İşkenceyi AB'ye Girsek de mi Kaldırsak Yoksa Girmeden mi Kaldırsak?

Şirin Paksal

Bir tarafta AKP Başkanı R.Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği'ne Türkiye'nin girebilmesi için Kopenhag kriterlerinin tamamiyle uygulanması gerektiğini ifade ederken, diğer tarafta Kopenhag Kriterlerini ülkenin yaşam kalitesinin yükselmesine vesile olmasından ziyade AB'ye girişte karşılarına yeni problemler çıkmaması için bu kriterlerin uygulanmasını isteyen bir grup. R. Tayyip Erdoğan'ın Kopenhag Kriterlerinin uygulanabilmesi konusundaki hassasiyetini anlayabiliyorum, lakin AB'ye giriş sürecindeki AB kıstaslarıyla çelişen T.C. yasalarının bu kıstaslara uygun hale getirilmesi aşamasında yukarıda değindiğim, ülke üzerinde etkin bir güce sahip olan grupların tavrını anlayamıyorum. Örneğin büyüklerimiz(!) açıkça beyan etmese de "AB'ye girmek için biz bu uyum yasalarını çıkaralım, nasıl olsa bunları uygulamayız" şeklinde gayri ahlaki bir tutum sergilediler. Tam bu dönemde aile bireylerimle oturmuş CNN Türk'te 32. Gün programını seyrediyordum. Program başlar başlamaz o inanılmaz görüntüler Tv ekranına peşi sıra gelmeye başladı. Program AB'yle görüşmelerimiz sürecinde Avrupalı yetkililer tarafından Türk yetkililerin en çok yüzüne vurulan utanç vesikası işkenceyi konu edinmişti. Program işkencenin Türkiye topraklarında tarihselliği sayılabilecek bir bilgilendirmeyle başladı. İşkence, Osmanlı Dönemi'nde Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle serbest bırakılmıştır. Konu gereği devlet sana işkence yapabilir fakat ölmemesine önem verirdi, işkence esnasında ölen sanık olursa ölenin yakınları herhangi bir hak talep edemezdi bilgisiyle programa giriş yapılmış oldu. Daha sonra Cumhuriyet Dönemi'nin işkence dosyası açıldı. Bir takım işkence haberlerinin ardından Türk solunun önemli isimlerinden Mihri Belli'nin söyledikleri bizleri çok duygulandırdı! "Polis, işkence yapacağı kadınlara mahrem yerleri görülmemesi için pantolon giydiriyormuş". Gerçekten kendi adıma hayatımda duyduğum en büyük rezilliklerden birine şahit oluyordum. Bir insan olduğunu iddia eden kişi başka bir insana işkence yapıyor, onun onuruyla alay ediyor. İnsanlık suçu işliyor ve bu arada bir takım namus ölçekleri koyuyor. Bu ruh hali acaba hangi psikolojik rahatsızlığın sonucudur? Bu iddianın hemen akabinde demokratik(!) Türkiye'nin sağlam temellere oturmasında büyük bir öneme sahip tarihi 12 Eylül işkencelerine muhatap olmuş başka bir şahsın söyledikleri ise Mihri Belli'nin söyledikleri üzerine şok etkisi yaratıyor üzerimizde. "Polis çırılçıplak soyuyor ve jop kullanarak tecavüze yelteniyor." Pes doğrusu! Bir canlı nasıl bu kadar alçalabilir diye düşünurken başka bir 12 Eylülzede'nin söylediklerine tanıklık ediyoruz. "Üç metre yerin dibinde kalıyorduk, yaşam koşulları hiç de İnsani boyutta olmadığından birçok arkadaşımız tifo, verem gibi hastalıklara yakalanmıştı. Bu sebeble koşulları protesto etmek amacıyla açlık grevlerine başlamıştık. Açlık grevinde saçlarımızdan tutarak yemek kazanlarını kafamızı sokuyorlardı. Hatta yemek yediğimiz dönemlerde yemeklerin içine fareler atılırdı, biz de bunları mecbur yerdik." Allahım bu ne vahşet... Sinirden bütün vücudumuzun gerildiğini hissettiğimiz anlarda laik, demokratik, çağdaş, hukuk devletinde Emniyet mensuplarının başvurduğu çeşitli işkence yöntemlerini öğreniyoruz: Filistin askısı, başa geçirilen poşetle hava alınmasının engellenmesi, yanan plastikten damlatma, aile bireylerinin önünde işkence, çırılçıplak soyup jopla tecavüz, soyduktan sonra ıslatıp mağdurun sırtına çıkıp sürüklemek, burun ve penise tel sokup çevirme, tuvalet ihtiyacına izin vermeme yüksekten atma... Rabbim sen kullarında rahmet duygusunun gelişmesine vesile ol... Bu yaşıma kadar duyduğum en kötü anı dikilmiş tabut içine sokulup yüksek voltajlı ışık altında elleri yukarıdan kelepçeli bir şekilde işkence gören kişinin anısıydı sanırım. Ey hayvanlara dahi acıma hissi veren Cenab-ı Hak neleri görüyor ve işitiyorsun. Bu anlatılanların üstüne bir işkence mağdurunun anlattıkları üzüntümün nefrete dönüşmesine sebeb oluyor. "İşkenceye uğrayandan daha fazla bilgi alınacağı düşünülüyorsa işkencede farklı bir taktik uygulanıyor. Falakada tabanlara krem sürülüyor, elektrik veriliyorsa kalbin bu baskıyı kaldırabilmesi için hap veriliyor. Böylece işkenceden daha iyi verim alınabilmesi sağlanıyor. Rahman ve Rahim olan Allahım böylesine vahşice tutumlardan sana sığınırım, sen bizi sırat-ı müstakim'den ayırma. Program işkencenin psikolojik yönlerine de ışık tutuyor. Uzmanlar işkence gören kişinin kendine olan güveninin azaldığını, bilinçaltında şiddetin yerleşmesi gibi sonuçların da alınabildiğini belirttiler. Tabii ki uykusuzluk, ciğerlerde rahatsızlık, kulak zarı yırtıkları, bel ağrıları ve daha birçok fizyolojik problemin de meydana gelmesine sebep oluyor işkence. Verilen istatistikî bilgiler ise utancın ötesinde. Son 22 yılda (12 Eylül 1980'den buyana) işkenceden 530 kişi öldü ya da öldürüldü. Sadece İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'nde çalışan 63 görevliye (15'i polis, 48'i amir) işkence yaptıkları gerekçesiyle dava açıldı. Bu şubede zaten 150 görevli var! Ya adalet mekanizmasında durum ne?

İşkenceciler sanığı öldürürse 11 ay ceza alıyorlar. Bu ceza da ertelenebiliyor. İşkenceciler sanığı, yaralar ise cüz'i miktarda tazminat ödemeye mahkum ediliyor. Peki aklı yerinde normal insanların yapamayacağı bu insanlık dışı anormal davranışları görevliler(!) neden yapar? Programda buna da cevap arandı:

1- Polise olayı "bir şekilde" çöz baskısı.

2- Polislerin amirlerine yaranma isteği.

3- Polislerin amirlerine mahcup olmama isteği.

4- Gelecek kaygısı.

5- Bilgi ve doküman olmadığı için işkence yapılarak suçun kabul ettirilmesi.

6- Amirlerin memurları gerektiğince denetleniyor oluşu.

7- Ailevi ve mesleki problemlerden yılınmış olması.

8- Aşın stres ortamında bunalıp deşarj oluşu.

9- Toplumsal olayda zor kullanmanın polisin insiyatifine bırakılıyor olması.

10- Ceza alma riski olmadığından rahatça işkence yapılması.

Şimdi Kopenhag Kriterlerine uygun yasaların (uygulanmaması kaydıyla) çıkartılmasını savunanlar ile işkencecilerin bir ilişkisi var mı diye düşünmek bana fazla görülmemeli.

Programın sonunda gözlüklerinin altından gözyaşı damlaları düşen yönetmenin şu sorusu olayın vehametini anlamamız için yeterli sanırım: "Bunlar bizim ülkemizde mi yapılıyor?" Evet bu insanlık suçu bu ülkede işleniyor. Maalesef birileri bundan yarar sağlayanları toplumun önüne hesap vermek için çıkartmadığı, bunları ifşa etmeyip cezalandırmadığı sürece bu böyle gidecektir. AB'ye girsek de girmese!; de işkencecilerin önü kesilmelidir. Avrupa için değil insanlık onuru için...