edilmiş, her sınıftan Hıristiyanlar bu çağrıya koşup gelmeye başlamışlardı. Derebeylerin topraksız çocukları prensler, şövalyeler Fransa'da, İtalya'da bir araya gelip muazzam kalabalıklar oluşturdular. Tarihin hiç bir döneminde bu kadar kalabalık kitlelerin toplanmadığı muazzam ordular meydana geldi. Bu da bütün batı dünyasının ve barbar kavimlerinin harekete geçtiğini gösteriyordu. Bu orduları ilk defa doğuya davet eden Bizans imparatoru I. Aleksios Komnenos bile bu kalabalık kitlelerin ülkesini Müslümanlara karşı savunmaktan çok, yakıp yıkmalarından endişe etmeye başlamıştı.

Bu kitleleri harekete geçiren en ateşli Hıristiyanlardan birisi Keşiş Pierre l'Ermite (Piyer Lermit) yirmi bin kişilik bir ordu ile öncü bir kitle olarak harekete geçti ve kısa zamanda Balkanları aşıp Bizans topraklarına girdi. Anadoludan geçip kısa zamanda yüz binleri bularak İznik'te bulunan Anadolu Selçukluları'na saldırıp Eskişehir ve Konya yoluyla Antakya'ya gitmek üzere Çukurova'ya ulaştılar. Burada iki ayrı koldan yollarına devam eden ve çekirge sürüleri gibi inanılmaz kalabalıklar halinde saldıran Haçlıları durdurabilecek kimse yoktu. Böylesine kalabalık kitlelerin önünde kim durabilirdi. Hızla saldırılarına devam eden bu aç kitleler bir an önce doğunun bal ve süt akan sokaklarına ulaşma sevdasıyla Urfa önlerine gelerek şehri ele geçirip yağmaladıktan sonra burada küçük de olsa bir Haçlı devleti kurdular. Diğer kol Antakya üzerine gidip şehri yardımsız kalan Selçuklu beyi Kürboğa'nın elinden alıp zaptetti ve Antakya Prinkepsliği'ni kurdu.

Ama durmak bilmeyen bu saldırganlar asıl maksatları gibi görünen Kudüs'e doğru yollarına devam ettiler. 7 Haziran 1099 tarihinde Kudüs önlerine gelen Haçlılar şehri hızla kuşattılar. Muhasarada Robert de la Normandie, Herodes (Çiçek) kapısını, Robert de Flandre Dımaşk kapısını, Godefroi de Bouillon Yafa kapısını muhasara ettiler. Tankred ise etrafta çapulculuk yapıp Müslüman halkın koyun sürülerini ele geçirmeye çalışıyordu. Kuşatmayı sürdüren Haçlıların ana gövdesi doğu bölgelerinde toprak elde etmek üzere gelen derebeylerin küçük çocukları ile ekmek peşinde koşan şövalyelerden ibaret idi. 15 Temmuz 1099 günü büyük saldırılarla kulelerden surlara doğru köprüler kurup şehrin  burçlarına ulaştılar. Kutsal şehir o sırada Fatımî bir kumandan olan İftiharu'd-Devle tarafından savunuluyordu. Haçlı kumandanlarından Raymond surlara ayak basarak askerlerini şehre sokmayı başarmışken, ertesi gün Godefroi öğleye doğru şiddetli bir saldırı düzenlemiş, Flaman Şövalyelerinin gayretleriyle Haçlıları surlara tırmandırmıştı. Artık birçok noktadan şehre giren Haçlılar, Müslümanlara acımasızca bir tavırla saldırıya geçmiş, tavuk keser gibi insanları doğramaya başlamışlardı. Bu insafsız tavırlar karşısında şaşıran Müslümanlar, Mescid-i Aksa ve Kubbetu's-Sahra'ya doğru koşuştular. Bu davranışlarıyla hem canlarını korumak ve hem de buraları ikinci bir savunma alanı olarak kullanmak istemişlerdi. Ancak Müslümanlar savunma için hiç bir girişimde bulunma fırsatı yakalayamadan Haçlılar Mescid-i Aksa'ya saldırıp insanlığa yakışmayacak bir tarzda önlerine çıkanı öldürüyorlardı. Şehrin emiri İftiharu'd-Devle zor durumla karşı karşıya kalınca son bir tedbir olarak Davud Kulesi'ne sığındı. Ancak hiç bir etkin rol oynayamadan büyük miktarda fidye ödeyerek en yakın akrabalarıyla birlikte Askalan'a gitti. Haçlıların Kudüs işgali sırasında Müslümanlardan sadece bu küçük kafile canını kurtarabilmişti. Aç kurtlar gibi şehrin içine dalan Haçlılar, görülmemiş bir zulüm örneği sergileyerek şehirde yaşayan Müslümanların bütününü katlettiler. O gün neredeyse Kudüs'te tek bir canlı bırakılmamış ve Haçlılar canlılardan tamamen arındırılmış bir şehre girmişlerdi.

Haçlıların bu vahşetlerini o günlerde bu saldırgan kitlelerin içinde bulunan Hıristiyan tarihçi Raimundus, Kudüs'ün işgalinin ertesi günü Mescid-i Aksa'nın bulunduğu mahalleye doğru cesetlere basa basa ve dizlerine kadar çıkan kan göletlerinin içinden geçmek zorunda kaldığını bir Hıristiyan olarak itiraf edip gördüklerini eserine kaydetmiş bulunmaktadır.

O dönemin önemli tarihçisi olan Fulcherius o günlerde işlenen bu cinayet ve vahşeti şöyle anlatır:

"Şövalyelerimiz ve yayalarımız Müslümanların canlı iken yuttukları altınları bağırsaklarından çıkarmak için karınlarını deşerek öldürdüler. Adamlarımız  şehri dolaşıp tek bir canlı bırakmadan herkesi öldürdüler. Ayrıca girdikleri evlerde her şeye el koyup evleri de işgal ettiler."

Yine batılı bir tarihçi olan Runcimen'in ifadesiyle şehre giren Haçlılar zafer sarhoşluğuyla zincirden boşalmış deliler gibi yollara, evlere, dükkanlara ve camilere hızla saldırıp önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyor, kadın, erkek, ihtiyar, çocuk demeden herkesi öldürerek mallarını yağmalıyorlardı. Haçlılar sağ olup da sokak aralarında kaçışan ve kurtulmak için cami ve kiliselere sığınmaya çalışan diğer Müslümanları yakalamak için öldürdükleri Müslümünların cesetlerini çiğneye çiğ neye kaçanların peşlerinden koşuyorlardı. Yığınlarla ceset sokaklarda birikmişken tek bir Hıristiyan kumandan veya ferdin kalbinde bunlara acıyarak en ufak bir merhamet eseri görülmemişti. Kudüs'te öldürülen insanların sayısı hakkında hiç rakam verilmeksizin sadece şöyle deniliyordu: "O gün şehirde yaşayan bütün halk en son fertlerine kadar tümüyle öldürülmüştü." O gün için Kudüs'ün nüfusunu tahmin edenlerin kimisi yetmiş bin derken kimisi de iki yüz bin kişi olduklarını ifade etmektedir.

Bu davranışlar ve acımasız tavırlar günümüze kadar devam eden ve bugün de aynısı görülen Haçlı zihniyetini bütün açıklığıyla otaya koymaktadır. Bu katliama seyirci kalan bütün Avrupalılar da sözde dehşete kapıldıklarını söylerler. Halbuki Avrupalılar bu olaylar karşısında hep suskun kalmışlardır. Bu zulme "Haçlı Ruhu" adı verilirken İslam ümmetinin bütün fertlerinde oluşan bir kanaat dile getirilmektedir.

Artık şehirde öldürülecek hiç bir Müslüman kalmayınca, haçlı reisleri bir araya gelerek 17 Temmuz günü yaptıkları bir toplantıda şehrin yönetimi ile ilgili kararlar alarak Kudüs'te bir Haçlı krallığı ilan ettiler. Krallığa getirilen Godefroi (Godfurua)'nın yönetimiyle Kudüs mahzun bir döneme girmiş oldu. 15 Temmuz 1099 günü bu dehşet verici toplu katliamla başlayan işgal İslam dünyasının kalbine saplanan bir kama gibi bütün ümmeti derinden yaralamıştı. Çünkü, şehirde yalnız normal halk değil yüzlerce ilim adamı, abid ve zahid insan katledilmişti. Bu haber Bağdat'a, Hilafet merkezine ulaştığında bütün Müslümanlar gözyaşı döktüler kalpleri hüzünle doldu.

Bunun üzerine Abbasi Halifesi el-Müztazhir Billah, Kadı Ebu Muhammed ed-Damağani başkanlığında İslam dünyasında cihad çağrısı yapmak üzere bir heyet oluşturup yola çıkardı. Fakat her nedense bu heyet başarıya ulaşamamıştı. Ancak bu başarısızlığın o günkü İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan sayısız sebepleri vardı. Kudüs o sıralarda birkaç kez arka arkaya Müslüman yöneticiler arasında el değiştirmiş ve bir yönetim zafiyetine uğratılmıştı. 

Haçlıların İslam dünyasına girdikleri bu sıkıntılı günlerde Bağdad'ta Abbasiler, Anadolu'da Türkiye Selçukluları, Mısır ve kısmen Filistin'de Fatımiler, Suriye ve Irak'ta Selçuklular ile Artukoğulları hüküm sürmekte olup birbirlerine karşı son derece sert ve acımasız tavırlar içerisine girmiş, birbirlerinden toprak kapmanın telaşı içindeyken, Pierre l'Ermite, Godefroi, Raymond, Tankred ve Baudouın gibi Haçlı lider ve kumandanları çekirge sürülerini andıran büyük ordularla Kudüs önlerine varmış, yukarıda ifade ettiğimiz gibi şehri dört bir yandan kuşatıp işgal etmişlerdi.

Artık Kudüs zalim Haçlıların işgali altındaydı. Fakat bu işgal İslam ümmetinin kalbinde büyük bir yara olarak yer etti. O günden itibaren bütün Müslümanlar Kudüs'ün Haçlıların işgalinden kurtarılması gerektiğine inanıyor ve sürekli olarak bunu konuşuyorlardı. Artık Müslümanların gündeminde Kudüs vardı. İslam ümmetinin başında bulunan bütün emirler, yöneticiler ve halk, sürekli olarak Kudüs'ten söz ediyor ve bu işgalin fazla sürmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Ancak çok acı bir gerçek olarak o gün İslam dünyasındaki dağınıklık ve iç kavgalar başını alıp gitmişti. İşe nereden başlanacağı bilinmiyordu. Kudüs'e giden yollar aralanmalıydı. Urfa'da kurulan Haçlı Kontluğu, Mardin, Musul ve Diyarbekir'den Kudüs üzerine sevk edilecek kuvvetlerin önünde büyük bir set gibi duruyordu.

Kudüs'e Giden Yol / Urfa'nın Yeniden Fethi

Gerek Urfa, Antakya ve Trablus-Şam Haçlı kontlukları ve gerekse Kudüs krallığını ortadan kaldırmanın yegane yolu Suriye'deki İslami birliği sağlamaktı. Ama maalesef bu da bir türlü gerçekleşmiyordu.

İşte Suriye'nin bu birliğinin sağlanması gerektiği ve Haçlılara karşı cihadın yeniden başlatılmasının kaçınılmaz olduğu bu günlerde 1127 yılında Halep emiri Kasimud-devle Aksungur'un oğlu İmadüddin Zengi bölge hakimiyetini eline geçirdi. Suriye'deki bu görevinin önemini müdrik olan İmadüddin Zengi, Haçlıların İslam topraklarından ve özellikle kutsal şehir Kudüs'ten çıkarılması gerektiğine şiddetle inanıyordu. Kudüs'ün de tekrar baştan fethedilmesi için yegane yolun Urfa Haçlı Kontluğunun ortadan kaldırılması olduğunu düşünüyordu.

Bu düşüncesini gerçekleştirecek ilk iş olarak Suriye'deki siyasi birliği sağlamaya çalıştı.

Kudüs'ün Haçlı zulmü altında inlemesi, Müslümanları büyük bir ızdıraba sokuyordu. Gönülleri elem dolu büyük Müslüman kitleler, cihad ruhuyla durmadan bölgeye akınlar düzenlemeye başlamışlardı.  

Birinci Haçlı Seferi sonunda İslam dünyasının göbeğinde bir çıban gibi biten Urfa Haçlı Kontluğu bölgeyi ve bölgede yaşayan Müslümanları ve özellikle Urfa'dan Mardin'e kadar uzanan Harran bölgesi Müslümanlarını büyük maddi baskılar altında tuttuğu gibi manen de rahatsız ediyordu. Haçlılar, Urfa kalesinden çıkarak etraftaki kasaba ve köyleri basıyor, Müslüman halkı sürekli öldürüyorlardı. Bu durum ise Müslüman liderlerin haysiyetlerine yakışan bir durum değildi. İmadüddin'in Urfa'yı yeniden fethetmeye çalışması işte bu cihad anlayışından kaynaklanıyordu.

Bunun üzerine İmadüddin Urfa üzerine yürüyerek 28 Kasım 1144 tarihinde şehri kuşatma altına aldı. 26 Aralık'ta da şehri ele geçirdi.

Urfa Haçlı işgaline uğradığı günden beri yaklaşık elli yıldır Müslümanların gönlünde mahzun bir şehir olarak boynu bükük duruyordu. Çıban başları gibi İslam alemi coğrafyasının göbeğinde biten bu birkaç devletçikten birisi Urfa'nın fethi ile yıkılmış oldu.

Urfa'nın fethedilmesi mutlaka Müslümanları çok sevindirmişti, ancak İmadüddin'in başardığı bu büyük cihad hareketi Kudüs fethine giden yol olması açısından daha büyük önem arz ediyordu. Urfa'nın fethi ve Urfa Haçlı Kontluğunun yıkılması üzerine Avrupa yeniden harekete geçerek II. Haçlı Seferini düzenledi. Sefere birçok Avrupalı prens katıldı. Dımaşk muhasarasıyla fiyasko ile neticelenen bu savaş, Frankların bölgede büyük başarı elde edemeyeceklerinin ilk işareti oldu. 

Urfa'nın fethi Kudüs'e giden yol idi. Artık Müslümanlar bu yolu kısmen aralamışlardı. İşte bu İslami duygu ile yanıp tutuşan yine İslam ümmetinin yetiştirdiği evladından birisi olan Salahaddin el-Eyyubi Urfa'nın fethi sırasında 6-7 yaşlarında idi. Aynen bugün olduğu gibi İslam dünyasının gündeminde Kudüs ve Kudüs'ün mutlaka Haçlıların işgalinden kurtarılması düşüncesi vardı. Amcası Esedüddin Şirkuh'un yanında cihada çıkan Salahaddin Yusuf ibn Eyyub kısa zamanda kahramanlığıyla ordu içinde ün saldı ve otuz bir yaşındayken Suriye genel kumandanlığına getirildi.

         Salahaddin, her taraftan gelip cihad çağrısı üzerine hazır olan büyük ve asıl ordularını toplayıp düşman hakkında nasıl davranılacağı hususunda gerekli görüşmeleri yapmak üzere Şura Meclisi'ni topladı. 

Salahaddin, Allah yolunda cihaddan aldığı zevk kadar hiçbir şeyden zevk almazdı. Son derece gayretli ve yorulmak bilmez bir çalışma azmine sahipti. Onu görenler hep, kederli, mahzun ve son derece düşünceli görürlerdi. Yemeği gayet az yer çok az gülerdi. Ona bu halinin sebebini soran birisine şöyle demişti:

"Kudüs ve Beytü'l-Makdis, Mescid-i Aksa, Haçlıların işgali altında olduğu müddetçe ben nasıl olur da gülebilirim, nasıl olur da sevinebilirim ve istediğim gibi nasıl olur da yemek yiyebilirim? Hele hele, gözüme uyku nasıl girebilir?..." İslam ümmetinin başında bulunan ve bu makamları işgal eden devlet başkanlarının kulakları çınlasın!.. Kudüs işgal altında iken onlar neler yapıyor, neler düşünüyor ve nasıl yaşıyorlar? Hiç şüphesiz ümmetin fertlerinden, İslami bilince sahip olanlar bunu biliyor, görüyor ve düşünüyordur. Kadı Bahaüddin İbn Şeddad, Salahaddin'in yakın adamı ve sırdaşı idi. O, Salahaddin'i bakın nasıl anlatıyordu:

"Salahaddin, Kudüs hakkında öyle gamlı idi ki, onun bu gam ve kederini dağlar kaldıramazdı. O, çocuğunu kaybetmiş ana gibi şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koşturup Müslümanları Kudüs'ü kurtarmak için cihada davet ediyordu. İnsan toplulukları arasına dalıp 'Ey Müslümanlar İslam için, İslam için' diye bağırıyordu. Gözleri daima hüzünlü yaşlar döküyor ve kuruduğu görülmüyordu. Hele Mescid-i Aksa'ya baktığı zaman kendine bir türlü hakim olamıyordu. Bir türlü boğazına yemek girmiyordu. Durmadan ilaç içip durduğu halde yemek yemiyordu. Hatta doktorlarından biri cuma gününden pazar gününe kadar bir öğünde sadece bir iki lokmalık bir şey yediğini söylemişti. Onun bu hali, Kudüs'ün işgal altında bulunmasından kaynaklanıyordu."

2 Temmuz 1185 Cuma günü, bir Haçlı ordusunun gelmekte olduğunu duyan Salahaddin, yıllardır beklediği fırsatın doğduğunu görünce Allah'a şükredip savaş meydanına koştu. İslam ordusu, nehir ve göle giden yolları tutmuştu. Haçlılar Hıttin'e varıp da Salahaddin'in kuvvetlerini karşılarında görünce birden şaşırdılar. Zira son derece çetin bir mukavemetle karşılaşıyorlardı. Haçlılar dört bir yandan çevrilmişlerdi.  Salahaddin düşmanın sıkıştırıldığını görünce o geceyi ciddi hazırlıklarla geçirdi. Kendisi ise suyu bol, yemyeşil bir vadide bulunuyordu. Sevincini gizleyemeyen Salahaddin'in yıllardır beklediği fırsat gelmişti. Haçlılar geceyi İslam ordusunun karargahından yükselen tekbir seslerini dinleyerek geçirdiler. Müslümanlar moralmen güçlü idiler. Haçlılar ise ümitsizlik içinde kıvranıyorlardı. Müslümanlar arada bulunan çalılıklarla kaplı bir tepeyi ateşe verip kızgın dumanlardan oluşan bir bulut tabakasının ardından Haçlı karargahına saldırıya geçtiler. Salahaddin dünya tarihinde büyük bir yeri olan Hıttin zaferini Haçlılara karşı kazandı.

Kudüs'ün İslamdaki Yeri ve Önemine Kısa Bakış:

Kudüs'ün Fethi   (27 Receb 583/2 Ekim 1187)

İslam yeryüzündeki bazı mekanları diğer mekanlardan farklı kabul etmiş hatta bunların kutsiyetlerine işaret etmiştir. Hz. İbrahim'in Kâbe'yi inşa edip insanları buraya ibadete davet etmesi ve Cenab-ı Allah'ın prensiplerini belirlediği hacc ibadetinin yapılması için yine Cenab-ı Allah'ın emir vermesi ile birlikte Mekke ve çevresi harem bölgesi kabul edilerek buraya bir kutsiyet izafe edilmiş ve o günden kıyamete kadar artık mukaddes bir mekan olarak kalacağı ilan edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Mekke'den Medine'ye (Yesrib'e) hicret etmesiyle artık "Medinetu'n-Nebi" olmuş ve İslam'a göre burası da haram bir bölge olarak kabul edilmiş, bizzat Hz. Peygamber tarafından haram bir bölge olarak ilan edildiği bir çok hadis ile belirtilmiştir.

Kudüs'e gelince Hz. Peygamber isra ve miraç mucizesinin burada gerçekleşmesinden dolayı bölgenin kutsiyetini ifade buyurarak Mescidu'l-Aksa'nın İslam dini nazarında kutsal bir mekan olduğunu ilan etmiş ve Mekke ile Medine'nin yanında üçüncü kutsal belde olarak bu şehirden söz etmiştir. Hz. Peygamber "Ziyaretler ancak üç mekana yapılır. Mekke'deki Mescidu'l-Haram'a, Medine'deki benim bu mescidime ve Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya" Rasulullah'ın bu hadisi ile bu üç belde İslam'da kutsal ilan edilmiş ve bunların dışında kutsiyeti olan başka bir dördüncü şehirden söz edilmemiştir.

Bu çerçevede Cenab-ı Allah'ın Peygamberini Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya bir gecede götürmesi ve buradan Sidretu'l-Müntehaya ulaştırdığı Miraç olayı ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de:

"Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah münezzehtir..." İsra Suresi birinci ayetindeki buyruğu ile Kudüs İslam inancında önemli bir yer almıştır.

İslam'ın Mekke'de ilk tebliğ edildiği günlerde bu dinin en önemli bir ibadeti olan namazın Mescid-i Aksa'ya yönelerek kılınmasıyla İslam'ın ilk kıblesi haline gelen Kudüs şehrinin önemi gayet açıktır. Müslümanlar bu ilk kıblenin kutsiyetini idrak ederek tarih boyunca buraya sahip çıkılması gerektiğinin bilinciyle hareket etmişler, sürekli bu mukaddes beldeyi korumanın ve tevhid inancının bayrağı altında bulunması gerektiğinin inancı içinde olmuşlardır. Kudüs ebediyen İslam'ın ilk kıblesi olma özelliğini koruyacak ve Müslümanlar buraya sahip olmak zorunda olduklarını hep idrak edecek ve bu beldenin Haçlılar veya Yahudiler tarafından işgal edilmesi halinde tarihte olduğu gibi mutlaka kurtarılmasının gereğine inanarak çalışacaklardır.

Ayrıca Müslümanlar, Hz. Peygamber'in isra ve miraç mekanı olarak buraya büyük bir kutsiyet izafe edip inançları gereği olarak burayı ebediyen korumanın gerektiğine inanırlar. İslam fetihlerinin ve İslam'ı bütün insanlığa tebliğ maksadıyla Hicaz bölgesinden çıkarak dünyaya açılmanın ilk günlerinde ulaşılması ve fethedilmesi gereken bir mekan olarak görülen Filistin ve özellikle Beytu'l-makdis (Kudüs) fetih hareketlerinin ilk günlerinde İslam toprağı haline getirilmiştir. 638 yılında Hz. Ömer devrinde fethedilen bu mübarek belde, bizzat İslam'ın o büyük halifesi tarafından teslim alınmış ve Müslümanlara emanet edilmiştir. İşte bu mübarek şehir Kudüs bizlere ve tarih boyunca kıyamete kadar tüm Müslümanlara ve ümmete Hz. Ömer'in yadigarı ve emaneti olarak kalacaktır. Bunun işgal altında olması bütün ümmet için bir züldür. Tarihte zaman zaman Haçlılar veya Yahudiler tarafından işgal edilmişse de kısa aralıklarla işgal altında kalmış ve Müslümanlar bu beldeyi kurtarmanın yolunu aramış ve kurtarmışlardır. Haçlılar büyük ordular halinde Filistin'e gelip bir asra yakın bir müddet buraya yerleşmiş ancak hiç bir zaman orada ebediyen kalacaklarını hiçbir Müslüman kabullenmemiştir. 638 yılından 1099 yılına kadar İslam beldesi olarak kalan bu mübarek şehir, 461 yıl müddetle büyük ilim ve fikir adamları yetiştirmiş, büyük bir kültür merkezi haline gelmiştir. 1099 yılında işgal edilmiş, yine kısa bir müddet sonra yani 88 yıl gibi tarihte hiç önemi olmayacak kadar kısa bir dönem Haçlı işgali altında kalmışsa da tekrar kurtarılmış ve İslam toprağı olarak kalmıştır.

İşte 461 yıl İslam sancağı altında özgürce yaşayan bu mübarek belde, Haçlılar tarafından böyle işgal edilmiş iken 88 yıl müddetle İslam ümmetinin gençleri bu işgalin sona erdirilmesi için bütün güçleriyle gayret sarf ederek aralarından Salahaddin diye bir kumandan ve lider çıkarmışlardı. Bu Haçlı işgali çok sürmemeliydi. İşte Salahaddin'in bu büyük gayretleriyle Haçlılar, başta Kudüs kralı Guy de Lusignan olmak üzere bir çok şövalye reisinin esir edildiği Hıttin zaferi ile Müslümanlar tarafından yenilmiş ve Kudüs'e giden yol tamamen aydınlanmıştı.

Salahaddin Hıttin'den sonra Askalan ve Gazze şeridinde bulunan şehir ve kasabaların yanı sıra Darum, Remle, Beytü'l-Lahım ve Yubna gibi şehirleri de tamamen geri aldı.

Salahaddin, bu sayısız başarılardan sonra bölgenin yabancı işgalcileri olan Haçlıları tamamen Filistin'den çıkarmak ve Ömer İbnü'l-Hattab'a halef olmak için Kudüs'ün yolunu tuttu. Askalan'dan ayrılmadan önce Kudüs'teki Haçlılara haber göndererek şehrin eman ile teslim edilmesini istedi. Ancak her taraftan sarılmış olmalarına ve civardaki birçok şehrin artık Müslümanların eline geçmesine rağmen Kudüs'ü teslim etmeyeceklerini söylediler. Salahaddin sahilden gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı her türlü tedbiri almıştı. Bu durumda Sur şehrinden başka fethedilmeyen sahil şehri kalmamıştı. İşte Salahaddin Kudüs'ün fethi için: "Ya bu uğurda ölür ya da şehri Haçlılardan kurtarırım" diye yemin etmişti.  Bunun üzerine 20 Eylül 1187 günü Kudüs'ü kuşattı. Salahaddin'in Beytü'l Makdis'e karşı beslediği merhamet duygusu sebebiyle bu mübarek beldeyi savaş felaketinden korumak için çok elverişli şartlarla Haçlıları teslim olmaya bir kaç kez davet ettiyse de netice alamadı. Bu kutsal şehrin surlarını yıkmak, binalarını yok etmek ve en ufak bir taarruzla şehre zulüm yapmaktan bir hayli çekiniyordu. O da, Hz. Ömer gibi barış yoluyla şehri teslim almaya çalıştı. Bunun için şehre elçiler gönderip şöyle söyledi: "Kudüs'ün, Allah'ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum."

Ancak Haçlılar, diğer fethedilen yerlerden kaçıp Kudüs'te toplanmışlardı. Sayılarının, altmış bin civarında olmasından cesaret alarak, şehri savunabileceklerini sandılar. 

Salahaddin çaresizce bu çok saygı duyduğu şehre, muhasara şartlarını uygulamaya başlarken önce doğu tarafından daha sonra batı tarafından şehre hücum etti. Muhasaraya başladığından beş gün sonra taarruz yerini değiştirip 88 yıl önce Godefroi'nin şehre girdiği yerden muhasarasını sürdürdü. 

Nihayet 27 Receb Cuma günü, Miraç gecesinde Kudüs tamamen teslim olarak tekrar İslam hakimiyetine geçti.  Haçlılar, Kudüs'e 88 yıl önce girdiklerinde Müslümanlara  karşı nasıl bir tavır takınmışlardı ve Salahaddin bugün onların torunlarına nasıl davranıyordu. İslam ve Müslümanların şefkat, merhamet ve müsamahası karşısında Avrupalı şövalyenin zulmü, gaddarlığı ve insafsızlığı her yönüyle kendisini göstermektedir. Tarih onların Kudüs'te 1099 yılında işledikleri cinayetlerini asla unutmayacaktır. Haçlıların kan içici askerleri Kudüs'e girdiklerinde sokakta, yolda, evlerde, mescidlerde ve nerede olursa olsun karşılaştıkları Müslümanları derhal öldürüyorlardı. Müslümanlar diri diri boğazlarından kılıçla öldürülmekten kaçıp kendilerini surlardan aşağıya atıyorlardı. Bazıları da surlarda, camilerde gizlenmişlerdi. Ama zalim Haçlıların elinden kurtuluş var mıydı sanki? Öldürülmüş insan yığınları üzerinden atlarını sürüp dirilerini kovalayan Haçlıların bu zulmünü unutmak mümkün müdür? Müslümanların bir kısmı ateşe verilip yakılıyor ve bir kısmı gizlendikleri yerden çıkarılıp atların arkasına bağlanıp ölülerin yığılı olduğu meydanlara sürüklene sürüklene götürülüyordu. Masum insanların bu şekilde insafsızca öldürülmeleri karşısında tek bir Haçlıda şefkat ve merhamet duygusu uyanmıyordu. Yetmiş bine yakın Müslüman şehid edilmişti.

Kudüs'te Haçlı yine aynı Haçlıdır aslında. Dün zalimler kan içiciydi, katildi, canavardı, bugün de öyle, yarın da... Ama şarkın en sevgili sultanı Salahaddin şimdi Haçlılara nasıl davranıyordu? O da, bu şehri fethetmiş ve askerleriyle içeri girmişti. İnsanlık örneği, şefkat ve merhamet timsali, adaletin sembolü bir insan ancak güçlü olduğu zaman affetmesini bilen kişidir. Salahaddin, Haçlıların 88 yıl önce Müslümanlara nasıl davrandığını biliyordu. Ama buna rağmen o, teslim olmuş masum bir kitleye asla kılıç sallamamıştı. Ayrıca kendilerine her türlü kolaylığı sağlayarak şehirden çıkmalarına yardımcı olmuştu.

Salahaddin, şehri terk eden Hıristiyanların hasta, zayıf, kötürüm durumdaki anne ve babalarını, çoluk çocuğunu sırtlarında taşıyıp götürürlerken arz ettikleri manzarayı görünce son derece üzülmüş ve hemen bunlara binek verilmesini emretmişti. Ayrıca varacakları yere kadar kendilerine yetecek yemek ve kumanya dağıtılmıştı. Salahaddin, bilhassa çocuk ve kadınlara karşı daha merhametli davranmıştı.

Ayrıca Salahaddin, din adamlarına mal ve eşyalarından istediklerini taşıyıp götürebileceklerini söyledi. Hatta Kudüs Patriği Herakleios kiliselerdeki altın, gümüş ve her türlü kıymetli eşyayı alıp götürmüştü. Ama maalesef Patrik Herakleios bütün bu iyilikleri anlayamamış çekip giderken Mescid-i Aksa ve Kubbetü's Sahra'nın bir çok kandilini ve değerli eşyasını çalıp götürmüştü. 

İşte Haçlıların 1099 yılında Müslüman sivil halka karşı davranışları ve işte Salahaddin'in 1187 yılında Hıristiyan sivil halka davranışı. İşte, bütün çirkinliğiyle istila, işte bütün güzelliğiyle fetih.

Avrupalılar Kudüs'e girerken orada yaşanların hepsini yok etmiş, tarihte eşine az rastlanan kanlı bir günde büyük bir katliam gerçekleştirmişlerdi. Salahaddin ve Müslümanlar ise bu kutsal şehre girerken merhamet, şefkat ve zafer ihsan eden Allah'a şükür için düşmanlarına ne kadar farklı davranmışlardı. Bu iki farklı davranış Müslümanlarla Avrupalılar arasındaki farkı rahatlıkla ortaya koymakta ve kimin barbar olduğunu göstermektedir. Bugün de Yahudiler aynı zulüm ve katliamı Filistin'de yapıp dururlar yarın Müslümanların Kudüs'e tekrar geldiklerinde bu Yahudilere Allah'ın dilediğinin dışında hiç bir kötü muamele yapmayacakları muhakkaktır.

Bütün bu olaylardan sonra Kudüs, sadece 1243 yılında Mısır hükümdarı İsa'nın, kardeşinin oğluna karşı kendisine yardım etmesi için bu şehri Bizans hükümdarına hediye etmesi üzerine kısa bir süre işgal altında kaldı. Ancak çok geçmeden Müslümanlar Necmeddin el-Eyyubi'nin komutasında şehri geri aldılar. Kudüs, 1291'de Memlükler'in hakimiyetine geçti ve bu hakimiyet 1517'de Filistin toprakları Osmanlı Devletinin eline geçinceye kadar devam etti.

 Osmanlı Devletinin Kudüs ve bölgedeki bu hakimiyeti 19l8'e kadar sürdü. Ancak bu tarihten çok önceleri Siyonistler Filistin'e göz dikmiş ve işgal planları kurmaya başlamışlardı. Batının ve özellikle İngiltere'nin ve bazı Yahudilerin asıl gayesinin ne olduğu ise, Uluslararası Yahudi Kongresi başkanı Nahom Goldman'ın Kanada'nın Montreal şehrinde yaptığı meşhur konuşmasında ortaya çıktı:

 Yahudiler 'Filistin'i, Tevrat'taki yeri ve kendi dini inançlarındaki değeri dolayısıyla veya ölü denizin sularının buharlaşması neticesinde oluşan üç milyon dolar değerindeki maden ve madene benzer ürünler sebebiyle tercih etmiş değildirler. Aynı şekilde Filistin topraklanın petrol rezervlerinin Amerika'nın petrol rezervlerinin yirmi katına eşit olmasından dolayı da tercih etmiş değildirler. Bilakis, Filistin Asya, Avrupa ve Afrika'dan gelen yolların birleşme noktası, bütün dünya güçlerinin toplanma yeri olması ve dünyaya hükmetmede stratejik konuma sahip olması dolayısıyla tercih etmişlerdir."

Yahudilere devlet kurmaları için başka yerler de teklif edildi. Uganda, Sina Çölü, Doğu Afrika Ormanlıkları, Cavas Necşo Dağları gibi yerlerin yurt edinilmesini isteyen bu gibi teklifler Yahudiler tarafından kabul ve destek görmemiştir. Vaizman İngiltere başbakanına:

"Eğer Musa bile Yahudileri Filistin'den başka bir yeri yurt edinmeye çağırmış olsaydı, bir tek kişi peşinden gitmezdi" demişti. Yahudilerin hile ve desiseleri sonunda 29-31 Ağustos l897 tarihinde Basel Kongresi düzenlendi. İsviçre'nin Basel şehrinde toplanan bu kongre, uluslararası Siyonizmin ilk kongresidir. Kongreye, çağrılanlardan 204 delege katıldı. Delegeler Yahudiler için Filistin'de bir devlet kurulmasına karar verdiler. Herzl bu devletin kuruluşu için en az beş yıl gerektiğini ileri sürdü ve: "Fakat elli yılı da geçmeyecektir" dedi.

Sultan Abdulhamid ve Yahudilere Karşı Tavırları

Yahudilerin Sultan Abdulhamid ile irtibatları, 1882 yılında Rusya'nın Odesa şehrindeki Osmanlı konsolosluğuna Siyon Dostları Derneği'nden bir heyetin Filistin'e yerleşmek isteği ile bir teklif götürmeleriyle başladı. Sultan Abdulhamid bu sinsi plana karşı bir Müslümanın takınması gereken tavrıyla şöyle demişti:

 "Osmanlı İmparatorluğu ayakta kaldığı sürece ben Yahudilerin Filistin'e yerleşmelerine müsaade etmeyeceğim" Osmanlı hükümeti, ülkemize yerleşmek isteyen Yahudilere, kendilerine Filistin'de ikamet etmeleri için izin verilmeyeceğini bildirir."

Heyet arkasından heyet gönderen ve Sultan tarafından hep reddedilen Yahudiler iyice çılgına dönmüşlerdi.  Herzl, 1896 yılında Kudüs'te bir yerleşim merkezi kurmalarına müsaade edilmesi için bir görüşmede bulundu. Su1tan ona:

"Bu topraklar, bu işe muvafakat etmeleri mümkün olmayan Osmanlıların mülküdür. Siz mallarınızı cebinizde saklayın." diye cevap verdi. Basel Kongresi'nden sonra Siyonistler çalışmalarına olabildiğince hız verdiler. Bu durum Sultan Abdulhamid'in Yahudi hacılarının Filistin'de üç aydan fazla kalmalarını yasaklayan, kendilerine Filistin toprağına girmeleriyle birlikte pasaportlarını teslim ederek girdikleri limandaki Bab-ı Ali görevlisinden bir ikamet izni almaları mecburiyeti getiren ve belirlenen süre içinde Filistin'den çıkmayanların zorla çıkarılmalarına hükmeden ve İstanbul'daki bütün yabancı temsilci ve misyon şeflerine tebliğ edilen meşhur kararını almaya zorladı. Sultan o zaman, vaktinde çıkmamaları halinde çıkarılmalarının kolay olması için Yahudiler adına kırmızı renkte bir oturum belgesi çıkardı. Bunun için, Yahudiler sonraları imkan elde edince, teftişten kurtulmak maksadıyla uluslararası havaalanlarında hiç teftiş edilmeyen diplomatik pasaportların kırmızı renkte olmasını sağlamaya çalışmışlardı.

 1901 senesinde Sultan Yahudilerin Filistin'de herhangi bir toprak parçası satın almalarını yasaklayan bir karar çıkardı. Ancak Abdulhamid'in tahttan indirilmesi ve ardından Birinci Dünya Savaşının meydana gelmesi Batılı emperyalist devletlerin Osmanlı devletini parçalayıp bölüşmeleri sonunda Filistin'in tarihi seyri tersyüz oldu.

Yukarıda anlattığımız Haçlı işgalinden sonra ikinci büyük işgal 1918 yılında İngilizlerin Filistin topraklarına girmesiyle başladı. İngilizlerin bu topraklara girmekteki maksatları bölgede Yahudilerin bir devlet kurmaları hayalini gerçekleştirmekti. Nitekim dönemin İngiliz dışişleri bakanı Arthur Balfour tarafından 1917'de yayınlanan ve "Balfour deklarasyonu" olarak tarihe geçen belgede bu husus dile getirilmiştir. Söz konusu deklarasyonda şöyle deniliyordu:

"Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki, haşmetli kral, Filistin'de bulunan Yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya Yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır." 

Ekim 1917'de, Yahudilere Filistin'de milli bir vatan verilmesi ile ilgili olarak Rusya'nın da müdahil olmasıyla  Lenin vaadi  buna eklendi.  Balfour vadinden üç ay sonra, Şubat 1918'de Fransa,  1922 yılında da Amerika resmi olarak  bu vaadi  onayladı.

Aynı durum Filistin topraklarının işgaliyle Yahudilerin bölgeye yerleştirilmesinin amaçlandığı 1916 tarihli Sykes - Picot Antlaşmasında da dile getirilmişti. İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşmasında Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurdurulması için bu topraklara Yahudilerin yerleştirilmesi açık bir dille karara bağlanmıştı.

Bundan maksat Yahudilerin o topraklara yığılmalarına imkan sağlamak olduğundan İngiliz işgaliyle birlikte dünyanın değişik yerlerine dağılmış olan Yahudiler de çekirge sürüleri gibi Kudüs'e ve civarına akın etmeye başladılar. Bu akın dolayısıyla Yahudilerin Kudüs'teki nüfusları her gün hızla artıyordu. İşte bundan dolayı da Belediye meclisinde de Müslümanlara altı, Hıristiyanlara iki sandalye verilirken, Yahudilere dört sandalye verilmişti.

Ama maalesef acı bir gerçek olarak Sykes - Picot Antlaşmasının uygulamaya geçirilmesinde ve İngilizlerin Kudüs'ü işgal etmelerinde Şerif Hüseyin'in önemli rolü olmuştur. Şerif Hüseyin, kendisine vaat edilen "Arap yarımadası krallığı" karşılığında İngilizlerin Kudüs'ü ve çevresini işgal etmelerine göz yumdu hatta açıkça rıza gösterdi. Sykes - Picot Antlaşmasının Filistin'le ilgili maddesinde: "Diğer ortakların ve Mekke şerifinin muvafakatını alındıktan sonra Rusya ile de  olay tartışılarak bu bölgede uluslararası bir yönetim kurulsun" diye karara varılması o zaman Mekke şerifi olan Hüseyin'in ihanetteki rolünü açıkça ortaya koyuyordu.

Arapların bir kısmı I. Cihan Harbinde İngiltere'nin yanında yer alarak, İngiltere'nin Şerif Hüseyin'e Arap topraklarının krallığını vereceği yolundaki vaatleri dolayısıyla Osmanlı devletinin aleyhine dönmüşlerdi. Diğer taraftan Fransa ile İngiltere'nin, Osmanlı devletinin mağlup olması halinde topraklarını aralarında paylaşmak üzere, Mayıs l9l6'da Sykes-Picot Antlaşmasını imzaladıklarını yukarıda ifade ettik.

İşte bu plan ve antlaşmaların gereği olarak İngiliz kuvvetleri 9 Kasım 1917 tarihinde Kudüs'e girdi ve taşıdığı kinlerini ortaya koyarak;  "Artık Haçlı seferleri sona erdi"  demeç ve mesajını vererek emperyalist emellerini açığa vurdu.

Müslümanlar bu planlara karşı protestolar düzenlediler ve bu vaat hakkında: "Mülk sahibi olmayanın hak sahibi olmayana açıklaması" şeklinde söz ettiler.

İngiltere, 1920 Temmuz ayının başlarında Yahudi asıllı Herbert Samuel'i, Filistin'e yüksek temsilci olarak göndermesinden sonra aynı yılın 24 Temmuz tarihinde Milletler Cemiyeti, Filistin'in İngiliz mandasına geçirilmesini kabul etti. Bunun üzerine Samuel, Yahudileri Filistin'e göç etmeye çağırdı. Bu yetmiyormuş gibi Filistinlilerin topraklarını da onlara hibe etmeye başladı.  

Filistin'e yerleşen Yahudi sayısı her geçen gün biraz daha artıyordu. Ayrıca fırsat buldukça gösteriler düzenliyor ve Yahudi liderlerinin lehine propagandalar yapıyorlardı. Bu da kurulacak Yahudi devletinin zeminini hazırlıyordu.

Yahudiler planlarını her bir aşaması on yıl alacak şekilde birbirini izleyen kademeler halinde gerçekleştirmeye doğru adımlarını sıklaştırıyorlardı. İşte 1897 yılı Basel Kongresi, 1907 yılında Yahudi göçüne imkan sağlamak amacıyla Sultan Abdulhamid'i tahttan indirmek üzere gerçekleştirilen Siyonist darbe, 1917 Yahudiler için Filistin'de milli bir vatan kurulması yolunda Lenin ve Balfour vaatlerinin açıklanması, 1927 Yahudi yerleşim merkezlerinin artırılması ve İngilizlerin bazı arazileri Yahudilere satması, 1937 yılında Yahudilerin düzenli askeri kuvvetler, çok sayıda silaha, zengin teçhizata sahip terörist birlikleri oluşturmaya başlamaları, 1947 yılında Birleşmiş Milletler teşkilatından Filistin'in bölünmesiyle ilgili kararını çıkartmaları, 1956 yılında Sina ve Gazze'nin işgal edilmesi, l967'de ise maalesef büyük felaket oldu. Aynı yıl Mısır'da İslami Hareket'e yeni bir darbe vurulmasının ve Seyyid Kutub ile arkadaşlarının idam edilmesinin arkasından Filistin'in tamamı ile Golan ve Sina yarımadası işgal edildi. 1977 yılında Lübnan'a saldırı gerçekleştirildi. Arkasından Camp-David anlaşması imzalandı. İşte bu olaylar Yahudilerin bölgedeki zulümlerinin açık örnekleridir.

Çok üzücü bir durum olmakla birlikte acı bir gerçek olarak Yahudi devleti, uluslararası bir komplo ve emperyalist batı devletlerinin oyunları sonunda kuruldu. Ama bütün zorluk ve sıkıntılara rağmen olayın vahametini müdrik bilinçli Müslümanlar topraklarının gasp edildiğinin farkında olarak bu devletin kurucuları olan bütün Batı devletlerini karşılarına almak suretiyle bu Siyonist harekete karşı mücadeleye başladılar.

İşte bu mücadele sonunda Filistin toprağı üzerinde birbirini izleyen savaşlarda o günden bugüne Müslümanlardan bir milyona yakın insan şehid düşmüştür. Bu mücadele süresince meydana gelen olaylardan bir kısmı olarak şunları zikretmemiz mümkündür.

27 Şubat 1920 tarihinde Mescid-i Aksa'da kırk bin kişinin katıldığı bir gösteri düzenlendi. Göstericiler bütün büyük devletlerin Kudüs'deki konsolosluklarına, Balfour deklarasyonunu ve Yahudi göçünü protesto eden bildiriler bıraktılar.

Mart 1920'de Yahudilere karşı ilk silahlı eylem gerçekleştirildi. Metla'da gerçekleştirilen eylemde 7 Yahudi öldürüldü. Aynı yılın 27 Mart gününde Churchil, Kudüs'ü ziyaret etti. Onu belediye başkanı Musa Kazım el-Huseyni başkanlığında bir heyet protesto gösterisi ile karşıladı. Churchil: "İngiltere, Belfour vaadinin aynen uygulanmasında kararlıdır" diye konuştu. Mayıs ayı ortalarında üç bin kadar Arap Yafa yakınlarındaki Betah Tekfa yerleşim merkezine bir saldırı düzenledi. Meydana gelen çatışma bir hafta boyunca sürdü. İngiliz tanklarının müdahalede bulunarak Araplara karşı durmaları üzerine eylem sona erdi.

Diğer bir olay da, 108 Müslümanın şehid olması, 75'inin yaralanması, 47 Yahudinin öldürülmesi ve 146'sının da yaralanması ile sonuçlanan çatışmalardan dolayı el-Halil şehrinden Atâ ez-Zeyyir ve Muhammed Cumcum hakkında Safad şehrinden de Fuat Hicazi hakkında, idam kararı verildi. İdam kararları 17 Haziran 1930 tarihinde infaz edildi. 1929 yılının Ağustos ayının 16'sı ile 26'sı arasında meydana gelen Burak hareketinde 133 Yahudi öldürüldü, 339 kişi yaralandı; Müslümanlardan da 116 kişi şehid oldu, 232 kişi de yaralandı.

Filistin mücadelesinde önemli bir adım olarak ilk İslam Kongresi, H. 27 Receb 1350 (M. 1931) tarihinde Hacı Emin el-Huseyni başkanlığında toplandı. 1933 Ocak ayında Filistin'in her tarafında İngiltere'nin protesto edildiği büyük  eylemler gerçekleştirildi. 1935 yılında Filistin'in ileri gelenlerinden 500 kişinin katıldığı bir kongre daha düzenlendi. Kongrede Yahudilere arazi satmanın yasak olduğuna dair bir karar çıkarıldı. 1921 yılından beri büyük gayretlerle yapılan çalışmalar meyvesini vermeye başlamıştı. Filistin mücadelesinin sembol isimlerinden İzzeddin el-Kassam yeni bir nesil yetiştirmek için bütün gücüyle çalışmağa başladı. El-Kassam yetiştirdiği gençleri Siyonistlere karşı cihada teşvik ediyordu. Toplam iki yüz kişiden meydana gelen bir grup oluşturdu ve bu gençleri Filistin'in her tarafına Yahudi yerleşim merkezlerine karşı mücadele etmek üzere dağıttı. Kendisi aynı zamanda Hayfa Müslüman Gençler Cemiyeti'nin lideriydi ve İstiklal Camisinde ders veriyordu. 1935 yılının Kasım ayının 20'sinde Cenin yakınlarındaki Yabed tepelerine çıktı. İngiltere, üzerine askeri birlik gönderdi. El-Kassam, bir grup arkadaşı ile birlikte şehid edildi.

Üstat Hasan el-Benna kardeşi Abdurrahman'ı, İzzettin el-Kassam ile irtibat kurması için göndermişti. El-Kassam, daha önce  Hasan el-Benna ile Kahire'de karşılaşmıştı. El-Kassam'ın şehid edilmesinin Filistin halkının gönlünde direniş şuurunun uyanmasında büyük etkisi oldu. Müslümanlar el-Kassam ile iki arkadaşının cesedini beş kilometre sırtlarında taşıdılar. Filistin camilerinde, 22 Kasım 1935 tarihinde onun için gıyabi cenaze namazı kılındı. El-Kassam bundan sonra cihadın sembolü, kahramanlık ve direnişin bir örneği oldu.

Filistinlilerin Ekim 1936 tarihinde gerçekleştirdikleri eylem, mücadele tarihinde en uzun boykot eylemi oldu. İngiltere, boykotu kırmak için Yahudilerle birlikte altmış bin İngiliz askerini savaşa soktu. Ancak başarılı olamadı. Sonunda Filistin halkını oyuna getiren Arap ülkelerinin olaya el koymalarını istedi. İsra ve Miraç gecesinde şu bildiri yayınlandı: "Filistin'de devam etmekte olan durumdan dolayı son derece üzüntü duymaktayız. Biz, Arap kralları olan kardeşlerimizle ve Emir Abdullah ile ittifaken sizi, dostumuz İngiltere hükümetinin iyi niyetlerine güvenerek sâkin olmaya ve kan akıtılmasını durdurmaya çağırıyoruz." Boykot silahlı cihadla birlikte yürütülüyordu. Filistinlilere Suriye'den, Lübnan'dan ve Irak'tan da mücahitler katılmıştı. Mücahitlerin liderliğini Fevzi Kavukçu yapıyordu. Boykot esnasında 25 Nisan 1936 tarihinde Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Huseyni'nin başkanlığında Yüksek Arap Konseyi oluşturuldu. Bu ilim adamı olayların getirdiği sıkıntılar karşısında gevşemeyen ve sıkıntılı geçen yıllarda azmi kırılmayan sabırlı bir ilim adamıydı. 

Yeni Senaryolar ve Batı Kudüs'ün Yahudiler Tarafından İşgal Edilmesi

1948'de Siyonist İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Kudüs'ün Batı kesimi bu işgal yönetiminin eline geçmişti. Bu işgal Siyonistlerin askeri başarılarıyla değil, bazı çevrelerin ihanetleri ve BM'nin birtakım siyasi oyunlarıyla gerçekleşmiştir.

1947'de Siyonistlerle Araplar arasında ortaya çıkan sürtüşmelerde işgalci İngiliz yönetimi kendini sözde hakem tayin ederek  anlaşmazlıkları barışçı  yollardan çözüme kavuşturma iddiasıyla bilinen hile ve desiselerine devam etti. Fakat, bu hakemlik olayında Kudüs şehri görüşmelerin dışında tutuldu ve İngiliz yönetimi şehri kendi inisiyatifine aldığını bildirdi. BM Genel Kurulu İngilizlerin tamamen Siyonistlerin lehine olan hakemliklerini kabul ederek 29  Ekim 1947'de Filistin topraklarının Yahudilerle Araplar arasında bölünmesine dair kararını çıkardı. Bu kararda Kudüs ve çevresine ise özel bir uluslararası statü verilecekti. Karar aynı zamanda şehri Yahudilerle Müslümanlar arasında ikiye bölüyor ve bu iki kitleyi ekonomik olarak birleştiriyordu. Görünüşte Kudüs ve çevresine özel uluslararası statü vermenin gayesi buralardaki kutsal yerlerin korunması ve dini okulların kurulması ve isteyenlerce serbestçe dolaşılmasına imkan sağlanması gibi hususlardı. Asıl amaç ise buralarda Yahudilerin etkinliklerinin ve hakimiyetlerinin güçlendirilmesi için gerekli zeminin hazırlanmasıydı. Bir müddet sonra meydana gelen gelişmeler bu sinsi amacın gerçek yüzünü ortaya çıkardı.

Müslümanların BM teşkilatının Kudüs'le ilgili böylesi hain ve sinsi emeller taşıyan bu kararını kabul etmeleri asla mümkün değildi. İngiliz işgal güçlerinin çekilmesinin ardından Müslümanlarla Yahudiler arasında fiili çatışmalar başladı.  Siyonistler çatışmalarda Kudüs'ü ilk hedef olarak seçmişlerdi. Yahudiler, Kudüs ve çevresindeki sivil Müslümanların gözlerini korkutmak ve onları göçe zorlamak amacıyla korkunç katliamlar gerçekleştiriyor ve saldırılarında daha çok sivilleri hedef alıyorlardı. 9 Nisan 1948'de Irgun terör örgütünce gerçekleştirilen ve bir köy halkının topluca imha edildiği Deyr Yasin katliamı, İngiliz ve Yahudilerin emellerini ortaya koyuyordu. Bu terör örgütünün o zamanki lideri daha sonra İsrail başbakanı olan Menahem Begin'di. Bir diğer Yahudi terör örgütü Haganah da 5 Ocak 1948'de Batı Kudüs'te Müslümanlara ait Semiramis Oteli'ni kundaklayıp 26 kişinin yanarak ölmesine sebep oldu. Siyonist çeteler bazen öldürdükleri, yaraladıkları ve esir aldıkları Müslümanları kamyonlara doldurarak şehirde dolaştırıyor ve bu kutsal şehri terk etmek istemeyen Müslümanlara yönelik olarak: "Eğer burayı terk etmezseniz sizin de sonunuz böyle olacak" şeklinde anonslar yapıyorlardı. Bu katliamlar doğal olarak sivil Müslümanların gözlerini korkutuyordu. Böylelikle Müslümanlar Siyonist terör örgütlerinin vahşice saldırılarından canlarını kurtarabilmek için göç etmek zorunda bırakılıyorlardı. Maalesef bu göçler ister istemez Yahudilerin işine yarıyordu. İşgal kuvvetlerinin kurucularından olan Ben Gurion Müslüman göçüyle ilgili sevincini 7 Şubat 1948 tarihli konuşmasında şu şekilde dile getirmişti: "Haçlı saldırılarından beri Kudüs hiç bu kadar Yahudilere ait bir yer olmamıştı. Batı Kudüs'te dolaşıyorum ortalıkta hiç Müslüman göremiyorum." Ama bütün bu olup biten menfiliklere rağmen Müslümanlardan bir kesim ne olursa olsun mücadelesine devam ediyordu.

Müslümanların Siyonistler karşısında başarılı bir mücadele gerçekleştirmeleri ve Kudüs'ün tamamını Siyonist işgal güçlerinin elinden kurtarma noktasına gelmeleri üzerine BM, 15 Mayıs 1948'de ani bir ateşkes ilan etti. Bu ateşkesin amacı Siyonistlerin yeniden güç kazanmalarına imkan sağlamaktı. Birleşmiş Milletlerin arabuluculuk ve ateşkes uygulamaları dolayısıyla ortaya çıkan fırsattan yararlanan Siyonistler, şehrin Batı kesimindeki konumlarını güçlendirdiler. Sonra yine BM'nin oyunlarıyla şehrin güç dengelerine göre Yahudilerle Müslümanlar arasında paylaştırılması ve böylece Batı kesiminin Yahudilere Doğu kesiminin ise Müslüman1ara bırakılması kararlaştırıldı. 

Siyonist işgalciler, BM'nin oyun ve hileleri sayesinde Batı Kudüs'ü ele geçirmeleriyle birlikte şehrin bu kesiminde yoğun bir "Yahudileştirme" faaliyeti başlattılar. Bu amaçla ilk iş olarak Arap nüfusu göçe zorlamak için çeşitli uygulamalara başvurdular. Bu uygulamalardan etkilenenler sadece Müslümanlar değildi. Hristiyan asıllı Araplar da bu uygulamalardan nasiplerini alıyorlardı. İşgal yönetimi, göçe zorlananların arazilerini Yahudilere peşkeş çekerek Yahudi nüfusu artırmak amacıyla 31 Mart 1950'de "Sahipsiz Mülk Kanunu" adında bir kanun çıkardı. Kanun çeşitli insanlık dışı uygulamalar, işkenceler, haksızlıklar yüzünden yurtlarını terk etmiş insanların arazilerini "sahipsiz arazi" olarak kabul ediyor ve bu araziler üzerindeki tasarruf hakkını Siyonist işgal devletinin inisiyatifine veriyordu. İşgal kuvvetlerinin baskıları yüzünden Batı Kudüs'te yaşayan Müslüman ve Hıristiyanlardan 70 bin kişi vatanlarını terk ederek başka yerlere göç etmek zorunda kalmıştı. Bu topraklar Batı Kudüs ve civarındaki arazilerin üçte ikisini oluşturuyordu.  

Bütün bu oyunlara rağmen 1967 Haziran Savaşı'na kadar Doğu Kudüs, Ürdün'ün denetimindeydi. İsrail işgal yönetimi, 1967 Haziran Savaşı'nda Arap yönetimlerinin ihanetleri sayesinde Doğu Kudüs'ü de işgal etmeyi başarmış ve böylece şehrin her iki yakasını birden ele geçirmiş oldu. Yahudiler 5 Haziran 1967'de Mısır'a saldırıya geçtiğinde doğudaki Arap ülkeleri İsrail'e yönelik bir saldırı başlatsalardı işgal yönetiminin kıpırdanma imkanı bile kalmazdı. Ancak böyle bir hareket gerçekleşmeyince işgalciler önce Mısır'a saldırarak Gazze bölgesini ve Sina yarımadasını ele geçirdiler ve daha sonra Ürdün ve Suriye'ye yönelerek Batı Yaka, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri'ni işgal ettiler.

Bütün bu tarihi gerçekler, Kudüs'ün aslında, Siyonistler tarafından işgal edilmediğini, Müslümanların başına musallat edilen hain yöneticiler tarafından onlara teslim edildiğini ortaya koyuyor.

İşgal yönetimi 1967'de Doğu Kudüs belediyesini de ilga ederek, belediye başkanı Ruhi el-Hatib'i Ürdün'e sürgün etti. Belediyenin bütün mallarına da el koydu. Bu olaydan sonra Kudüs'teki Müslüman halk, işgal yönetiminin bütün teşviklerine rağmen belediye seçimlerinde oy kullanmadı. 1987'de birileri bir Arap listesi çıkarılarak belediye seçimlerine katılmayı teşvik ettilerse de Müslümanlar bunun işgal rejiminin kutsal şehir üzerindeki egemenliğini kabullenme anlamına geleceği, düşüncesiyle seçimi boykot kararlarını sürdürdüler.

Yahudiler, sadece Doğu Kudüs belediyesi yönetimini tamamen ilga etmekle kalmayıp bölge mahkemelerini de kapatarak Müslüman ve Hristiyan nüfusun bütün davalarında Yahudi kanunlarını esas almalarını ve işgal kuvvetleri mahkemelerine başvurmalarını şart koştular.  Yahudiler Müslümanların özel hallerle ilgili davalarına bakan şer'î mahkemeleri de kapatarak, onlardan bu gibi davalarda tamamen Yahudi esaslarına göre hüküm veren Yafa (Tel Aviv) mahkemesine başvurmalarını istediler. Bunun yanı sıra Araplara ait tüm bankaları kapatarak mal varlıklarına el koyup Arapları banka işlemlerini İsrail bankaları kanalıyla yapmaya zorladılar. İşgal yönetimi Doğu Kudüs'ü ilhak kararına bir destek olması amacıyla bu kesimde oturan Arapları da işgal kuvvetleri devleti kimliği ve pasaportu almaya mecbur etti.

İşgal kuvvetleri Doğu Kudüs'ü ele geçirdikten sonra Müslüman mahallelerine karşı şiddetli saldırılar düzenleyerek buralardaki bazı evleri boşaltarak sahiplerini şehri terk etmeye zorladılar. İlk yıkılan mahalle de sur içinde kalan Mağribliler mahallesi oldu. Siyonistler Kudüs'ü işgal etmelerinden hemen sonra adı geçen mahalleye düzenledikleri saldırıda mahalleyi harabeye çevirerek burada yaşayan Müslümanları göç etmek zorunda bıraktılar. 

Müslümanların göçe zorlanması için işgal rejiminin resmi baskılarının yanı sıra çeşitli Yahudi terör örgütlerinin yaptıkları tehditler de ayrı bir musibet idi.

Bu göçe zorlama ve onların geride bıraktıkları mal varlıklarına el koyma sıkıntılarına rağmen Kudüs'te kalmayı tercih edenlerin mal varlıklarına yönelik gasp ve istimlak işlemleri de başladı.

 1978'deki Camp-David anlaşmasında Yahudiler şehirdeki gasp faaliyetlerinde zaman kazanmak için Kudüs konusunun anlaşma dışında tutulmasını istemişlerdi. Mısır Cumhurbaşkanı maktul Enver Sedat, bu öneriyi kabul ederek Kutsal şehre yapılan ihanete bir yenisini daha ekledi. Daha sonra Kudüs konusunu "nihai anlaşma merhalesi"ne bırakmak suretiyle Oslo İlkeler Anlaşması'na imza atanlar da aynı ihaneti yaptılar. Bu tarihten sonra da Yahudiler yerleşim bölgelerini her geçen gün daha da genişletip durmuşlardır. Bu müddet içinde Kudüs'te on binlerce hektar toprak gasp edilerek buralarda yeni yerleşim bölgeleri oluşturuldu.

Sonuç:

Urfa'nın fethi yıllarında 6-7 yaşlarında olan Salahaddin buranın fethi heyecanı ile nasıl dolup taşarak bu kutsal şehri kurtardıysa; bir gün yeni bir Salahaddin çıkıp bu Yahudileri de buradan yeniden temizleyecek ve ümmetin Hz. Ömer'den aldığı bu emanet ve yadigarı yeniden kurtaracaktır. Yahudiler bunu böyle bilmelidir. Yahudiler bu bölgenin yabancılarıdırlar. Onlar İspanya'dan Rusya'dan Almanya'dan buraya gelmişlerdir. Tekrar İspanya, Almanya ve Rusya'ya geri dönmek zorunda olduklarını göreceklerdir.

Salahaddin'in yirmi yaşlarında olduğu sıralarda İslam dünyasında konuşulan tek mesele Kudüs'ün kurtarılması meselesiydi. Bu gün de İslam inanç ve bilincine sahip olan bütün dünya gençliğinin zihnini bu mesele meşgul etmektedir. Bu gün bir buçuk milyar nüfusa sahip olan İslam ümmeti, herhalde bütün dünyanın desteklemesine rağmen üç dört milyon Yahudi'nin hakkından gelecek ve bu yabancıların işgaline son verilecektir. Şimon Perez, Netenyahu, Şaron ve benzerleri bu hülyanın sona ereceğini görmezlerse de en geç onların torunları bir gün valizleriyle Kudüs'ü ve tüm Filistin'i aynen 1187 yılında ayrılan Haçlılar gibi terk edip gideceklerdir. Belki de ayrılmadan bu topraklarda işledikleri cinayet ve zulümlerin kan gölünde boğulup tümüyle yok olacaklardır. Yahudiler bunu böyle bilsinler.

Yaklaşık on dört asır İslam beldesi olarak kalmış olan bu kutsal şehir, tarihte olduğu gibi tekrar eski konumuna döndürülecektir. Müslümanlar hep böyle inanmış ve bu inancın gereğini de yapmışlardır. Nasıl 461 yıllık dönem içinde 88 yıl kısa bir süre ise yaklaşık 55 yıldır devam etmekte olan bugünkü Yahudi işgali de 1350 yıl içinde son derece kısa bir süre olarak kalacaktır.

O gün nasıl Haçlılar tasını tarağını toplayarak bu İslam beldesinden çekip gitmişlerse, Yahudiler de bu bölgenin yabancıları olarak bir gün muhakkak bölgeden çıkarılacaklardır.