İslam Düşüncesinde Kelam-Felsefe İlişkisi

Erkam Kuşçu

Yunan felsefesinin İslam düşüncesine intikali ile başlayan süreci; tarihsel şartları, düşünce yapılarının farklı ve ortak yanlarını, etkileşimin derecesini kavramak için İslam Skolastizmi1 olarak tanımlanan ilm-i kelam ile Yunan felsefesinin karşılaştığı devreyi daha iyi anlamak gerekmektedir. Kelamın özgünlüğü ve Yunan felsefesinin etkisi mevzuları farklı perspektiflere sahip düşünür ve yazarlar tarafından ele alınmıştır. Bu yazıda oryantalist düşünürlerin ve meseleye daha içerden bakan düşünürlerin yaklaşımları üzerinde durmaya çalışacağız. Bu bağlamda kelam-felsefe ilişkisinin boyutlarını inceleme gayretinde olacağız.

İlm-i Kelam Nasıl Ortaya Çıktı?

Herhangi bir ilmin ortaya çıkış tarihi için genel birtakım kabuller olmakla birlikte kesin bir olay veya tarih vermek çok mümkün gözükmemektedir. Ancak başlıktaki soru kelam ilminin mahiyeti noktasında önemli konumdadır. Müslümanların siyasi-sosyal birçok olay karşısında bazısı yeni bazısı ise tarihî bağlara sahip birçok problemle karşı karşıya kalması, yeni birtakım düşünme usullerinin ortaya çıkışını sağlamıştır. Buradaki önemli ayrım bu usulün başlangıcını anlamak için neyi merkeze aldığımızı ilgilendirmektedir. Bir tarihî olaydan ziyade söz konusu ilmin sistematik hale getirilişini temel kalkış noktası olarak değerlendiriyorsak daha kesin bir noktaya varabilmekteyiz. Bu açıdan bakıldığında kelam ilmi genellikle Mutezile’nin ortaya çıkışı ile başlatılmaktadır. Ancak bu genel kabul Mutezile’den evvel akli düşünme biçimi olarak herhangi bir faaliyetin varlığından söz edilemeyeceği sonucu doğurmamalıdır. Bu bağlamda kelamın ortaya çıkışını Mutezile’den öncesine götürenler de vardır.2

Tartışmanın can alıcı noktası aslına bakıldığında özgünlük meselesidir. Kelamın ortaya çıkışının salt Mutezile üzerinden okunması birtakım ön kabulleri de içermektedir. Bu noktada Alman müsteşrik S. Horovitz’in "Yunan Felsefesinin Kelama Etkisi" isimli çalışması bir perspektif vermesi açısından önemli gözükmektedir. Eserde müellif, Mutezili düşünürler üzerinden -özellikle Nazzam ve Cahız- Yunan felsefesinin kelam üzerindeki etkisini mutlaklaştırarak kelamı felsefenin birikiminde gelişen bir çaba olarak ele almaktadır. “Kelamın orijinalliği/Müslümanlar eliyle ortaya çıktığı hususundaki iddia, bildiğim kadarıyla henüz hiçbir yönden itiraz edilmemiştir. Mütekellimlerin kelam ilmini özgün yapma girişimleri gözden kaçmamaktadır. Aristocu ve Yeni Eflatuncu Arap filozoflarının Yunan filozoflarına olan bağımlılığı açık bir şekilde göz önünde bulunmasına karşın, kelamcılar için bunu söylemek hiçbir şekilde mümkün değildir. Zira Yunan felsefesinin öne sürdüğü fikir ve düşüncelere yüzeysel bir şekilde bakıldığında, bu felsefenin İslam kelamına umumi anlamda tesirinin olmadığı görülecektir. Biz kelamın bu orijinalliği meselesinin yanlış anlamalara dayandığı iddiasındayız.”3 Yazar ardından Stoa felsefesi, Yeni Eflatuncu tesir üzerinden görüşlerini kanıtlamaya girişmektedir. Mutezile’nin önemli isimleri olan Nazzam ve Cahız’ın madde, ruh-beden ilişkisi, fiil-fail ilişkisi gibi meseleler üzerinden nasıl ve ne kadar Stoa tesirinde kaldıklarını anlatırken bu etkinin oldukça önemli olduğuna değinmektedir.4

Yukarıda değinilen kelamın ilk ortaya çıkışı ve dönemin şartları üzerine düşünmek bu iddiaları ele alırken elzem gözükmektedir. Öncelikle Horovitz, çalışmasında Mutezile’yi var eden şartları ve dönemin siyasal sosyal koşullarını göz ardı etmektedir. Yine yukarıda değinilen kelamın ortaya çıkış tarihinin muğlaklığını göz önüne aldığımızda yazarın eleştirilerinin bütünsellikten uzak ve parçacı olduğu anlaşılmaktadır. İlk önce üzerinde düşünülmesi gereken husus özgünlükten/orijinallikten ne anladığımızdır? Özgünlük bir geleneğe bağlı olmaksızın ortaya çıkan “yeni” şey midir? Bu bağlamda özgünlük usulden yoksunluk veya köksüzlük anlamına mı gelir? Oysa düşünme eylemi, tarih boyunca bir şey üzerinden, bir şeye rağmen veyahut onunla birlikte ilerlemiştir. Bu bağlamıyla zaten tecrübeden bağımsız tefekkür faaliyeti olamaz.5 Şimdi Mutezile’nin cevap üretme kaygısı ile batini, felsefi birçok akıma karşı İslam dünyasında fikir üretme çabası güttüğü herkesin kabulüyken, Mutezile’nin cevap verdiği cereyanların fikirlerini bilmesi ve ona göre bu eylemi yapması da kaçınılmaz değil midir? Bu hususlar göz ardı edilerek yapılan eleştiriler derinlikten yoksun bir görüntü vermektedir. Hâlbuki Nazzam’ın felsefi kabulleri çok fazla ön plana aldığı hatta ileri giderek İslam itikadı sınırlarının dışına çıktığı bile dile getirilmiştir.6 Yani yazarın söz konusu ettiği isimler bu noktadan tenkit edilmişlerdir. O zaman Mutezile’nin konumunu ele almamız gerekmektedir.

Mutezile’nin şüphesiz ki İslam düşünce tarihinde konumu, akla yüklediği anlam ve geliştirdiği usulde gizlidir. Akla merkezî bir önem vermesi Mutezile'nin Müslüman dünyanın var olan geleneği ile ters düşmesine sebep oldu. Aklın buradaki konumu Mutezile’nin cevap üretme kaygısından ileri gelmektedir. Bu durum ilerde kelamın da savunmacı bir ilim olarak tanımlanmasını sağlayacaktır. Bu tarz, Mutezili âlimlerin eserlerinde de görülür. Eserlerini sanki bir muhatap soru soruyormuşçasına soru-cevap formunda yazarak oluştururlar. Mutezili gelenek nassın akıl ile çatışan bir şey olmadığının altını çizmesine rağmen Mutezile’nin aklın işlevi noktasında yaşadığı ayrılık onun Müslüman muarızları tarafından da dış etkenlerden beslendiği suçlaması ile karşılaşmasına sebep olmuştur. Ancak şu husus atlanmaktadır: “Mutezile’ye göre, nassın insanlar tarafından asıl amacına ve muhtevasına aykırı tefsir veya tevil edilmesiyle akılla çatıştığı farz edilir. Yoksa doğru bir akıl hakikat ifade eden nassla uyuşur, onu teyid eder. Başka bir ifadeyle temelde nass akla uygundur ve hakikati ifade eder, ancak bu hakikatin her akıl tarafından kavrandığı iddia edilemez, işte bu durumlarda akıl ile nakil arasında çatışma ortaya çıkar. Bu Mutezile’nin nassı (vahyi) inkâr etmediğinin açık belirtisidir ki bu husus onu, Yunan felsefesindeki akılcılardan ve modern rasyonalistlerden ayırır. ”7 Mutezile’nin din felsefe uzlaşısı gibi bir çabası da yoktur ve Mutezile’yi özgün kılan hususların başında akıl-nakil noktasında kurduğu bu bağlantı yatmaktadır.8

Bir diğer husus aslında yukarıda değinilen özgünlük meselesi ile bağlantılı olarak düşüncenin ve düşünme eyleminin yapısı ile ilgilidir. Müslümanlar savunmacı bir ilim olan kelam üzerinden nassı tanımayan yani vahyî bilgiyi kabul etmeyen batini muhataplarına cevap üretirken akli delilleri kullanmışlardır. Bu durum tefekkür eyleminin doğal sonucu olarak gerçekleşmiştir. Tabi burada belli bir denge ve ölçünün her zaman gözetildiğini söylemek zordur. Bu da Mutezile’nin tarihî süreci ve kelam-felsefe tartışmaları ile yakından irtibatlı bir konudur.

Kelamın Geçirdiği Evreler ve Felsefi Düşünüş

Kelam öncesi fikrî hareketliliği anlamak açısından rahmetli Bekir Topaloğlu’nun ön plana çıkardığı şu dört husus önemli gözükmektedir:

1) İlk fikrî hareketlerin Hz. Peygamber'in vefatından sonra başladığını ve Hicri I. asrı içine aldığını söylememiz mümkündür. Müslümanlar Peygamber'in vefatı sonrası halife seçimi meselesi ile karşılaşmış ve bu mevzuda ihtilafa düşmüşlerdir. Sünni ekol meseleyi fıkhi olarak görürken Şia bilahare meseleyi İslam’ın rükünlerine ithal edecek ve bir iman meselesi haline getirecektir.

2) Üçüncü halife Hz. Osman’ın şehit edilmesi ve ondan sonra yaşanan Cemel Vakası ile Sıffin Savaşının zuhur etmesi. Yaşanan bu hadiselerde öldüren de öldürülen de Müslümandır. Katl meselesi İslam’da büyük günahlardan birisi olduğu için büyük günah işleyen bir Müslümanın iman bakımından durumu nedir? İmanın tarifi ve sınırı ne olmalıdır? Hür irade mi yoksa determinist bir kader anlayışı mı söz konusudur?

3) Hicri I. asrın sonunda Suriye, İran, Irak ve Mısır gibi büyük ülkeler, İslam dünyasının sınırları içerisine girmiş bulunuyordu. Arabistan yarımadası sakinlerinin, sade bir hayata ve pek karmaşık olmayan bir din anlayışına sahip olmalarına rağmen Müslümanların fethettikleri yeni ülkeler eski din, kültür ve medeniyetlerin, birçok inanış ve düşünüşlerin beşiği halindeydi. İslam muhitine giren bu yeni insanların akaid sahasında yeni görüşler ortaya atmaları, eski inanış ve kültürlerinin tesiriyle aynı fikirleri izhar ettiler. Bu husus kelam-felsefe ilişkisi açısından da oldukça önem arz etmektedir.

4) Fikrî akımlara sebep teşkil eden hususlardan biri olarak İslam’ın bünyesinde mevcut olan fikir hürriyetinden de söz etmeliyiz. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti, doğrudan veya dolaylı olarak bir şekilde okumayı, düşünmeyi ve böylece hakikati bulup kabul etmeyi emretmektedir.9 Yani dinin yapısı düşünmeye, fehmetmeye davet ederken aslında farklı düşüncelere de kapı aralamış olmaktadır. Bizce bu noktanın atlanıyor olması İslam’ın perspektifinin anlaşılması açısından büyük problemlere yol açmaktadır. Hz. Peygamber'e atfedilen ancak ravi zinciri çok sağlam olmayan, bazıları tarafından İmam Malik ve Ömer bin Abdülaziz’e dayandırılan “Ümmetin ihtilafı rahmettir.” sözü de bu çerçevede anlamlıdır.10 Bu düşünsel farklılıklardan bir zenginlik ve hikmet havzası oluşacaktır.

Bu dört maddeden meselemizle ilişkisi bakımından en önemlisi fethedilen bölgelerden gelen yeni birtakım itikatlar ve düşünme biçimleri karşısında Müslümanların konumunun ne olacağıdır. Zaten Mutezile’nin ortaya çıkışı, onu diğer Müslüman ekollerden ve yabancı ekollerden ayıran farklılıklara değinmiştik. Bu farklılıkların Mutezile’nin ve onun başlatıcısı olarak kabul edilen ilm-i kelamın da özgünlüğünü oluşturduğunu vurgulamıştık. Şimdi Mutezile sonrası kelam ilminin serencamı hakkında bazı noktaları vurgulayalım.

Mutezile’nin Vasıl bin Ata ile başlayan hikâyesi sıkça zikredilen bir “ayrılık” menkıbesi ile nakledilir. Vasıl bin Ata, Hasan el-Basri’nin talebesidir. Onun meclisinde bulunduğu bir sırada büyük günah işleyen Müslümanların durumu hakkında bir tartışma yaşanır. Hasan el-Basri, bu konudaki yaklaşımları aktarıp kendi görüşünü zikredeceği sırada Vasıl bin Ata -sonraları çok tartışılacak olan- menzile beyne’l menzileteyn teorisini söyler. Ona göre bu kimseler ne Müslüman ne de kâfirdir. Onlar fasıktır. Hasan el-Basri, bu kimselerin münafık olduğunu düşünmektedir. Vasıl bin Ata, bu teorisini dile getirdikten sonra meclisi terk eder. Hasan el-Basri’nin “Vasıl bizi terk etmiştir.” (Bizden ayrılmıştır / i’tizal) demesi üzerine Vasıl ve takipçilerine "ayrılanlar" anlamında Mutezile denilmeye başlanmıştır.11 Menkıbenin doğruluğu yanlışlığı bir yana bu ayrılığın güçlü birtakım yeni hadiselere sebep olmasından dolayı bu şekilde dramatize edilerek aktarılması pek de boşuna değildir.

Birçok tarihçi ve düşünür tarafından Mutezile ile başlatılan kelamın ilerleyen safhalarda ise daha farklı veçhelere bürünerek aynı zamanda farklı konuları da muhtevasına katarak büyüdüğüne şahit olmaktayız. Mutezile ile başlayan ilk evreden sonra Ehli Sünnet kelamı olarak zikredilen ikinci evre, Vasıl bin Ata’dan yaklaşık iki yüzyıl sonrasına denk gelmektedir. Ehli Sünnet kelamının iki ana ekolü Eş'ari ve Maturidi gelenekler kelamın tabiri caizse Mutezile sonrası daha makul bir seviyeye çekilmesini sağlamaya çalışmışlardır. Akıl-vahiy ilişkisi bağlamında aklı es geçmeyen ama nassın belirleyiciliğini her zaman vurgulayan bu iki ekol -bazı farklılıklar olmakla birlikte- Ehli Sünnet’in merkezini oluşturmaktadırlar. Etkinlik alanı düşünüldüğünde Eş'ariliğin belirleyici etkisi muhakkak daha fazladır. Ebu’l Hasan el-Eş’ari’nin 40 yaşına kadar Mutezile geleneğine bağlı bir âlim olduğu düşünüldüğünde Mutezile etkisinin tamamen ortadan kalktığını söylemek çok mümkün gözükmemektedir. Ancak ayrıldıktan sonra Mutezile’ye yönelik en sert tenkitler de İmam Eş’ari tarafından dile getirilmiştir. Mutezile'yi, ehli bidat olarak nitelendirecek ve ondan ayrılan yönleriyle Klasik Ehli Sünnet Kelamının temellerini atacaktır.12 Onun temellerini attığı kelam, Ebu Bekir el-Bakıllani tarafından tam anlamıyla sistematize edilecektir.13 Hüccet'ül İslam olarak isimlendirilen Ebu Hamid Muhammed el-Gazali’ye kadar devam eden bu süreç 'Mütekaddimin Dönemi' olarak isimlendirilir.

İmam Gazali ile 'Müteahhirun Dönemi' kelamı başlatılır. Bu dönem kelam-felsefe ilişkisinin özellikle İmam Gazali’nin feylesoflara yönelik tenkitlerinden dolayı zirve yaptığı bir dönemdir. Bir başka yazıda daha detaylı ele almaya çalışacağımız bu husus Gazali’nin felsefeye karşı takındığı tutumun etkisinin anlaşılması açısından mühimdir. Gazali’nin ilimlerin hakikate ulaşma yolundaki amaçlarını uzun uzun anlattığı Dalaletten Çıkış Yolu isimli eserinde; felsefe, kelam, batinilik ve tasavvuf ele alınarak her birisinin eleştirisi yapılır. Gazali'nin, felsefeyi hakikate giden yolda bir ilim olarak görmesi dahi çok önem arz etmektedir. Zira böylece, ilerleyen safhalarda İslam coğrafyasında fikirsel durağanlığın sebebi olarak İmam Gazali’nin yaptığı tenkitlerin zikredilmesi de anlamsızlaşmaktadır. Bu anlamda Gazali, kelamı da hakikate ulaşma yönünden yetersizliğinden dolayı tenkit etmektedir. Bu noktadan bakıldığında Gazali, ilimler arasında bir tercihten ziyade daha bütüncül bir bakış açısını ön plana çıkartmaya çalışır gibidir.

Gazali’nin felsefe ile olan ilişkisini anlamak için ondan sonra kelam ilminin nasıl bir yönelim izlediği üzerine de düşünmek gerekmektedir. Özellikle Fahreddin Razi ile zirve yapacak olan “felsefe ile mezcedilmiş kelam dönemi” kısaca felsefi kelam14 olarak adlandırabilecek bir dönemin başladığına işarettir. İmam Gazali’den sonra durum öyle bir hale gelmiştir ki semiyyat bahisleri de (meleklere iman gibi) olmasa yazılan kitaplar ilk bakışta felsefe kitaplarından ayırt edilemeyecek hale gelmiştir.15 Ardından cem ve tahkik devri ve yeni ilm-i kelam devri olmak üzere devam eden süreç tüm artıları ve eksileri ile günümüze kadar gelmektedir. Felsefe ile kelamın iç içe geçmiş ilişkisi aslına bakılırsa filozofların ilki olması hasebiyle “Arapların filozofu” olarak anılan Ebu Yakup İshak el-Kindi’nin düşünce yapısıyla da yakından ilgilidir. Kelamdan felsefeye doğru farklı bir “ayrılma” hikâyesi olarak okunabilecek bu filozoflar silsilesi Kindi ile başlatılır. Felsefenin İslam coğrafyasında ağırlığını artırması ve bir düşünce sistemi olarak farklı yönleriyle tefekkür eylemine omuz vermesi onu hem eleştirilerin hem de takdirlerin ortasına yerleştirecektir. Ancak atlanmaması gereken husus; 9. ile 12. yüzyıllar arasında yaşanan bu birikimin ortaya çıkardığı düşünsel tecrübenin Müslüman dünya açısından ne kadar değerli olduğudur.

Dipnotlar:

1- Macid Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, sf. 67, Şa-to Yayınları

2- Şehristani ve İbn Haldun, … bize Mutezile’den önce de önemli spekülatif tartışmaların yaşandığını haber vermektedir. İbn Haldun ilk dönem Müslümanlarının yaklaşımlarını genel olarak ele almak suretiyle kelam ilmine bir başlangıç tayin etmeye çalışır. İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar imanın ilkelerini sadece Kur’an ve hadise dayalı olarak açıklamaya çalışıyor iken daha sonra geleneksel delillerin yanında akla dayalı delillere başvurulmaya başlandı. Ona göre kelam ilmi bu şekilde, Kur’an ve hadislerdeki kapalı, anlaşılması zor olan bazı hususları anlamak için akli delillere müracaat edilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Şamil Öçal, Felsefe-Kelam İlişkisi Üzerine, https://www.academia.edu/9756756/Felsefe-Kelam_%C4%B0li%C5%9Fkisi

3- S. Horovitz, Yunan Felsefesinin Kelama Etkisi, sf. 13, Litera Yayıncılık

4- S. Horovitz, A.g.e., sf. 21 Horovitz, devamla Ernest Renan’a atıf yaparak, kelamın, İslam’ın gerçek felsefi hareketi olduğunu söylüyor. Ardından ise kelamın orijinalliğini/özgünlüğünü çürütmeye çalışıyor.

5- Halil İbrahim Üçer, Ömer Türker, Recep Alpyağıl, Sözün Özü, Söyleşi Programı, https://www.youtube.com/watch?time_continue=1&v=9_zKv7gweuM,

6- İrfan Abdülhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, sf. 153, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

7- Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi, sf. 115-116, Çıra Yayınları

8- Kelam, tamamen İslami bir muhitte ortaya çıkmıştır; yabancı unsurlar ancak diğer kavimlerle karışmanın ve ayrıca Yunan metinlerinin Arapçaya tercümesinin bir neticesi olarak daha sonra devreye gitmiştir. Seyyid Hüseyin Nasr & Oliver Leaman, İslam Felsefesi Tarihi, "Mütekaddim Dönemde Kelam" makalesi yazarı Muhammed Abdülhalim, sf. 103, Açılım Kitap

9- Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi-Giriş, sf. 20-21, Damla Yayınevi

10- Bu söz hadis olarak da rivayet edilmiş, fakat sağlam bir raviler zinciri bulunamamış, bu sebeple hadis âlimleri "sahih bir hadis olmadığını" ifade etmişlerdir. Bu cümle İmam Malik, Ömer b. Abdülaziz gibi İslam büyükleri tarafından -usulden çıkarılmış- bir kural, bir ilke olarak zikredilmiştir. Manası da şöyle açıklanmıştır: İlgili deliller birden fazla anlayışa, yoruma, kıyasa açık olduğu için aynı konuda birden fazla içtihat ortaya çıkarsa ümmet (âlimler) ihtilaf etti denir. İşte bu ihtilaf, âlimlerden fetva soran, bilgi alan ve uygulayan müminler için rahmettir, genişliktir, çözüm zenginliğidir; çünkü bunlardan herhangi birine uyan mümin -o âlimin içtihadı hatalı olsun, isabetli olsun- vazifesini yapmış, kulluğunu yerine getirmiş olur.  Hayrettin Karaman’ın 30 Haziran 2011 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki yazısından.

11- A. Saim Kılavuz, İslam Akaidi ve Kelama Giriş, sf. 389, Ensar Neşriyat

12- Bekir Topaloğlu, A.g.e., sf. 24

13- A. Saim Kılavuz, A.g.e., sf. 393

14- Metin Özdemir, Kelam Felsefe İlişkisi Üzerine, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/474260

15- Bekir Topaloğlu, A.g.e., sf. 34