İslam Fakat İslam

Bahattin Yıldız

"Bu Benim dosdoğru yolumdur; şu halde ona uyun. Sizi onun yolundan saptırıp parçalayacak başka yollara sapmayın. O, korunup takva sahibi olasınız diye bunları size emretti." (En'am; 153)

Din ve Lâ Din, Din ve Dindışı diye iki kavram var.

Eşyaya yaklaşımda, eşyayı tanımda bu ikinin ifadeleri çok farklı. Dünyayı yönlendirmede, hakimiyet kurmada ikisi arasında sürekli bir savaş var. Sıcak temas görünmediği zamanlarda birinin tahakkümü galip gelmiş demektir. Bu kavganın barışını insanlık tarihi hiç görmedi. Soğuk veya sıcak savaş kesintisiz süregeldi. Dinin soğuk savaşında, tebliğ; insanın fıtratını bozan her şeye karşı dille uğraşı, eşyayı bozana karşı sürekli uyarı ve bertaraf etme vardı. Din dışının soğuk savaşındaysa, olmayanı söylemek (iftira, yalan), yaratılmışı sürekli bozmak vardı: Bu yaratılmışı bozmaya çağdaş (modern) deyimle ekolojiyi bozmak da diyebilirsiniz. Bu ister, elmayı, üzümü, vs... Doğal olarak, yenilebilir haldeyken yemek yerine çürüterek bazı bileşimlerle -şarap, viski, votka- içmek deyin, ister daha çok kazanma hırsıyla çevreyi alabildiğine kirletmek deyin.

Müslümanlar, insanlık tarihinin son 1400 yılında yaratanın emir ve yasakları doğrultusunda, bedenini ve bütün yaratılmışları bir emanet kabul ederek yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Bireyi, aileyi, toplumu ve insana yaşaması, daha güzel yaşaması için nimetler sunan yaratılmışları korumak müslümanın yüklenilmiş bir görevi.

Dünyayı tarumar edenler dün, insanın özgürlüklerini gasbedip köle pazarlarında satıyorlardı. Çok değil yüz sene öncenin dramıydı bu. Afrika sahilleri, Avrupalı köle tacirlerince Amerika'ya insan kaçırma yeriydi ve buna karşı duran müslüman emirler vardı. Haçlı Seferleri sırasında Hülagu'yla yapılan antlaşmaları sürdürmek o çağın sömürü işbirliğini devam ettirmek için Venedikli Marko Polo Papanın ve Venedik'in temsilcisi olarak Büyük Han'a gitmişti. Osmanlı, Mısırın fethiyle doğu vurgunculuğunu kesince Batı yeni arayışlara girdi. Afrika'nın en güneyini aşınca "Ümit Burnu" oluvermişti. İngilizler Hindistan'da, Macellan Filipinlerde, Hollandalılar Sumatra'da, köle tacirleri Afrika'da hep müslümanlarla karşılaşıyor ve talanları engelleniyor veya zora giriyordu.

Baş düşman 1400 yıldır müslümanlardı.

Bütün bunlardan yola çıkarak geliştirilen yeni yöntemlerle İslam'a ve müslümanlara karşı klasik savaş nerdeyse bırakıldı. Modern zamanlarda modern savaş taktikleri geliştirildi.

Şu anda İslam'a ve müslümanlara karşı korkunç bir işbirliği var. Ardı görünmeyen bir savaş bu. Cengiz Han'ın ve/veya Hülagü'nün ordusuna benziyor bu savaşçılar. Dinsizi, her türlü dinlisi ve müslümanım diyeni var bu orduda.

Müslümana, inanana, iman edene, İslam'ın kurtuluş iksiri olduğuna inananları sapıtmak vay çökertmek için, toplumsal sefalete vay kültürel baş eğişe mahkum etmek için her türlü baskıcı tahakkümle geliyorlar.

Dünyada, İslam kadar potansiyel bir gücü bağrında taşıyan başka birşey yoktur.

Bugünkü müslümanın handikabıysa, bildiği ve yaşadığı kadarıyla "işte asıl İslam budur" iddialı bir saplantısına düşmesidir. Bildiği ve yaşadığı bütünden bir parçadır, oysa.

Son yüzelli yılın en büyük karşı çıkış ve özgürlük savaşçıları müslümanlardır. Kafkasya'da Şeyh Şamil, Cezayir'de Emir Abdulkadir, Sudan'da Mehdi, Libya'da Ömer Muhtar, İran'da Humeyni ve Afganistan'da mücahitler. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı olan başkaldırı hareketleri daha da çoğaltılabilir. Bu zamanlar, şehadet ve cihatla fedakarlığın, ibadet ve duanın doruğa ulaştığı, insanı avucuna alan, nefsi azgınlaştıran dış etkenlerin nerdeyse yok olduğu zamanlardır. Bu savaşlar genelde kazanılmaktadır. Ki son yüzyılda bunların hepsinin adı bağımsızlık, kurtuluş. Özgürlük savaşıdır. Bütün coğrafya, genci-yaşlısı, kadını-kızı dillerinde "Tevhid" ile kıyamdadır. Savaşın zorluğunun ve yakıcılığının dokunmadığı hiç bir can, hiçbir hane yoktur. Tek istenen özgürlüğü müslümanca yönetimi İslam'ın adaletiyle yaşadıkları bir ülkedir. Liderlerine, kurmaylarına güvenmektedirler. Çünkü onlar da içlerinden, kendilerindendir. Bu lider kadro, bağımsızlık sonrasının imarını gerçekleştirecektir. Savaş meydanlarında "fi sebililleh" cihad edenler gibi, bağımsızlık sonrasında, kibirsiz, gurursuz, toplumunla hem camide, hem de sosyal, ekonomik, siyasal alanda omuz omuza verecektir umut beslenen bu lider kadro. Cezayirliler bir buçuk milyon şehid verdiler. Fransızlar kovuldu. Fakat yönetime oturanlar Bin Bella ve arkadaşları Fransızlar tarafından eğitilmişti.

Afgan cihadı ümmetin bu yüzyılın sonundaki en şanlı kıyamıydı. Rusya gibi bir güç yerli işbirlikçileriyle beraber dize getirilmişti. Fakat liderlerin iktidar hırsı, İslam düşmanlarının fesadıyla birleşince çatışmaya dönüştü. İran inkılabının lideri Humeyni hayattayken ve Şia geleneğine göre (Bütünü kabul etmese de) İmam ilan edildi. Ülke yönetimini yürüten kadrolar, imama ve İslam'a bağlı olarak hayırda ve hizmette yarışa başladılar. Fakat, tekelci, gurupçu sulta gelenekçileri de boş durmadı. İran dışındaki müslümanlar için bütün bunlar birer laboratuar olması gerekirken, İslami yönetim biçimini değerlendirmeleri teoriden pratik uygulama ve aksaklıkları giderme, hırsların yıkıcılığını (hayırda yarış bir hırs değildir) çözümünü bulmak fırsatı varken, aydınlar, elitler, düşünürler ve ulemamız, ya taraf oldu veya tümden sırt döndü. Nasıl ki teknolojiyi yeniden icat etmiyorsak, hataları da yeniden icat etmemenin birer fırsatı bunlar.

İslam coğrafyasında kurulan, sının çizilen ve bayrağını göndere çeken bütün devletler, savaşlar sonrasında kuruldu. Devletin başındakiler bazen bir aile, bazen bir kadro, bazen askeri erkan oldu. Ama hiçbirinde müslüman halkın beklentisi yerine gelmedi. Orwell'in "Domuzlar Diktatoryası" bu bağımsızlıkların romanı gibiydi. Yönetime gelenler omuzlarına basarak yürüdükleri; yurttaş, vatandaş, soydaş veya dindaşlarını horlayarak, ezerek, her birinin kanını emerek, adeta açık hava hapishanesine çevrilmiş ülkenin gardiyanları gibi bir avuç avaneleri ile mutlu ve müreffeh yaşamaktadırlar. Bunların pekçoğu, Ben-i Haşim'e dayanarak, ayet ve hadislerle emirlik haklarını güçlendirerek, ve bol bol istiklal törenleri düzenleyerek meşruiyetlerini korumaktadırlar. İşte bütün İslam coğrafyasının yeni işgalcileri bu bir avuç istibdatçı yöneticilerin en büyük korkusu, saltanatlarına son verecek İslami bir hareket. Bunun için İslam ve camiye hapsedilemeyen müslüman hedef tahtasına dikilmiş halde. Moğol ordusundaki bütün fertler bu dikilen hedefe cesurca ve kolayca saldırıyorlar. Saldırı meşru ve serbest. İslam, 1400 yıl önceki gibi; yine gündemde ve yine hedefte, İslam dini, insana salt ölümden sonraki hayatı ve ona hazırlığı önerseydi hiç de problem olmazdı. Halbuki İslam, insanın bu dünyadaki işlerine de yön vermekte; haramlar, helaller koymakta; talan, haksız kazanca karşı çıkmakta. İnsanları azgınlaştıran, nesli bozan, insanı köleleştiren, her türlü azgınlığa da savaş açmakta, zalimlere karşı cihadı, zalim sultayı kırmak için savaşı emretmekte. Yöneticileri tebasına karşı şefkate ve merhamete, adil olmaya çağırmakta. Sezar'ın hakkı Sezar'a, tanrının hakkı tanrıya gibi bir safsataya yer vermemekte.

Dünya egemenleri, Mekke günlerinden bu güne kadar; çıkarlarını, zulüm ve sömürü düzenlerini korumak için İslam'ın söylemine ve çağrısına karşı çıkmış, her türlü işbirliğini, yalanı, saldırıyı yapmış ve yapmaktayken İslam'ın evlatları sorumluluklarını, özellikle toplumsal sorumluluklarını aynı derecede ciddiye almamaktalar.

Zalim yönetimlerin baskılarının çokluğunun yanında ben müslümanım diyen insanlar hiç de "bir binanın tuğlaları gibi" veya bir vücut gibi değiller.

Kendine aydın, entelektüel, akademisyen vs. sıfatını verenler önce içinden çıktıkları topluluğun içinden çıkıp gidiyorlar, Beğenmeyen, horlayan, cahil görenlerin safına doğru yürüyorlar. "Müslümanlar cahil, bizi anlamıyorlar, edebiyattan, sanattan anlamıyorlar." Anlaşılmak(mamak) bir hastalık türü. Biz Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden tebliğ yaptığı halde hiç bağlananı olmayan, toplumundan sürülen nice peygamber örnekleri biliyoruz.

Müslümanlar acelecilikten kurtulmalılar.

Müslümanlar akan hayatlarının içinde peygamberin gösterdiği, Allah'ın kitabında buyurduğu doğrultuda sürekli bir seferberlik halinde olmalılar. Şunu iyi bilmeliyiz ki hiçbir zaman müntesipleri İslam'a çerçeve biçip onu dondurucu bir kalıba dökemezler. İslam düşmanlarıysa ona ilelebet set çekemezler.

İslam asıl bundan sonra daha çok yaşanan bir din olacak. Müslüman olmayanlar da İslam'ın adaletine, merhametine, şefkatine, idaresine teslim olacak. İşte İslamcı aydınlarımız bunu düşünmeli, dünyayı iyi okumalı, müslümanlara kavganın değil, hayırda, hizmette yarışarak, yaşamanın formülünü öğretmeliler.

Bugün hakim güçler, onların uç beyleri oryantalistler ve besleme idareciler, müslümanların itikadını ve moralini bozmak için her türlü desiseye başvurmaktalar. İslamcı aydınlar, kendilerini güçlendirip, toplumsal erozyonun da önüne geçmek gibi bir görevleri var. Fakat, tez ürken, dünyada imtihan edilmek istemeyen, az okuyan, bilmeyen veya az dil bilen, gezmeyen veya az gezen bir aydınlar zümremiz var. Gezmek, görmek, uluslararası toplantılara katılan, düşünce ve kardeşlik üretip, diğer coğrafya müslümanlarıyla ciddi bağlar kurmalı aydınlarımız. Azami müştereklerimizin olduğu bu geniş coğrafyanın, dili, ırkı, davranışı farklı insanıyla zenginleşmeliyiz. Çağı yeniden kucaklamak, çaresiz insanlara merhem olmak istiyorsak, daha ciddi olmak zorundayız. Yarı aydınlık nasıl görmemizi engelliyorsa, yarı aydınlar da başarılı olamazlar, başarısızlıklarının niçinini araştırmak, açıklarını kapatmak yerine mensubu oldukları toplumlarına, o topluluğun düşmanları kadar acımasız davranırlar, davranıyorlar. Son yüzyılın en acılı, en yalnız, en sahipsiz, yaraları kanaya kanaya kabuk bağlamış insanlarını yaşadığı coğrafyanın Anadolu olduğunu unutan kim? Son yüzyıldaki acıların destanını yaşayan bu halk peki onları yazmayan, yazamayan kim? Dün kızlarını okutmuyorlar diyorlardı. Bugün kızlarımızı okutmuyorlar. Londra'da yaşayan Necatullah Sıddıki de kolayı seçenlerden, "Müslüman kadınların yüzde yirmibeşi okuma yazma biliyor." diyor. Ama engellere değinmiyor.

Türkiye, İran, Afganistan, Hindistan çok farklı problemler olabilir, fakat çözüm üretmek isteyenler daha zengin bir coğrafi, siyasi, sosyal kültüre de sahip olmalı. Hemen şimdi başarı mantığından da vazgeçmeli...