İslam Düşmanlarının İftira ve Karalama Kampanyasına Karşı Suriye Direnişine Sahip Çıkalım!

Haksöz

Suriye’de devam eden Baas vahşeti karşısında takınılan tutumlar kimi kesimlerin, çevrelerin ve şahısların insanlık, adalet, hatta Müslümanlık iddialarının ne kadar boş ve temelsiz olduğunu ortaya koymaya devam ediyor. Son süreçte yaşananlar, aynı zamanda unutanlar için bir kez daha dünya sisteminin zalimane yüzüne ışık tutmakta.

Kimyasal Tiyatro

21 Ağustos sabahı Şam’ın Doğu Guta bölgesinde savunmasız sivillere karşı rejim güçlerinin gerçekleştirdiği kimyasal katliam üzerine önce bir iki hafta süren bir müsamere, bir tiyatro gösterisi izledik. Hararetli tartışmalara, gerilim dozu yüksek harekât planlarına şahit olduk. Toplantılar, görüşmeler, oylamalar yapıldı. Bu arada “savaş karşıtları” eylemler yapıp, Suriye’ye yönelik bir askerî saldırı yapılmasını istemediklerini, Suriye’nin dış müdahaleye maruz kalmaması gerektiğini haykırdılar. Savaş Suriye’de insanların ölümüne, katliam yaşanmasına neden olabilir, ayrıca Suriye dış müdahale ile karşı karşıya kalabilirdi! Demek ki, günde ortalama 100 kişinin rejim güçlerince katledilmesi katliam sayılmıyor; Rusya ve İran’ın Suriye’deki varlığı ‘iç müdahale’ addediliyordu! Ardından küresel patronlar kimyasal stoklarının imhası karşılığında Esed’in iktidarının en azından bir müddet daha sürmesi hususunda uzlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Ve böylece tehlike geçti, ‘Savaşa Hayır’ sloganları karşılık buldu ve dünya rahat bir nefes aldı!

Ne ilginçtir ki, Suriyeli çocukların kimyasal gazın etkisiyle nefes alamayışları, çırpına çırpına can verme görüntüleri hafızalarda tazeliğini korurken, sevinçle, mutlulukla dünyanın rahat nefes aldığı söylenebiliyordu! Daha ilginci ise henüz yüzlerce insanın vahşice katledilişinin üzerinden bir ay dahi geçmemişken, ekranlardan yansıyan yan yana dizilmiş çocuk cesetleri bir kenara bırakılmış ve uluslararası medyanın katkılarıyla Suriyeli direnişçilere atfedilen kelle kesme görüntüleri harıl harıl tartışılmaya başlanmıştı. Ve bu gündeme bağlı olarak küresel egemenler “Bakın burada iki taraflı bir vahşet var, bundan dolayı buradan uzak durmalıyız.” söylemini yüksek perdeden dillendirirken; Baas destekçileri ise oluşturulan atmosferi pişkince zulmü, katliamı, despotizmi temize çıkarma fırsatı olarak değerlendiriyorlardı.

Gerçekten inanılmaz bir manzarayla, korkunç bir illüzyonla karşı karşıyayız. Tam iki buçuk yıldır sistematik bir tarzda katliam gerçekleştiren bir rejim var ortada ve tüm bu süreç boyunca birileri ısrarla, inatla direnişin niteliğini, direnişçilerin kimliğini tartışıyor ve tartıştırıyorlar.

İftira Sağanağı

Direnişin başladığı andan itibaren bir mezhepçilik tartışması kesintisiz sürmekte. Baas despotizmine karşı çıktığı anda Suriye halkının direnişi belli çevrelerce anında mezhepçilik damgasıyla mahkûm edilmeye, ‘tehlikeli’ kategorisine sokulmaya çalışıldı. Direnişçilere yönelik olarak ‘selefi’ sıfatı, tanımlaması adeta bir suçlama ifadesi gibi sürekli biçimde dillendirildi. Ardından barışçıl protestolar mecbur kalınıp silahlı mücadeleye evrilmek zorunda kalınca, bu kez de halkı silahla direnmek zorunda bırakan rejim değil, yine direnişçiler suçlandı ve bu aşamada da direniş silaha başvurduğu için karalanmaya çalışıldı. İsyanın başladığı ilk günlerden itibaren bir korkutma aracı, bir tür ‘öcü’ işlevi yüklenen “çok yakında Batı/NATO müdahalesinin geleceği” iddiası aradan geçen bunca zamana karşın hep vizyonda tutuldu.

Direnişçilere ilişkin olarak iddia, karalama, iftira sağanağı hiç eksik olmadı. Sakallarının uzunluğundan kıyafetlerinin farklılığına, Batılı değerlere mesafeli oluşlarından dünyanın farklı beldelerinden gelmiş olmalarına kadar haklarında bir dizi ‘şüphe’ unsuru biriktirilen bu insanlar bir tür tehlikeli yaratıklar kategorisine sokuldular. Saatlik nikâhla kadınlarla ilişkiye girdiklerinden tutun da çocukları boğazladıklarına kadar her türlü yalana, saçmalığa, iftiraya maruz kaldılar.

Tam bu noktada bugünlerde tartışılan bazı konulardan, gündemlerden kalkarak Suriye direnişine ilişkin kuşku bulutlarının sanki yeni yeni biriktiğini düşünmenin ne kadar yanıltıcı olduğunu fark etmek zorundayız. Hayır, “İlk zamanlar biz de destekliyorduk ama zaman içinde ortaya çıkan gelişmeler neticesinde ürktük, uzaklaştık!” söylemi kesinlikle doğru değildir! İlk günden itibaren Suriye halkının haklı, meşru direnişi bugün hummalı bir biçimde karalama kampanyası yürüten çevrelerce zaten mahkûm edilmişti, kamuoyu nezdinde de lanetlenmeye ve iftiralarla yıpratılmaya çalışılıyordu. Değişen sadece kullandıkları argümanlar, malzemeler olmuştur. Ama düşmanlıkları, direnişi mahkûm etmek için fırsat kollama tutumları hiç değişmemiştir. Bu tespit önemlidir çünkü mücadelenin gelişim süreci doğru hatırlanmalı, yaşanan gelişmeler ve tavır alışlar doğru değerlendirilmelidir ki, bugün karşılaşılan manzaralar üzerinden birilerinin çizmeye çalıştığı tablonun hiç de öyle masum olmadığı anlaşılabilsin!

Önümüze birtakım görüntüler konuluyor ve “direniş dediğiniz işte budur”, deniliyor. Çok basit ama aynı zamanda etkili olduğu kuşku götürmez bir propaganda taktiği uygulanıyor. Hayır, direniş bu değildir! İki buçuk yıldır inanılmaz zorluklara, güç dengesindeki devasa orantısızlığa rağmen büyük fedakârlıklarla, kahramanca sürdürülen direniş birkaç rahatsız edici görüntüye indirgenemez! Gözümüze sokulmaya çalışılan görüntülerin kesinlikle adil ve tutarlı bir bağlamda değerlendirilmediği çok açıktır.

Ne iddia ediliyor, mücahidler neyle suçlanıyor? Çok kolay insan öldürdükleri ve bunu da canice yaptıkları, insanları vahşice boğazladıkları ileri sürülüyor. Tartışılan görüntülerin bir kısmı gerçekten rahatsız edici bir mahiyet taşıyor. Örneğin bıçakla boğaz kesme, mezhep sorgulaması yaptıktan sonra infaz vs. Hiç şüphesiz direnişçi kimliğine sahip kimi unsurların ister intikam hissiyle ya da öfkelerini kontrol edememe ve benzeri nedenlerle, isterse de caydırıcılık kaygısıyla bu tarz görüntüler sunması kabul edilemez. Bu tür davranışlar İslami ölçülerle çelişir. Müslümanların yeryüzünde temel vazifeleri olan tebliğ ve davet sorumluluğunun ifasını güçleştirir. Ayrıca da direnişin mesajının gölgelenmesine ve etkisinin kırılmasına yol açar. Bu bağlamda bu tür icraatların, eylemlerin tasvip edilmemesi, reddedilmesi gereklidir. Bunları yapanların yanlış yaptıkları net bir dille ifade edilmelidir.

Sebepler ve Sonuçları

Bununla birlikte tam bu noktada iki hususu vurgulamakta yarar var. Öncelikle bu görüntülerin yaygın ve sistematik bir mahiyet taşımadığı biliniyor. Sayıları on binleri bulan direnişçiler içinden birkaçının bu tarz eylemler icra etmesi bu tür olumsuzlukların tüm direnişçilere ve direnişe mal edilmesini haklı çıkartmaz. Rejim güçlerinin her gün akıl almaz vahşet görüntüleri yaşattığı bir coğrafyada kimi unsurların tepkisel davranarak bazı aşırılıklar içerisine girmesi elbette hoş karşılanabilecek, meşru görülebilecek bir durum olmamakla birlikte, çok da abartılmayı gerektirmez. Her şeyden evvel bunlar sonuçtur. Yani Suriye’de katliam, yıkım, vahşet birileri birilerinin kafalarını gövdelerinden ayırdığı için yaşanmıyor; bilakis devlet eliyle icra edilen canavarlık bu tür aşırı davranışları ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla odaklanılması gereken husus bu tür görüntüler değil, onlara kaynaklık eden rejimin icraatlarıdır. Bu demektir ki, olumsuzluğa yol açan zemini ortadan kaldırdığınızda zaten bu tür tepkiler kendiliğinden kaybolacaktır.

İkinci olarak da Suriye direnişini karalama kampanyası yürütenlerin tam olarak neyi savundukları, ne söyledikleri açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu çevreler sadece direnişçiler adına sergilenen ve usulsüz olduğu açık, münferit nitelikli bazı eylemleri değil; Beşşar rejimine bağlı katillerin, şebbihaların cezalandırılmasına yönelik her türlü eylemi gayrı meşru görmekte ve karşı propaganda malzemesine dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Oysa bunca vahşeti Suriye halkına yaşatan bu katil sürüsünün mensuplarını ölümle cezalandırmak gayet meşru ve aynı zamanda gerekli bir davranıştır.

El Kesesinden Merhamet!

Savaşta ele geçirilen Baasçıların öldürülmesini insanlık dışı bir davranış olarak tanımlayanlar, oturdukları yerden ahkâm kesebilirler; nasılsa bunca acıyı yaşayan, bunca zulme maruz kalan, ağır bedeller ödeyenler kendileri değiller! Ama bir nebze adalet duygusu taşıyan hiç kimsenin, bu katil rejimin tetikçiliğini, gönüllü uşaklığını yapan unsurların cezalandırılmasından rahatsız olması mümkün değildir. Ne isteniyor, ne bekleniyor? Zalimlerin, işkencecilerin affedilmesi mi? Halkın tepesine varil bombaları atan katillerin serbest bırakılması mı? Bunu savunanlar Suriye halkının yaşadığı acıların çok azını yaşamış olsalardı, asla böyle düşünmezlerdi! Ne var ki, başkalarının acıları üzerinden insanlık dersleri vermek, merhamet nutukları atmak her ne kadar gayrı adil bir davranış olsa da pek de zor bir şey olmasa gerek!

Ele geçirilen tüm esirlerin acımasızca öldürüldükleri bir yalandır. Böyle olsaydı muhaliflerin elinde hiç esir olmazdı. Oysa yüzlerce, binlerce esir vardır. Bir kısmı soruşturma süreçlerinden sonra belli şartlarla serbest bırakılmakta, tekrar savaşçı olarak Müslümanların karşılarına çıkma riski taşıdıklarından endişe edilenler ise hapsedilmektedirler. Elbette zorla askerlik yaptırılan, savaşa sürülen insanlarla, canla başla rejimi korumaya çalışanlar, vahşice eylemlere girişenler, işkenceciler ve tecavüzcüler bir tutulmamaktadırlar. Nasıl zorla savaştırılanların yakalandıklarında öldürülmeleri haksızlıksa, Baas rejiminin canavarlarına dönüşmüş mücrimlerin öldürülmemeleri de zulüm olur, had bilmezlik teşkil eder!

Yanlışa Tavır Alalım, Müslümanlara Değil!

Suriye’de kardeşlerimiz Allah yolunda büyük bir mücadele veriyor, cihad ediyorlar. Bizlere düşen bu mücadeleyi gerektiği gibi sahiplenmek, zalim güçlerin çok yönlü saldırılarına karşı kardeşlerimizin hukukunu korumak, cihadı savunmaktır. Bu noktada bir karalama taktiği, bir karşı propaganda unsuru olarak gündemleştirilen konulara ilişkin olarak, İslami ölçüler dâhilinde savunulması gerekenleri savunmak, yanlışlar barındıran davranış ve eylemlere karşı ise mesafeli olmak durumundayız. İslami ölçülerle çelişen tutum ve davranışları reddetmek, bu tutum ve davranışlardan beri olmak ile Müslümanlardan beri olmak ayrı şeylerdir. Biz yanlışlara tavır almak ve yanlış yapan kardeşlerimizi elimizden geldiğince uyarmakla sorumluyuz ama bu sorumluluk Müslümanlara karşı reddiyeci, yok sayan, düşmanca bir tutum geliştirmeyi gerektirmez. Bu ancak uyarılara karşın aynı yanlışta ısrar edilmesi durumunda söz konusu olabilir.

Bu bağlamda Abdullah ibni Cahş hadisesi çarpıcı bir örnek, üzerinde çokça durmayı hak eden bir ders sunmaktadır. Hicretin 2. yılında Resulullah (s) tarafından istihbarat amacıyla teşkil olunan bir seriyyeye komutan olarak tayin edilen Abdullah ibni Cahş ve beraberindekiler haram ayın başlayıp başlamadığına ilişkin bir tereddüt yaşadıktan sonra karşılaştıkları Kureyş kervanına saldırmış ve müşriklerden Amr bin Hadrami’yi öldürmüşlerdir. Bilahare Abdullah ibni Cahş ve beraberindekiler haram ayda adam öldürmek suçlamasına maruz kalmışlar ve bu eylemleri başta Mekke olmak üzere her yerde Müslümanlar aleyhine yoğun bir kampanyaya dönüşmüştür. Hatta Medine’ye dönüp geldiklerinde, ta ki, Bakara Suresinin 217. ayeti nazil oluncaya kadar, Müslümanlar tarafından da yoğun biçimde kınanmışlardır. Bu ayette Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak Allah katında, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük bir günahtır. Fitne, katilden beterdir...”

Ayet açıkça haram ayda savaşmanın ve öldürmenin büyük bir yanlış olduğunu hatırlatmakta ama müşriklerin işledikleri zulümlerin buna kıyasla çok daha büyük bir suç olduğunu vurgulamaktadır. Buradan şu sonucu çıkartabiliriz: Evet, bir grup Müslümana, bazı direnişçilere atfedilen bazı eylemler, davranışlar yanlıştır; savaş gerçeği, yaşanan vahşetin büyüklüğü, karşı tarafın zalimliği, canavarlığı vb. faktörler bunları yanlış olmaktan çıkarmaz ama maruz kalınan zulümler bu yanlıştan çok daha büyüktür ve asıl odaklanılması gereken de bunlardır. Bu katil sürüsünün işlediği onca zulmü bir kenara bırakıp, görmezden gelip, unutup, direnişçilere atfedilen münferit bazı hadiselere yoğunlaşmak, sürekli bunları tartışmak, bunlardan ötürü direnişçileri mahkûm etmek Kur’an’a uygun bir davranış olmaz.

Zulmü Kınayalım Ama Büyüğünden Başlayarak!

Şeytanca bir oyunla, dayatmayla yüz yüzeyiz. Sürekli biçimde önümüze bazı kareler konulup, hadi konuşun, bunları lanetleyin, hiç durmadan bunların yanlış olduğunu tekrarlayın diyorlar. Bunlara kaynaklık eden zulüm bataklığını ise itinayla örtüyor, gizliyorlar. Tamam, eğer önümüze konan kareler şer’i sınırların dışına çıkıldığını gösteriyorsa, bunların yanlış olduğunu söyleyelim; yanlışa ortak olmayalım ama ya zulüm bataklığı ne olacak? Ona ilişkin ne denilecek, ne diyeceğiz?

Ve bunu her yerde yapıyorlar! İşte Somali işgal altında. Kenya ordusu iki yıldır Somali’yi işgal altında tutuyor. Savaş gemileriyle kentlerini vuruyor. Uçaklarıyla mülteci kamplarını bombalıyor. Öyle ki İnsan Hakları İzleme Örgütü, Kenya hükümetini, Somali’de savaş hukukuna uymamakla suçluyor. Ve Somalili direniş örgütü Şebab defalarca Kenya hükümetine ve halkına çağrılarda bulunarak işgale son verilmesini, aksi takdirde savaşı ülkelerine taşıyacağı uyarısını yapıyor. Ne var ki, tüm bu gelişmeler asla gündem olmuyor, hiç konuşulmuyor!

Ne zaman ki, Şebab Kenya’nın başkenti Nairobi’de bir alışveriş merkezinde rehine eylemi gerçekleştiriyor, işte ancak o zaman hep bir ağızdan “masum sivillere yönelik bu canice eylem”i kınama yarışına sokuluyoruz! Sesi az çıkan vicdansız sayılıyor; herkesten gür bir sesle eylemi kınaması, faillerini lanetlemesi talep ediliyor. Tamam, kınayalım! Sonuçta çok sayıda sivilin ölümüne yol açması nedeniyle bu eylemi gönül rahatlığıyla sahiplenmemiz söz konusu olamaz. Ama neden Somali’deki işgal ve işgalci güçlerin katliamları değil de sadece Kenya’daki alışveriş merkezinde yaşanan olayları konuşmak zorunda kalıyoruz? Somalili Müslümanların kanları, Kenya’daki alışveriş merkezinde ölen Batılıların ve Kenyalı seçkinlerin kanlarından daha mı ucuz, daha mı değersiz?

Dünya Filistin’de Siyonist işgali ve işlediği zulümleri konuşmuyor, Mescid-i Aksa’nın adım adım gasp edilmesini görmüyor ama örneğin Tel Aviv’de bir patlama olduğunda terörü lanetleme yarışı başlıyor. Afganistan’da, Pakistan’da, Yemen’de insansız hava araçlarıyla otomatiğe bağlanmış gibi gerçekleştirilen katliamlar görülmüyor ama ABD’nin bir kentinde bir bomba patladığında insan hayatının kutsiyeti üzerine yoğun gündemler yapılıyor.

Tüm bu karşılaştığımız manzara bize tutarlı olmamız, uyanık bulunmamız gerektiğini hatırlatıyor. İslami ilkeler ve sahih ölçüler ışığında velev ki Müslümanlarca gerçekleştirilmiş olsa dahi, yanlışa asla doğru diyemeyiz, demeyiz! Ölçülerimizi konjonktüre, kimi maslahatlara, politik hesaplara feda edemeyiz. Mamafih İslam’a karşıtlık ve Müslümanlara düşmanlıkta sınır tanımayan, had bilmeyen, güçlerin Müslümanlar ve İslami mücadele aleyhine sürdürdükleri karalama ve iftira kampanyalarına da alet olamayız! Özetle egemenlerin zulmünü bir kenara bırakıp sürekli biçimde Müslümanların eksikleri, hataları üzerinden gündem yapmanın, mızrağın sivri ucunu kendimize batırmak demek olduğunu kavramalı ve tutumumuzu buna göre belirlemeliyiz!