İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler

Bahadır Kurbanoğlu

Raşid Gannuşi’nin “İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler” kitabı Mana Yayınları tarafından geçtiğimiz ay okuyucusuyla buluşturuldu. Ana muhtevası, Gannuşi’nin 1980’li yılların başında hazırlamaya başladığı doktora çalışması olan eserin Gannuşi tarafından birkaç kez revize edilmesi ve bazı bölümlerinin kısmen gözden geçirilmesi güncel meselelere ilişkin değerini de artırmakta. Dolayısıyla kitap, bir siyasi lider ve mütefekkir olarak Gannuşi’nin omuzladığı ve yaşamlaşması için yıllardır mücadelesini verdiği fikirlerin bir yekûnunu ihtiva etmekte. 584 sayfalık bu geniş hacimli eser dört ana başlıktan oluşmakta:

1- İslam’da İnsan Hak ve Özgürlükleri

2- Haklar ve Siyasal Özgürlükler

3- Demokrasinin Temel İlkeleri

4- İslami Yönetimin Temel İlkeleri

Bu son bölüm kitabın ana gövdesini oluşturmakta. Nass; Şura (İslami bir yönetimde ümmetin konumu nedir, Şura heyetinin nitelikleri ve Şuranın siyasi boyutu); İcma; Teşri (Teşri yetkisi kime aittir: Teşri, veliyyu’l-emrin mi, şeriat âlimlerinin mi yoksa ümmetin temsilcilerinin mi hakkıdır?); Biat (Biat akdi tüm yönleriyle fiilen bir vekâlet akdi midir?) ve İstibdat gibi konuların tartışıldığı bu bölüm aynı zamanda hem baskı ve zulümlerin engellenmesi adına İcma alanında çoğulculuk ve siyasi partilerin konumu gibi meselelerin de tartışıldığı bir muhtevaya sahip.

Söz konusu ıstılah ve başlıkları gündemleştirirken hem İslam’ın tarihî tecrübelerine yaslanma çabası içerisinde mezhep imamları başta olmak üzere İbn Kayyım ve Şatıbî gibi şahsiyetlerin hem de Abdülkadir Avde, Dr. Subhi Abduh, Mevdudi, Seyyid Kutub, İsmail Faruki gibi onlarca çağdaş İslam düşünürünün görüşlerine yer veren kitap, bu açıdan bir fikrî zenginlik de ihtiva etmekte.

Maslahatlar ve zaruretlerin fıkhı; İslami olmayan bir yönetime katılma; yurttaşlık (vatandaşlık) gibi günümüz siyaseti içerisinde yer almanın şer’i dayanakları ve meşru yollarının da tartışılmaya çalışıldığı eser, bir yönüyle el altı kitabı olmayı ve gündemleştirdiği konularda Müslümanlar arasında ciddi anlamda tartışılmayı hak etmekte.

Kitabın özgül ağırlığını teşkil eden ve tartışılan en önemli konuların başında modern bir ıstılah olarak kabul edilen özgürlük/hürriyet konusu gelmekte. Akideye taalluk eden ve siyasetin merkezinde olduğu kabul edilen bir kavram olarak günümüz meselelerini içrek bir tarzda tartışılan “hürriyet”, aynı zamanda İslami akidenin en temelinde yer aldığı kabul edilen ve İslam’ın da onun için geldiği iddia edilen “inanç özgürlüğü” çerçevesinde ele alınmakta. Buna bağlı olarak inanç özgürlüğü ilkesinin yasal belirtileri, özel ve kamusal özgürlükler, azınlıkların dinî ve siyasi hakları, kadın hakları, irtidat (siyasal ve bireysel hak ile ilişkisi), insanın Allah katında şerefli kılınması, düşünce ve ifade özgürlüğü, ekonomik haklar, sosyal haklar, adil yargılanma hakkı, eman yahut siyasi iltica hakkı gibi konular irdelenmekte. Nitekim Gannuşi, kitabında İslam’ı “Geniş Kapsamlı Özgürlük Devrimi” olarak nitelemekte.

Özetle de olsa dünyadaki İslami hareketlerin nitelikleri, kazanım ve handikaplarının tartışıldığı bölüm de Gannuşi’nin tecrübelerinden istifade anlamında okuyucuya katkı sağlamakta. Gerek Sudan ve Hasan Turabi özelinde, gerekse silahlı mücadele fıkhı içerisindeki hareketlerin özeleştirileri önemli tespitler ihtiva etmekte. Özellikle Nahda’nın kuruluş bildirgesinde yer alan hususların, yani Tunus İslami hareketinin daha 1980’li yılların başında savunduğu fikirlerin neler olduğunun; yolun başında mı yoksa 80’li yılların sonundaki yenilginin ardından mı üretildiğinin cevabı açısından Türkiyeli okurlara yeni bilgiler sunmakta. Gannuşi’nin 1990’lı yılların başında savunmaya başladığı ve İngiltere’ye hicretinden evvel dile getirdiği bazı görüşlerinin hiç de yeni olmadığı ve İslami hareketin kuruluş bildirgesinde yıllar evvel yer aldığını görmek; bunların 1981-1984 arası ve ardından 1987’de doktora çalışması olarak geliştirildiğini ve günümüze değin ana mecrasından bir sapma göstermeden gelişim göstererek tartışıldığı ve hâlihazırda da Tunus siyasasında uygulanmaya çalışıldığı gerçeğiyle tanışmak gibi. Bunların neler olduğuna ileride kısmen değinmeye çalışacağız.   

İthaf

Kitabın ithaf bölümü tam anlamıyla bir vefa bildirgesi gibi. Son iki yüz elli yıllık hemen tüm İslam önderleri ve düşünürleri isim isim sayılmakta. Hem dünyadaki hem de Tunus İslami hareketi içerisinde direnirken işkencelere maruz kalıp şehit edilen Müslümanlardan Peru’daki askerî cuntaya karşı savaşan Ganzalo’ya ve bazı yerli ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş ve evrensel bir ithaf bölümü bu. Hucurat Suresinin 13. ayeti ile nihayetlenen bu bölümde Gannuşi, eserinin hedeflerini de özetleyen şu mesajı veriyor:

“Küfrün, yolsuzluğun, zulüm ve istibdadın yeryüzünden temizlenmesi için dünyanın her tarafında İslam meşalesini yakıp taşıyanlara ithaf ediyorum bu çalışmamı… İslam ümmetinin başına musallat olmuş engellerin kaldırılması için gayret gösteren, güzel bir sözle bile olsa İslam’ı tebliğ eden herkese ithaf ediyorum.”

Hiç şüphesiz, yıllarını İslami mücadeleye vakfetmiş, fikrî ve fiilî olarak İslam ümmetine katkıları olmuş ve Ortadoğu intifadaları ile birlikte Tunus siyasetinin ve bölgenin en etkin siyasi figürlerinden biri haline gelmiş olan Raşid Gannuşi’nin günümüz meselelerine ilişkin İslam’ın görüşünün ve Müslümanların bundan mülhem pratiğinin ne olması gerektiğine ilişkin görüşlerinin geniş bir muhtevasını içeren bu eser, Müslümanlar arasında ciddi manada tetkik edilme zorunluluğu ve sorumluluğunu ihtiva etmekte ve aşılamakta.

Nihayetinde bu eser, özellikle günümüz meselelerine ilişkin vahyî aklın ve vicdanın inşası adına, içtihadi olan hususlarda kaynaklara ve delillere sadık kalarak ve aynı zamanda da ümmetin maslahatı adına en sahih olana ulaşmada emeğin önemine dikkat çekerek, hem zihnî-ilmî hem de pratik melekelerimizin gelişiminde çağımızın önemli kaynakları arasına girebilecek bir çerçeve ve muhtevaya haiz olarak nitelenebilir.

Eser, Mücadele İçerisinde Yazıldı

Kitabın ‘Sunuş’ bölümünde M. Selim el-Avva şunları söylüyor:

“Kardeşim Raşid’in yazdıklarını okurken, İslami hareketi ve dirilişi yaşayarak, bu yolda karşılaştığı tüm meşakkatleri sabırla göğüsleyen ve söylediklerini bizzat yaşayan Müslüman bir düşünürle, bolluk ve lüks içinde yaşayarak düşünce, siyaset, toplum ve iktisat gibi konulara bir bahçenin güzel çiçeklerine olan ilgi kadar ilgi duyan ve sadece sözle yetinen kimse arasındaki büyük farkı hissetmekle mutluluk duydum… Bu kitabın okunmaya değer olması sadece ihtiva ettiği konularının ehemmiyetinden ve İslam’ın çağdaş siyasi meseleleri gibi çok nazik hususların tartışılmasından kaynaklanmıyor. Kitabın önemi, bir kısmını birinci tutuklanması sırasında (1981-1984) hapishanede uzun bir tefekkür dönemi içinde yazmış olması ve diğer bölümlerini de yine 1986 yazında gizlenmek zorunda kaldığı aylar içinde yazmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Aksiyoner düşünürlerin ölümsüz eserlerinin tümü çok zor şartlar altında, musibetlere yakalanma ve musibetlerden kurtulma dönemlerinde yazılmış olan kitaplardır. Diyebiliriz ki, bu aksiyoner mütefekkirlerin tüm hayatları imtihandan imtihana, musibetten musibete geçiş ve çıkışlardan ibarettir. Eğer sıkıntı ve musibetlerin meyvesi elimizdeki bu kitaplar gibiyse, eğer sıkıntılar bu tür özgür düşünceler üretiyorsa, bizi şu sonuca götürür ister istemez: Sıkıntı ve musibetler daima mükâfatları da içlerinde taşırlar…”     

Kitap, İslam’ı Önce Müslümanlara Sonra da

Asrın İdrakine Kavratma Çabasını İçermekte

Modern çağın getirdiği handikaplar sadedinde gerek Batılı tezlerde, gerekse bunlardan etkilenme potansiyelleri yüksek nesillerde var olan genel algılar şunlar idi:

İslam, toplumların sosyal ve siyasal hayatlarını düzenlemede başarısızdır ve buna gücü de yetmez! Bu genel tez; İslam’ın kişisel ve kamusal özgürlükleri teminat altına alıp alamayacağı, bir İslam devletinde azınlık haklarının güvencede olup olmayacağı; kişi ve toplum üzerindeki zulüm ve baskıların kaldırılması adına İslam’ın kendi mensuplarına neler sunduğu gibi cevapsız olduğu düşünülen sorularla pekiştirilmektedir. Öte yandan “Batı demokrasisinin İslam’a karşı olduğu ve onun zıddı anlamına geldiği” vurgulanmaktadır. Neticede “İslamcıların ortaya attıkları sloganların duyguları harekete geçirmekten öteye geçmediği, insanların reel dünyasında hayatı yaşamaya yeterli olmadığı” ve bütün bunlara mukabil “uygulanabilecek sistemin ancak demokrasi olabileceği” dillendirilmektedir.

Bu eleştirilere kitapta genel anlamda -tartışmaya ve geliştirilmeye açık- şu minvalde bir önermeler dizgesi ortaya konarak cevap verilmektedir:

Demokrasi, insanlar arasında iktidarın el değiştirmesini düzenleme aracı olmaktan öte bir şey değildir. Beşeri bir düzenleme olması itibariyle de her zaman gelişmeye, onarılmaya ve hatta değiştirilmeye müsaittir. İslam ise özgürlükler ve haklar konusunda kendi mensupları -ve hatta tüm insanlar- için uyulması gereken sabit ilkeler ortaya koymuştur ki, bunlara uymayı da aynı zamanda Allah’a itaat etmekle eş tutmuştur. Söz konusu ilkelere ve değerlere ulaşmada, bunları yaşamlarında gerçekleştirmede ve bu ilkelerin düzenlenmesinde uyulması zorunlu olan hususlarda ise insanı tamamen serbest bırakmıştır. Yani önemli olan sorumluluk, haklar, ödevler ve özgürlükler konusundaki ilke ve değerlere ulaşabilmek ve onları yaşamlaştırabilmektir; bunlara ulaşma çabasında araçlar değişkenlik gösterebilir.

Gannuşi’nin hassaten altını çizdiği bir diğer husus da demokrasinin Batı yaşam düzeninin tümü demek olmadığıdır. Genel siyaset, bireysel hayat, toplum ve iktisat gibi düzenlemelerin sadece bir parçasıdır. Onun vazgeçilmezi de serbest seçimlerdir. Bu minvalde haddizatında demokrasi basit bir kavram değildir. Özgürlük için yeni kavramlar ortaya koyan, bunları birtakım araçlarla somutlaştıran ve sınırlı ulusal bir toplumda aday gösteren demokrasi için “sakıncasız ve zararsız” nitelemesi yapmak mümkündür. İslam’la demokrasinin mutlaka çelişmesi gerekmez; aralarında iç içe girmiş benzerlikler olduğu gibi şüphesiz farklılıklar da vardır.

Demokrasilerde araç ve icraatlarla, ilkeler, değerler ve düşünceler arasında tarih boyunca farklılıklar olagelmiştir. Dolayısıyla akideleri ve dinleri ne olursa olsun beşerî tecrübelerin sonuçlarından yararlanma her zaman caizdir.

Malik b. Nebi’nin demokrasi hakkındaki görüşü; demokrasinin sadece iktidarın halka intikali ve bunun anayasada bir hak olarak yer almasından ibaret olmamasıdır. Ona göre demokrasi; halkın her yönden psikolojik, ahlaki, sosyal ve siyasal açıdan eğitilmesi projesi; yani bir kültürel eğitim sürecidir.

Hileli Modernizm

İnsan hakları ve demokrasi emperyalizmine de dikkat çekilen kitapta emperyalizmin “kaba kuvvet ve sopa” olarak özetlenmesi yanında, demokrasinin komünist ülkelerde liberalizm sonucunu doğurmasının İslam âlemi ve Arap dünyası için geçerli olmadığı; aksine bu ülkelerde doğuracağı sonucun esaret altındaki devin (yani güçlü İslam akidesinin) kayıtlarını çözmesi olarak nitelenmektedir. Bu bapta Gannuşi’ye göre her ne kadar teknolojik üstünlük, askerî gelişim ve iktisadi hayatın önemi kendisini bariz şekilde dayatsa da geleceğin dünyası kendisini düşünsel yenilenmeye, yaratıcılığa, iknaya, diyaloga ve insanlara faydalı olan şeyleri sunmaya en açık olana, direniş, değişim ve fedakârlığa en yakın olana kendisini teslim edecektir görüşünü savunmaktadır.

Bu açıdan öncelikle tüm Müslüman gruplar arasında diyalog ve görüşme zeminleri genişletilmeli ve bu zemin insan hak ve hürriyetlerine sahip çıkan tüm kesimlere yönelik kılınmalıdır. “Hileli modernizm” projesine karşı çıkmanın yegâne yolu budur. Çünkü bu proje öncelikle toplumu ayrıştırarak ona sahip olma amacı taşımaktadır. Projenin sahipleri direnen dinamik güçlerin birliklerini tasfiye, nüfus planlaması, dinî eğitimi engelleme ve kaynakların önce sömürülüp sonra kurutulması anlamında insanlık düşmanı bir projedir. Bu projeye ancak özgürlükçü ve insani bakış açısına sahip İslam rönesansı ile karşı çıkılabilir. Hiç şüphesiz bu, gayrimüslim halklar için de bir ümit kaynağıdır.

“Hayat alanlarına müdahale” eleştirisine de cevap mahiyetinde “bir bardak şarap içmekten mahrum olmaktan gelen korku” tabirini kullanan Gannuşi, çözümün bütün insanlık adına tağutun reddi; Allah’a iman ve insan onurunu korumaya davetten geçtiğini vurgulayarak (Bakara, 256) fiiliyatta bunların karşılığının her kesimle diyalogun genişletilmesi, özgürlük değerlerinin kökleştirilmesi, insana değer verilip hukukuna saygı gösterilmesi, vatandaşlık hukuku ve vatandaşların iktidara iştirak etmesi, yöneticilerin yanlış yapmaları halinde düzeltilebilmeleridir. Tüm enerji, hangi dine ve ırka mensup olurlarsa olsunlar istibdada ve zorbalara karşı kullanılmalıdır.

‘Beşerî Tecrübelerden İstifade’ye Evet; Ama…

Şer’i/dinî siyasetin hedefinin adaletin ikamesi ve zulmün önlenip dışlanması olduğunu ve şer’i siyasetin beşerî olan tüm siyasi birikimlere ve düşüncelere açık olacağının tabii karşılanması gerektiğini belirten Gannuşi’ye göre insan aklının ürünü olan ve medeniyet tecrübesinden geçen bir hikmeti almaktan  çekinmemek ve bu hususta tembellik göstermemek gerekir. (Zümer, 18)

O, bu konuda İbn Kayyım’ın şu sözlerini delil olarak gösterir:

“Vahiyle belirlenmiş olmasa bile şer’i siyasetin yörüngesi adalettir. Çünkü Allah’ın, peygamberler göndermesi ve kitap indirmesinin ana gayesi insanlar arasında adaletin sağlanmasıdır… Hangi yolla olursa olsun, hakka dayalı bir yönetim ortaya çıkarsa işte bu Allah’ın şeriatı ve dinidir.” (s. 30-31)

İbn Kayyım, siyaseti de şöyle tanımlar:

“Siyaset öyle bir eylemdir ki, insanlar onunla yararlı olan şeylere (salih) sahip olur, zararlı (fasit) olan şeylerden de uzak dururlar. Ortada Peygamber’in koyduğu bir kural yahut bu hususta inen bir vahiy yoksa hangi yolla olursa olsun adaletin temin edilmesi dinden sayılır.” (s. 31)    

İbn Rüşd de milliyetleri ve dinleri ne olursa olsun beşerî tecrübelerden yararlanılması gerektiği hususuna dikkat çekerken “Hikmet şeriatın sütkardeşidir.” demiştir.

Gannuşi, bu aktarımlarda bulunduktan sonra beşerî tecrübelerle alakalı şu hususlara da dikkat çeker:

“Ancak mesele biçim, araç ve icraat sınırını aşıp düşünceye ve değerler sistemine taalluk ediyorsa durum değişir…” (s. 31)

Özgürlük/Hürriyet

Gannuşi, öncelikle bu meseleye bakışta nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğini şu kriterleri hatırlatarak vurgular:

“İslam âlimlerinin değişik bakış açılarına, naslara ve genel düşünce ekollerine başvuracağız. Bunlar arasında hangisinin dayandığı deliller bizim için daha güçlü ise seçimimizi ondan yana yapacağız. İslam ulemasının çoğunluğunun maslahatı neyi gerektiriyorsa onu tercih edeceğiz…”

Özgürlük konusunun Batı’daki felsefi ve hukuki serüvenine kısaca değinen Gannuşi, “ifade, toplantı, çalışma, seyahat, ibadet gibi başlıklarla nitelenen özgürlük alanlarını paylaşmanın serveti, kültürü ve gücü azınlık bir sınıf elinde tutuyorsa, bunlarla teorik olarak eşit hakları paylaşmanın ne anlamı olabilir?” şeklinde can alıcı bir soru sormaktadır.

Ona göre tabii hukuktan çokça söz edilmesine rağmen, dünyayı kendi başlarına yöneten güç dengeleri var olduğu sürece hukukun ve özgürlüklerin de sınırının bunlar tarafından belirleneceği kesindir. İnsan Hakları Beyannamesindeki hak ve özgürlüklerde şekilcilik ve olumsuzlukların baskın olmasını teyit eden şey, ona göre bunların üzerine bina edilen yapının hukuki ve sosyal teminatlardan yoksun olmasıdır. (s. 40)

Gannuşi, böylelikle her tür bağdan kurtulma anlamında bir özgürlüğün, yani baskı olmaksızın özgür fiil tasavvurunun gerçekliğini de şu iki örnek üzerinden sorgulamaktadır. İlki; eğitim, bilgilendirme ve iletişim araçlarının devletin yahut kapitalist kurumların hâkimiyeti altında olmasının, bunlara geniş halk kitlelerinin akılları ve zevkleri üzerinde büyük bir nüfuza sahip olma imkânı vermesidir. Böylelikle halkın güvenliği, kendisine ayrılan sınırlı çerçevedeki siyasi oyunu idare etmesi oranında sağlanmaktadır. Diğer örnek ise Sovyetler vb. ülkelerde yaşanan tecrübedir. İktidarın elindeki geniş imkânlar, kendi özgürlük teorisini, daha doğrusu özgürlüğü yok eden teorisini kabul ettirmeyi sağlamıştı. Gannuşi bunu “İstibdat ve tahakküm üzerine konuşmaya elbette hakkın var.” şeklinde özetler. (s. 41)

İslam’da özgürlük konusunda ise özetle şu hususları vurgular:

“Özgürlüğü, insanlar arasında kullanılan şekliyle ‘izin’ veya ‘ibahe’ olarak anlamamak gerekir. Çünkü ilk insandan beri, peygamberlerin ve resullerin … mesajının ‘Allah size istediğiniz gibi hareket etmeye izin veriyor’ şeklinde anlaşılması ve ifade edilmesi hak mantığı açısından varit değildir. Hayır; bu mesajın esası söz konusu anlayışla tamamen zıt yöndedir; o anlayışı çürütmekte ve bunun yerine şu mesajı vermektedir: Allah sizin yaratıcınızdır. Dolayısıyla sizi kendi hevanıza ve cehaletinize uymaktan nehyeder. Bunun yerine hayatınız için razı olduğu tarza (şuur, irade ve halis bir maksatla) uymanızı emreder. Allah’ın seçmiş olduğu İslam’da, bu dünyada ve ahirette insanlar için saadet ve yükseliş vardır. İslam’dan uzaklaşmada ise ebedi şekavet vardır.

İslam tasavvurunda hürriyet bir emanettir, yani bir sorumluluktur. Hakkın şuurunda olma, sorumluluğunu hissetme, onu iltizam etme ve onda fani olmaktır. Evet, hürriyet kelime yapısı itibariyle serbestlik (ibaha) ve seçme (ihtiyar) anlamına gelir; yani fıtrat demektir. Bununla beraber Allah insanı hayrı ve şerri yapabilecek bir fıtratta yaratmıştır. Mesuliyet dediğimiz şey işte budur. Ama ahlaki ve teşrii anlamında hürriyet usulcülerin tabiriyle söylersek ‘tekeyyüf’tür. Hürriyet, sorumluluğumuzu olumlu biçimde yerine getirmektir. Yani vacip olanı yapmak, emredileni yerine getirmek ve nehyedilenden kaçınmaktır. Böylece Allah dostlarının ve salih kullarının derecesini kazanmaktır.” (s. 46)  

Gannuşi, özgürlük kavramını en iyi şekilde açıklayan çağdaş İslam düşünürlerinden bir kısmını zikrettikten sonra, bunlardan Allal el-Fasi’nin şu tanımını aktarır:

“Özgürlük tabii bir hak değil, kanunun koymuş olduğu bir haktır. Vahiy inmemiş olsaydı insan, özgürlüğüne kavuşamayacaktı. Bu itibarla insan özgür/hür olarak doğmaz, ancak daha sonra hür olur. Hürriyet, Allah’a ubudiyet/kulluk yolunda verilen bir mücadeledir.”

El-Fasi, İslam ulemasının Beyyine Suresi 1. ayette belirtilen hususta düşünmediklerine şaşmaktadır:

“Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar (bulundukları durumdan, kölelikten) kopup ayrılacak değillerdi.”

Ona göre bu ayetten şöyle lâtif bir nükte çıkmaktadır:

“Bağlı bulunulan durumdan kurtularak hürriyete kavuşmanın biricik yolu Allah’ın ubudiyet programına uymaktır. Sorumlulukları yüklenme (tekâlif) programı… İnsanı yaratılışta özgür kılan şey, şuurlu bir şekilde teklif yüklenmesi neticesinde kendisinden sadır olan amellerdir. Tezahür eden belirtilerdir. Dolayısıyla ‘özgür’ nitelemesine hakkıyla layık olan insan Allah’a inanan mümin kimsedir. Teklif ise özgürlüğün temeli ve alametidir.”

Hasan Turabi ise özgürlükle ilgili şunları kaydetmektedir:

“Özgürlük, insanın kendisini diğer yaratılanlardan ayırabilme gücüdür. O, Allah’a kendi isteğiyle secde etti. Çünkü Allah insanın yaratılış terkibinde onu imana zorlayacak bir özellik koymamıştır. Aynı şekilde başkalarını iman etmeye zorlamaya izin vermemiştir. Böylece özgürlük bir gaye değil, bilakis Allah’a ibadet yolunda bir araçtır. Bu ubudiyet çekimserliği tahrik etmez. Çünkü mümini Allah’a ibadet etmeye sevk eden şey sevgidir ve onu tazimdir. Kendisine verilen nimetlere karşı şükürde bulunma şuurudur. Hürriyeti Allah’a ibadetin vesilesi kılan şey de budur. Hürriyet hukuki yönüyle ibaha ve istediğini seçme iradesi ise dinî yönüyle de Allah’a ibadet etmenin yoludur. Dolayısıyla insanın Rabbi yolunda özgür olması vaciptir. Rabbine karşı olan tutumunda ve görüşünde muhlis olmalıdır. İslami tasavvur açısından bu özgürlük mutlaktır. Çünkü bu, mutlak olana doğru, kesintiye uğramayan bir çabadır. Allah’a olan ibadette ihlâs arttıkça insanın tabiattaki varlıklara karşı olan özgürlüğü de o nispette artar. Böylece insani kemal derecelerinin en büyüğü gerçekleşmiş olur.” (s. 47-48)

Abbas Medeni de özgürlüğü “ubudiyetin sadece Allah’a has kılınması” olarak tanımlar ve şöyle der:

“Bu da müminin Allah’tan başka hiçbir şeye ve güce boyun eğmemesi anlamına gelir. Özgürlük nefsi ve onun heva ve hevesini zapturapt altına almak ve onu Allah’ın şeriatına boyun eğmeye mecbur kılmaktır. Ta ki, şeriat dairesi dışında kalan şeylere rağbet etmesin ve Allah’ın hâkimiyeti dışında buna ihtiyaç da duymuş olmasın.”  

Gannuşi’ye göre insanın özgürlüğünün ve yükümlülüklerinin hukuki çerçevesini ortaya koymak için teşrii anlamlara yaklaştığımızda çağdaş İslam düşünürlerinin neredeyse tamamının Allame Şatıbî’nin Muvafakat adlı eserinde vazetmiş olduğu usuli çerçeve üzerinde ittifak ettiklerini görmekteyiz. O, Şatıbî’nin görüşlerini şu şekilde özetler:

“Şeriatın gayesi ve hedefi, insanların temel maslahatlarının gerçekleştirilmesidir. Şeriat bu maslahatları zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat diye üçlü tasnife tabi tutmuştur. İlk sırada dinin, nefsin (canın), aklın, neslin ve malın korunması vardır… İnsan haklarından sayılan tahsiniyat ve haciyat dediğimiz maksatların da temin edilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar Müslüman toplumlar için bir düzenin tesisini zaruri kılmaktadır. Müslümana yükümlülük yahut sorumluluk yükleyen bu tür özgürlüklere anayasal hukukta ‘siyasal özgürlükler’ denilmektedir.” (s. 48-49)

İnanç Özgürlüğü

Gannuşi, İslam’ın temelinin bu anlayışa dayandığını ortaya koyma adına, hem ayetlerden hem de Fahreddin Razi ve Seyyid Kutub gibi şahsiyetlerden içtihadi örnekler verir. Ona göre şeriat her türlü zorlamadan (ikrahtan) uzak bir şekilde kişinin istediği biçimde inanma özgürlüğünü teminat altına almıştır. Bu özgürlük insanın üstlendiği sorumluluğun bir semeresidir. Dolayısıyla İslam, zorlamanın her türlü vesilelerini menetmiştir.

Akidenin delilleriyle birlikte korunması ve müdafaa edilmesini de bireylere ve topluma bir sorumluluk olarak yüklemiştir. Akidenin maruz kaldığı fitnelere karşı gerekirse kuvvet de kullanılacak, onu tahrip etmeye çalışan düşmanların planlarının akim kalması için çaba sarf edilecektir. Dolayısıyla cihadın en büyük maksatlarından birisi inançların, birden çok dinlerin varlığını korumanın yanı sıra dinde zorlamayı da menetmektir. Gannuşi bu konuda Hac 40, Bakara 256 (dinde ikrah yoktur) ve Kehf 29 (O halde dileyen iman etsin dileyen de inkâr etsin) ayet-i kerimeleri örnek olarak verir.

Fahreddin Razi’den de aktarımda bulunarak onun “İmanın yeri kalp olduğuna göre ikrahın uygulanması mümkün değildir.” görüşüne yer verir. Teklif ve emanetin insana yüklenmesiyle ilgili nasslara ve vakıalara bakıldığı zaman, insanın ne kadar özgür olduğu, her şeyi kendi istemi ve iradesiyle seçtiği, dolayısıyla sorumluluğunu da böylece üstlendiği rahatlıkla anlaşılır. Zaten bu özgür seçim ve sorumluluk olmadığı zaman imtihanın da bir anlamı kalmaz, sevap ve ikap da söz konusu olmaz. (s. 58)

Seyyid Kutub’a Göre Bakara 256

Gannuşi “Dinde zorlama yoktur.” ayetinin tefsirinde Seyyid Kutub’un çok açık ve kararlı bir görüş serdettiğini vurgular. Kutub, ayetin tefsirinde şunları zikretmektedir:

“İslam daveti sadece inanç özgürlüğünün sağlanması için mücadele verdi. Mekke’de bu uğurda mücadele veren bir avuç Müslüman, atalarının dinine muhalefetle suçlanarak dalalet ve şirk ehli tarafından işkencelere ve musibetlere maruz bırakıldılar. İstedikleri gibi inanmaktan menedilen ve baskı altında tutulan bu Müslümanların ileride yeryüzünde iktidarı ellerine geçirip söz sahibi olduklarında, kendileri gibi düşünmeyenlere ve kendileri gibi inanmayan diğer gruplara işkence ve eziyette bulunmaları akıl ve mantığa terstir. Bunun böyle olabileceğini düşünmek nasıl mümkün olabilir ki? Akli ve nakli delillerden sonra tarihî vakalar da göstermiştir ki, İslam’da cihadın en önemli gayelerinden biri tağutların, zorbaların gücünü kırmak ve yaptıkları zulüm ve taşkınlıkları ortadan kaldırmaktır. Bunu sağladıktan sonra da insanları istedikleri şekilde inanma özgürlüğüyle baş başa bırakmaktır.

Bundan sonra garipsenecek bir şey yoktur artık. İslam ülkesi dinî özgürlükler ülkesidir. Kendi dindaşları tarafından eziyet edilen nice gruplar İslam ülkesine sığınmışlardır. İslam ülkesine iltica eden Hıristiyan ve Yahudi grupların çoğu İslam’ın himayesi altında yaşamaktan başka hiçbir yerde istikrar ve varlıklarını sürdürememişlerdir. Büyük kiliseler tarafından kökleri kazınan bu gruplar sadece İslam ülkelerinde yaşamlarını sürdürebilmişlerdir.” (s. 59) 

Gannuşi, böylelikle inanç özgürlüğünün kişi özgürlüklerinin en eskisi ve insan haklarının ilki olduğu görüşünü bu aktarımlarla sağlamlaştırır. Ardından bunların yasal belirtilerinin İslam toplumunda vatandaşlık konusunda kendisini gösterdiğini ve bunun da eşitlik olduğunu vurgular. Ona göre eşitlik/müsavat İslam toplumunda bir muamele kaidesidir. (s. 60) ‘Zımmilik’in ve zımmilerin kendi inançlarını yayma özgürlüğünün tartışıldığı bu bölümde, aynı zamanda İslam’ın çok kültürlülüğü savunduğunu dile getirir. (s. 61)

İslam’ın fikrî farklılıklar konusunda münazaraya davette meydan okumasının Bakara 111. ayette olduğu gibi “Haydi kesin delillerinizi getirin!” şeklinde olduğu ve tıpkı Bakara 193’te geçtiği gibi “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur!” vurgusunun şiar edinilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Nahda’nın Kuruluş Beyannamesi ve Siyasal Çoğulculuk

Gannuşi, kitabının İslami hareketlerle ilgili bölümünde (s. 394-421) özellikle İhvan ve Nahda tecrübeleri üzerinden istibdattan korunmanın yollarını ve buna yönelik yazılmış bazı makaleler ile “çok particilik”, “siyasal çoğulculuk”, “laik bir devlette de olsa siyasete geçiş, yönetime katılım” gibi tartışmaları gündemleştirmektedir.

Ümmetin problemlerinin çözümünde maslahatları celp ile mefsedetleri defetme prensibinin esas alınmasının öneminin altını çizen Gannuşi, İslami hareketlerin meşruiyetin kaynağının ne olduğuna ilişkin tanımlarının net olması gerektiğini bazı sorularla tartışır. (s. 413) Bu tartışmaları ise anlaşıldığı kadarıyla Hasan el-Benna’nın çok particiliğe karşı olan fikirlerini Mısır’ın özel şartlarından mülhem değil de sanki dinin aslı gibi sunan kesimleri eleştirmek için yapar. İhvan’ın içerisinden süreç içerisinde Ömer Tilmisani ve Şeyh Mustafa el-Meşhur gibi siyasi katılımla ilgili açılımlarda bulunanların gerçekçi perspektifleri, kendi savunularına delil olarak gösterilir.

Gannuşi, siyasal çoğulculukla ilgili görüşlerini “İhvan Nezdinde Çağdaş Siyasi Düşünce” kitabı ve İslami siyasetin temel ilkeleri üzerinden şu şekilde somutlaştırır:

“Siyasal çoğulculuk konusunda vesika İslami siyasetin temel esasları bağlamında tavrını çoğulculuktan yana koymuştur. Bu ilkeler sırasıyla şura, marufu emretme ve münkeri nehyetme, ümmetin yöneticileri üzerindeki velayeti, insanlar arasında ihtilafın fıtri oluşu, eşyada asıl olanın ibahe oluşu, toplumumuzun ve diğer toplumların tecrübelerinin itibara alınması, celb-i mesalih ve def’ul mefasid gibi kurallardır ki mefsedetlerden birisi de istibdattır. Devlet yönetimini elinde tutan yöneticilerin sapkınlıklarına karşı ferdi planda engel olma imkânı yoksa ümmetin içinden bir cemaat yahut çoğunluğun buna karşı durması zaruri olacaktır.”  

Yusuf el-Kardavi’ye göre de İslam devletinde siyasal partilerin bulunmasında şer’i bir engel yoktur. Çünkü şer’i yasak açık bir nassı gerekli kılar, oysa böyle bir nas yoktur. Belki de bu asırda bu durum bir gerekliliktir. Bir kişi ya da grubun uyguladığı istibdadın önüne bu şekilde geçilebilir. (s. 409)

Nahda’nın kuruluş bildirgesinde açık biçimde iktidarın bir kişinin eline bırakılarak “kişiselleştirilmesi” ilkesi reddedilmektedir. Sebep olarak da;

1- İnsan iradesi yok sayılmaktadır

2- Halkın gücü bir kenara itilmektedir

3- Ülke şiddet ortamına sürüklenmektedir.

Nahda’ya göre ideolojisi ne olursa olsun bütün halk güçlerine imkân verilmelidir. Medine Vesikası örneği üzerinden ve tarihte mezhep anlayışının Yahudi ve Hıristiyanları da kapsayacak şekilde geniş tutulduğu iddiası ile günümüzde komünistlerin ve laiklerin de bu çerçevede görülmesi gerektiği tolerans ve esnekliği savunulmuştur.

Siyasi çoğulculuğa İslam adına karşı çıkanların çelişkilerinin de vurgulandığı (s. 411) bu bölümde şu sorularla bu konuya netlik kazandırılmaya çalışılmaktadır:

1- Müslüman azınlıkların, yaşadıkları coğrafyalarda tüm siyasal haklardan mahrum kalmaları mı savunulacaktır?

2- Halkın sosyolojik olarak Müslüman olduğu ama şeriatın istenmediği coğrafyalarda Müslümanların tavrı ne olacaktır?

3- Özgür seçimlerde Müslümanlar çoğunluğu elde edemezse İslamcı parti nasıl davranacak? Kendi projesini tatbik için kuvvete ve silaha mı başvuracak? Siyaseti mi bırakacak? Yoksa halkı iknaya devam mı edecektir?

“Davet etme özgürlüğünün olduğu bir ortamda kılıç çekmek caiz midir?” gibi soruların da yer aldığı bu bölümde can alıcı bir soru da şudur:

“İslamcılar hâkimiyetlerinin meşruiyetini nereden almaktalar? Bizzat İslamcı olma sıfatından mı?” Genelde bu soruya verilen cevabın vesayetçiliği içerdiği vurgulanır. (Tıpkı Şiilerin terk ettikleri vesayet düşüncesinde olduğu gibi, diye eklenir. s. 413)

Cevabı aranan sorulara devam edilir:

“İslamcılar güçlerini halkın kendilerini tercih edip seçmelerinden mi alıyorlar?”

Soru şu şekilde çeşitlendirilir:

“Seçilmeleri vasiyet yoluyla değil, halkın seçimiyle. O halde bu açık bir tercih midir, yoksa alternatifi olmayan bir tercih mi?”

“En yüksek hâkimiyetin şeriat çerçevesinde ümmete ait olduğu”na vurgu yapan Gannuşi; “Şüphesiz gayrimüslimlerin Müslüman üzerinde velayet hakkı yoktur. Bu caiz de değildir -özellikle Müslümanlar çoğunlukta ise-” der.

Ümmetin ne haramı helal ne de helali haram yapma yetkisi olmadığına, ancak ümmetin içtihat ile ilgili gücünün oldukça geniş bir alanı kapsadığına vurgu yapar.

Devletin meşruiyet kaynağının ne olduğunun İslami hareket tarafından net olarak açığa kavuşturulması gerektiğinin altını çizen Gannuşi, “Meşruiyet kaynağı halk mı başka bir şey mi, bu net olarak açıklanmalıdır.” der. Cevap olarak da “Halktır ki, İhvan Mısır’da yarışa giriyor. (Barolar, sendikalar vb.) Komünistler, Hıristiyanlar ve laiklerle bu yarışa girmek bunu kabul etmektir.” diye ekler.

Siyasetin tıpkı Hudeybiye sonrasında olduğu gibi maslahatların temini, mefsedetlerin defi ve güç dengelerinin sağlanması adına davetçilere özgür alan yaratmak olduğunu vurgulayan Gannuşi, “Yararımıza olan şey onların da yararınadır; aleyhimize olan onların da aleyhinedir.” düsturunu dile getirir.

Gannuşi, maslahat mantığının realitede yarattığı sıkıntılara da değinir. Dinin sabiteleriyle de çatışmadan sorunları bu ilkeye göre çözme konusunun tıkanmalar da yarattığına dikkat çeker.

Öte yandan Gannuşi, Şeyh Mustafa Meşhur’un makalesinden de istifade ile şu hususların altını çizer:

- Çoğulculuğun reddi istibdat ve tuğyana yol açmaktadır.

- Siyasal partilerin İslam’a uyma şartı olmaksızın varlığı, istibdadın önlenmesi için şarttır.

- Bu konularda eski müelliflerin yazdıklarını aşan yeni yorumlar yapılmalıdır.

- Anlamı doğru olsa bile kalıplaşmış ezber sloganlardan kaçınılmalı. Bunlar insanların hayatlarına dokunmuyorsa, dokunacak şekilde geliştirilmelidir.

- Kur’an ve Sünnet devlet nizamı konusunda belirli bir şart koşmaz. (Şura, emri bil maruf, vb. dışında)

- Vahyin savunduğu siyasi değerler çoğulculuk kabullenilmeden (normal görülmeden) gerçekleşemez.

- Vasıtalar çağdan çağa değişir. (Ümmetin tuğyandan sakınması hususunda bu değerleri gerçekleştirecek araçlar)

İcma, Şura ve Teşriî

Bu konuda da Gannuşi’ye göre insanlık, icma kaidesini yeniden keşfetmeye ve ihya etmeye doğru gitmektedir. Tek olan sadece Allah’tır. Beşer ise farklı farklı, çeşit çeşittir. Bu nedenle çokluğu ve farklılığı birliğe ve ittifaka dönüştürmek için şura vardır. Yani şura diyalogun ve farklılıkları ortak değerlere, ittifaka dönüştürmenin aracıdır.

Amaç, farklılıkları koruyarak icmaya yaklaşmaktır. Allah’ın insanları farklı farklı yarattığını kabul edip sistematik bir çalışmayla ortak değerlerde ittifak etmeyi ve icmaya ulaşmayı hedeflemeliyiz.

Şuranın bağlayıcı olup olmadığı konusunu da tartışan Gannuşi, Takiyuddin Nebhani’nin “şuranın tavsiye olduğu” görüşünün devletin şahısta müşahhaslaşması anlamına geldiğini öne sürerek eleştirir. Veliyyul emrin müçtehit olması görüşünü de eleştiren Gannuşi, bunun hak nokta-i nazarında isabet etmede kendilerine bir üstünlük sağlamayacağını ifade ederek şura meclisinde müçtehit âlimler topluluğunun görüşünün tercih edilmesinin dayanağını sorar. (s. 183) Seçkin ulemanın ve şura meclisindeki halkın temsilcilerinin görüşlerinin (içtihatlarının) Tek Adam’ın eline terk edilemeyeceğini savunur. “İçtihatta isabet ederse iki sevap etmezse bir…”  anlayışını, latife ile “Sevap ve ecir devlet başkanına ama hata ve kusurların bütün sonuçları ümmete, bu durum devletin adalet ve güvenine sığar mı?” sorusuyla karşılar. Gannuşi, bu noktada Dr. Üstad Hallaf’ın Kurtuba’daki Şura Meclisi örneğini öne sürer ve ‘toplu içtihat’ı gündemleştirir. Sonuçta “Teşri ulemaya aittir.” görüşüyle, “Teşri sadece ayet ve hadis açıklamak değildir.” görüşlerini karşılaştırır ve “Teşri sadece ulemayla sınırlı bir gruba bırakılırsa içtihadın eksenini oluşturan amme/kamu maslahatı gerçekleşmiş olmaz!” sonucuna ulaşır.

Teşrinin kaynağının ümmet olduğunu savunan Gannuşi, şu tespitlerde bulunur:

“Ümmetin ilahi şeriat çerçevesinde ve onun hedefleri doğrultusunda bariz bir teşri görevi vardır. Hâkimiyet yahut çağdaş anayasal terminolojide egemenlik diye tabir edilen şey, teşri (yasama) gücünün esas anlamını ifade eder. Bu görüşün tabii neticesi şudur: İslam devletinde hâkimiyet yalnızca şeriata (yani kanuna) aittir. Nassın ve onun hedefleri çerçevesinde hüküm ve kurallardan ümmetin ortaya koymuş olduğu ve çıkardığı yol... Bazı İslam düşünürleri devlete ait güç kurumlarının kaynağının ümmet olduğunu tarihte ilk kez dile getirmiş olanların Müslümanlar olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir.” (s. 187)

Sınırlı çerçevede özetlemeye çalıştığımız ve Gannuşi’nin hayatının birikimi olarak nitelediği eserinde tartıştığı konuların irdelenip gündemleştirilmesi ve açılımlarının sağlanması bizim de önümüzde acil bir ihtiyaç ve sorumluluk olarak durmakta. Bu meyanda Mana Yayınlarına da bu değerli eseri Türkiyeli Müslümanlara ve okurlara kazandırdığından ötürü teşekkürler. Mezkur çabaların bereketlenmesi duasıyla…