İnternet İcad Oldu, Demokrasinin Büyüsü Bozuldu

Bünyamin Esen

Demokrasinin ve Liberal Teorinin komünizm karşısında galibiyetini ilan ettiği bir dönemde, batı fikir arenasında konjonktürün zıddına -kimbilir belki de konjonktürün etkisiyle- bu kavramların tartışması yapılıyor. Batılı birçok düşünür artık ulus-devlet idealini yeni bir çağın imkanı olarak görmediği gibi, bilgi ve enformasyon çağında demokrasi, sivil toplum gibi kavramların da insana pek fazla bir şey ifade edemeyeceğine inanıyor. "Demokrasinin Sonu" kitabı da bu görüşe katılan yazarlardan biri J. Marie Gue'henno tarafından 1993'te yazılmış.

Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki, ulus-devlet yapısının ortaya çıkmasına neden olan ulusal ortak kader ve mekan birliği fikri fiilen ortadan kalkıyor. Maddesel olmayan ekonomiler (mikroçip örneği), güvenlik ve hukuk alanlarındaki uluslararası arayışlar (AİHM örneği), iletişim imkanlarının ulusal sınırları anlamsızlaştırması (internet gibi), globalizasyonla kültür ve siyaset arenasında ulusa! kaderin yokoluşu hep ulus-devlet yapısının nasıl gevşediğine işaret ediyor. Artık ulus-devlet kurumsal manada sorunlara -bürokratik engellerden başka- bir çözüm getiremiyor, olduğu gibi bu yapı içerisinde demokrasinin temelini oluşturan "toplumsal sözleşme'' teorisi özel çıkarlar lehine realitesini kaybediyor. Artık ulusal çıkarlar yerine, bireyin, firmanın, topluluğun (cemaatin) çıkarları geçiyor. Tam da bu düzlemde toplumsal ve bireysel çıkar çatışmalarından ortaya çıkan, ortak çıkarlar değil, uluslaşma sürecinin dağılışını ifade etmekte... Diğer bir deyimle Balı'nın yüzyılın başında kurumsallaştırdığı ve yüzyılın ikinci yansıyla birlikte tüm dünyaya dayattığı "Amerikan Tarzı Siyaset" veya "Liberal Demokrasi" anlamını fiilen yitiriyor.

Ulus birliğinin yerini daha küçük birlikteliklere yani mikro milliyetçilik, cemaatsel birlik yapılarına terkedişini, yazar bu yapının yoğun olarak görüldüğü bir yer olmasından esinlenerek ilginç bir terimle ifade etmiş: "Dünyanın Lübnanlaştırılmasi". Topluluk (cemaat) kimliği ile yurttaş kimliği arasındaki geriliminde ulus kimliği çökmüş ve azınlık, göçmen, varoşlar gibi alt kimlikler gündemleşmiştir.

Yazar, oluşmakta olduğunu söylediği bu çağın bir başka özelliğini de global ve ulusal bazda tek merkezli piramitsel yapının ortadan kalkıp yerine "imparatorsuz bir İmparatorluk" düzeninin geçirilmesi olarak açıklıyor. Artık dünyanın kontrolü ne güçlü bir imparatorluğun, ne de yeni dünya düzeninin hakimi ABD'nin çerçevesine sığmayan bir mahiyet arzediyor. Yerinde bir örnek olarak, Uzakdoğu'dan başlayarak dalga dalga tüm dünyaya yayılan son global krizi örnek gösterebiliriz. Krizi ABD istemiyor, Japonya istemiyor, AB istemiyor ve hiçbiri de krizin tek başına nedeni değil. Ancak modern çağın karmaşıklaşan ilişkiler örgüsü, ekonomik alanda da -ulus devlet içinde ve fakat onun kontrolü dışında- birçok mikro etkenin bileşkesi olarak global ekonomik krizler, global kültürler, global siyasetler yaratıyor. Yazar bu yapıyı ''fizik şemalarından ziyade biyoloji şemalarıyla düşünülmesi gereken" karmaşık ve çok unsurlu bir dünya olarak tanımlamış. Kitap boyunca yapılan "Gücün 'ilişkisel' olarak düşünülme denemesi" vurgusu da yorumu netleştiren başka bir temel.

"Doğabilimcilerin o basitleştirici büyük ağaç görünüşü yerini ilişkisel denilen veri tabanlarının Çok boyutlu modeline bırakır. Güçlü olmanın denetlemek ve emretmek demek olduğu hiyerarşik ve piramitsel yapı yerini; güçlü olmanın ilişki içinde olmak, bağlantı kurmak anlamını taşıdığı, gücün hakimiyetti' değil etkiyle ölçüldüğü, çeşitli biçimde bir araya gelebilecek iktidarın paylaştırıldığı bir yapıya bırakır" (İmparatorsuz Bir imparatorluk, s. 57).

Kitabın diğer bir çarpıcı vurgusu da bizim baştan beri tutarsız olduğuna kanaat getirdiğimiz demokratik özgürlük tanımını amansızca taşlaması. Demokrasinin üzerine kurulduğu toplumsal çatışma mitinin çözülmesi ve yerini "toplumsal denge"/"güçlülerin dengesi"ne bırakması artık insanların gizli bir kölelik bağı ile zincirlenmelerini ifade ediyor. Yüzyılın başında insanın özgürlüğü taleplerini ifade eden bu düzen artık sözde özgürlüklerden başka bir şey ifade etmemekte.

"...İmparatorluk çağı bir toplumun özgür insanlarla oluşmasına yönelik gereksinimini öncelikler sırasının bir yere yerleştirmez... Derin bir uykuya dalmış olan insanlar, Liliput'ların ülkesindeki Guliver gibidirler. Ağır zincirlerle değil, çok ince olduklarından görünmez gibi duran iplerle bağlanmışlardır..." (Görünmeyen Zincirleri. 66).

Kurumsal merkezin dağıldığı "şebekeler çağında" artık "bilgi" sadece önemli değildir, aynı zamanda "en etkin güç"tür de. Gücün ilişkisel oluşumu bunu zorunlu kılar. Kim daha fazla "biliyor"sa o daha fazla "güçlü"dür. Herhalde neden her şirketin, her kurumun, her devletin hatta her bireyin internet büyüsünden olabildiğince fazla faydalanmak işleğini şimdi daha iyi anlıyoruz.

Yazarın çizdiği bu tablo içerisinde kendi tanımıyla 'din'e de ufacık bir yer lütfettiğini görüyoruz. Dine biçtiği rol tam da bizdeki laiklerin resmettiği ''vicdanlarda hapsolmuş" bireysel ritüellerden öte hayata müdahale imkanı olmayan bir konumda. "Din denildiğinde artık bir aşkınlık içindeki inanç, bir tanrı değil, ilkeler, ama çok daha alçakgönüllü olarak bir dizi ayin ve deyini yerindeyse, bizim davranışlarımızı biçimlendiren -Amerika konusunda Tocqueville'in de dediği gbi- "gönül alışkanlıkları" anlaşılmalıdır.

Farklılığa yani kimliğe, şebekelerin acımasız mantığının bir alt ürünü olmaksızın inanma olanağını getiren dinler; kozunu, şeylerin ve insanların farklılığıyla oluşturan ama evrensellik konusunda iktidarsız bir çoktanrılı din". (Tanrısız Dinler, 83. s). Eh, ne de olsa böyle bir din kurumsal çöküş karşısında kitlelerin umudu olamaz, olmamalıdır da... Yazarın burada çöken sistemin oluşturduğu boşluğu anlatarak mazlumların umudu haline gelen İslam'ı da son derece utanmazca bu tanımın ortasına yerleştirmesi kitlelerin bakışlarını "hak din" yerine çöken bir batıldan, onarılmış daha iyi bir batı (!)a, müstağni akıl temelli rasyonalizm ve beşeri ihtirasların tanımladığı yeni bir özgürlük inşasına yöneltme çabasıdır. Yanlı tutumun boy göstermesi yazarın kitap boyunca yaptığı "Batı" tandanslı kavramların çöktüğü vurgusunun hiçte samimiyet ifade etmediğini ortaya çıkarıyor. Yazar "batı hegemonyası"nı eleştirmek, mazlum milletlere çıkış yolu ifade edebilmek değil tam anlamıyla kendi batılı ideolojilerinin aksayan yönlerini onarmak ve sömürüyü perçinlemek amacını gütmekte. Ulus devlet yapısı ve demokratik pratiğin çöküşünün itiraf edilmesi ancak bu düzenin kirli çarkları­nın arızalı parçalarının değiştirilmesi çağrısına işaret ediyor. "Ey sömürenler, şimdiye kadar halkları uyuttuğunuz ninnilerin büyüsü kayboluyor, yeri yöntemler icad edin ki uyanmasınlar" çağrısı bu...

Bu çerçeve içerisinde müslümanlara düşense hem müstekbirlerin Allah'tan müstağni yapısını iyi teşhis edebilip zaaflarını teşhir edebilmek, hem de aldatıcıların aldatmasına kanmadan kurtuluşun sömüren zihniyetin bir başka reçetesinde değil ancak "vahiy merkezli toplumsal inşa"da olduğunu kitlelere anlatabilmektir. "Demokrasinin Sonu" işte bu batıl sistemin işleyişini daha iyi teşhis etmemize yaptığı katkılardan dolayı okunmaya değer.