İktidarın Yargı Düzeni: Siyasetin Gölgesinde Hukuk!

Haksöz

Anayasasında ‘hukuk devleti’ olma iddiasını sürekli barındırmasına rağmen Türkiye’nin hukuk devleti olabilme vasfı ve yeterliliği hep tartışıla gelmiştir. Tam tekmil bir darbe atmosferinde kurulup şekillenen Cumhuriyet ilk döneminden itibaren her zaman etkili bir yargı mekanizmasına ve geniş çaplı bir kanun külliyatına sahip olmuştur olmasına ama mevcut işleyişin hukukla, hukuk düzeniyle, evrensel hukuk ilkeleriyle ne ölçüde bağdaştığına dair sorular da asla gündemden düşmemiştir.

Yazık ki devasa gelişmelere, ileri yönde atılan onca adıma rağmen bugün de Türkiye bir hukuk devleti olma vasfını taşımaktan ziyade hâlâ tipik bir kanun devleti görünümündedir. Konjonktürel yaklaşımlar, iktidar politikalarına göre şekillenen kararlar, mahkeme kararlarına yansıyan aşırı sübjektivizm, kamuoyu ve medya yönlendirmesine açıklık vb. hususlar bağımsız, adil ve vicdani temelde bir yargı zemininden hâlâ uzak, çok uzak olduğumuzun göstergeleri olarak karşımızdadır. Ve hatta son dönemde yaşanan gelişmeler bu zeminde ciddi bir gerileme, irtifa kaybı yaşandığının işaretleriyle doludur.

Kemalist Yargı: Resmi İdeolojinin Keskin Kılıcı

Kemalist hukuk düzeninin ne tür bir garabet işleyiş temelinde geliştiğini görmek için elde çok fazla veri olduğu muhakkak. Bu bağlamda kısaca hatırlatmak gerekirse İstiklal Mahkemelerine, Takrir-i Sükûnlara, İnkılâp Kanunlarına, oradan Yassıada hukukuna, darbe dönemlerinde işbaşı yapan askerî mahkemelere, sıkıyönetim yargılamalarına uzanan seyre dikkat çekmek yararlı olabilir. Ve yine sadece hafızalarımızda değil, bünyemizde de derin izler bırakan 28 Şubat brifing yargısının buram buram hukuksuzluk kokan kararlarıyla pekişmiş Kemalist yargı işleyişinin nasıl derin bir hukuksuzluk düzenini devam ettirdiğinin altını çizmek elzemdir.

Türkiye’de yargı mekanizmasının temel işlevinin hukuk ve adaletin tesisi değil, resmi ideolojinin muhafazası olduğu, bu bağlamda yargı bürokrasisinin, askerî bürokrasi ile birlikte Kemalist statükoyu koruma ve kollama çabasına odaklandığı bilinen bir husustur. Sistemin otoriter, buyurgan, muhaliflerini düşmanlaştırıp imhaya yönelen yaklaşım tarzı meşruiyetini resmi ideoloji doğrultusunda tesis edilmiş yasal mevzuattan alırken, işlerliğini de büyük ölçüde yargı mekanizmasından temin etmiştir. Bu bağlamda halkın inancına, kimliğine ve taleplerine yönelik karşıtlık ve öfke en net biçimde yargı kararlarına yansıyan tahammülsüzlükle kendisini açığa vurmuştur.

28 Şubat süreci bu olgunun iyice belirginleştiği, ayyuka çıktığı bir dönem olarak tarihe geçerken, tepkiler de buna paralel olarak yükselmiş, netlik kazanmıştır. Ve bu zeminde yaşanan siyasal-sosyal gelişmelerin neticesinde bir bütün olarak bürokrasinin oligarşik iktidarı sarsılırken, yargı mekanizmasının ayrıcalıklı yapısı da giderek kan kaybetmeye başlamış ve işbaşına gelen siyasi kadroların çabalarının da bir ürünü olarak kast sistemi dağılma sürecine girmiştir.

Kemalist Tahakkümden Gülenci Vesayete

Her ne kadar şimdilerde hep lanetli bir dönemin başlangıcı şeklinde resmedilse de 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşen referandumun bu kast sisteminin dağılmasındaki katkıları inkâr edilemez. Referandumla birlikte bilhassa HSYK ve Anayasa Mahkemesinin kompozisyonunda sağlanan değişiklik yargının bu döneme kadar ısrarlı bir tarzda yüklenmiş göründüğü Kemalist resmi ideolojinin muhafızlığı rolünü aşamalı biçimde terk etmesini getirmiştir.

Ne var ki kronik hastalığın tedavisi doğrultusunda sağlanan gelişme bünyenin tümüyle sağlıklı bir yapıya kavuşmasına yetmemiş, yeni rahatsızlıkların peyda olmasının önüne geçilememiştir. Müzmin, kokuşmuş yapının çözülmesiyle toplumsal talepleri karşılamaya daha açık ve daha çoğulcu bir yargı mekanizması üretmesi umut edilen yeni süreç beklendiği üzere bir yandan yargıyı eski kalıpların, prangaların tahakkümünden kısmen de olsa uzaklaştırırken, öte yandan yeni ve daha örgütlü bir vesayetin gölgesine sokmuştur. Bu süreçte yargı kadrolarını büyük ölçüde ele geçiren Gülenci yapı buradan aldığı güçle ordudan siyasete, ekonomiden üniversiteye kadar hemen her alanda iktidar ortağı konumuna oturmuştur. Daha sonra ‘kumpas davaları’ şeklinde adlandırılacak olan bir dizi dava bu iktidar ortaklığı konumunu pekiştiren temel araçlardan birini teşkil ederken, aynı zamanda seçilmiş iktidarın alanının da bir hayli daraltılmasının yolunu açmıştır.

Bu zaviyeden bakıldığında 17-25 Aralık 2013, çatışma potansiyeli son derece yüksek bu ikili iktidar yapısının kaçınılmaz bir şekilde çatladığının ilan edildiği tarihtir. Öyle ki bu çatlama ve çatışma hali 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle zirvesine çıkmış ve bürokrasideki örgütlülüğüne dayanarak fiilen iktidar ortağı olmaya soyunan Gülenci yapının açık intiharıyla sonuçlanmıştır.

Hukuk Devletine Talip Olmak Yerine Devletin Hukukuna Tâbi Olmak

Türkiye’de 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin bastırılması sonrasında darbeci yapının hem devletten hem toplumsal yapıdan tümüyle tasfiye edilmeye çalışıldığı yeni bir dönem başlamıştır. Önceliklerini ve tutumunu bu yeni döneme uygun olarak yeniden tanımlayan AK Parti/Erdoğan iktidarı 17-25 Aralık süreciyle start verdiği operasyonlarına büyük bir ivme kazandırmış ve olağanüstü hal uygulamasının sağladığı araçları da kullanarak kendisini tasfiyeye kalkışan Gülenci yapıyı toptan imhaya girişmiştir. Bu tasfiye-imha sürecinin öncelikli hedeflerinden biri söz konusu yapının yargıdaki yapılanması ve kadroları olurken, aynı zamanda yargı mekanizmasının harekete geçirilmesiyle dalga dalga yayılarak genişleyen operasyonlara girişilmiştir.

Darbe kalkışmasının üzerinden yaklaşık 1 yıla yakın bir süre geçtikten sonra dönüp baktığımızda gördüğümüz manzara ise hiç iç açıcı olmayıp, bilakis geleceğe dair ümitvar olmayı zorlaştıracak, imkânsızlaştıracak tablolar sunmaktadır. Evet, türlü ayak oyunlarıyla, kirli taktiklerle ve hak, hukuk gözetmeksizin yargı mekanizması üstüne adeta çökmüş bulunan Gülenci vesayet büyük ölçüde sonlandırılmış ama bu gelişme Türkiye’nin hukuk devleti olma vasfını geliştiren bir netice doğurmamıştır.

Bilakis, “kirli taktikler ve gizli ağlar geliştiren çok tehlikeli bir darbeci çeteyle hukukun genel ilkeleri çerçevesine sıkıştırılmış bir mücadele ile sonuç alınamayacağı” tezi hem siyasi, hem toplumsal zeminde meşrulaştırılmış, bu yönlendirme-dayatma yargı mekanizmasının işleyişine de aynen taşınmıştır. Darbe cürmüne, vahşetine, hukuksuzluğuna karşı devletin çözüm önerisi ne yazık ki hukukun sınırlarını zorlayan, hatta zaman zaman tümüyle rafa kaldıran uygulamalardan ibaret kalmıştır. Boyutları ve kapsamı ne kadar büyük olursa olsun her türlü suçla ancak hukuk kuralları içinde mücadele edilmesi gerektiği ilkesi yükseltilen devletçi atmosfer çerçevesinde düşünmeye şartlanan kesimlerce naiflik, işbilmezlik olarak kodlanmış, bu zeminde geliştirilen itirazlar, eleştiriler ise karşı karşıya olunan tehlikenin derinliğinden habersizlikle, aymazlıkla suçlanmıştır.

Efsanenin Dönüşü: Milli Güvenlik Paradigmasının Yeniden İnşası!

15 Temmuz gecesinden itibaren genel hukuk kaideleriyle bağdaştırılması imkânsız hadiseler adeta sağanak gibi yağarken, nereden nereye geldiğimizin muhasebesini yapmak giderek daha bir zorlaşmakta ve can sıkıcı bir faaliyete dönüşmektedir. Dün işkencenin sıfırlandığı bir Türkiye’deydik, bugün işkencenin hortlamasına televizyon ekranlarında şahitlik edebiliyoruz! Gözaltı sürelerinin kısaltılmasıyla övünen bir Türkiye’den uzun gözaltı sürelerinin kurala dönüştüğü; tutuklamanın bir tedbir olduğu kuralının unutulup adeta tutuklu yargılamanın esas olduğu bir Türkiye’ye geçiş yapmış bulunuyoruz. Hâkim ve savcıların tutuklama ya da serbest bırakma kararları verirken delilden, dosyadan, zanlı ve sanıkların pozisyonundan ziyade “hakkımda ne düşünülür” kaygısından hareket ettikleri; somut manada neyle suçlandıklarını bilmeden binlerce, on binlerce insanın zindanlara tıkılıp, adeta suçsuzluklarını ispata zorlandıkları; yetmezmiş gibi cezaevlerinde baskı ve dayatmalara muhatap kılındıkları bir Türkiye… Popülizmin en sığ örneklerinden biri olarak idam tartışmalarının meydanlara taşındığı ve cezaların geriye işletilebileceği iddiasının siyasilerce ciddi ciddi dillendirilebildiği bir ülke manzarası pek çok şeyi özetlemeye yeter aslında!

Bu eleştiriler, uyarılar dillendirildiğinde hep aynı tepkiyle karşılaşıyorsunuz: “İyi ama devlet kendini korumasın mı?” Korusun elbette, buna kim karşı çıkabilir? Devletin kendisini de vatandaşını da vatandaşının onurunu, özgürlüğünü, hakkını da koruması öncelikli görevidir! Ama bunun hukuk rafa kaldırarak yapılamayacağı da tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde çoktan anlaşılmış olmalıdır!

Gidişata dair itirazların yine sıkça şu tarz sorularla karşılanmaya, etkisizleştirilmeye çalışıldığı malumdur: “Tamam ama 15 Temmuz’da karşılaştığımız hadisenin vahametini görmezden mi geliyorsunuz? Devlet düzeninin direkten döndüğü gerçeği karşısında ek tedbirler almayı gereksiz mi görüyorsunuz?”

Demagojik bir tavra ve faydasız bir polemiğe dönüşme potansiyeli yüksek bu tür tartışmaları bir kenara bırakıp sadece önceki dönemlerde yaşanan hadiseler karşısında geliştirilen tutumları, devlet refleksi kavramıyla tanımlanabilecek yaklaşımları ve bugün tüm bunların ne mana ifade ettiğini düşünelim! İktidar pozisyonundakiler açısından karşılaştıkları tehditleri bastırma, etkisiz kılma noktasında hukuk kuralları çoğu zaman ayak bağı olarak görülmemiş midir? Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kimi zaman ‘irtica’, kimi zaman ‘bölücülük’ tehlikesini, kimi zaman devletin güvenliğine ve egemenlerin iktidarlarına karşı ortaya çıkan farklı tehditleri savuşturmanın bir yolu olarak baskı ve sindirme yaklaşımının tercih edildiğini ve hukukun her zaman bir engel olarak görüldüğünü bilmiyor muyuz?

Bu manada “içinden geçtiğimiz şu olağanüstü dönemde” diye başlayan kalıp cümlenin dünden bugüne nice yanlışı, haksızlığı, zulmü meşrulaştırmak için kullanıldığına bu topraklar şahit değil midir? Ve yine geçici olacağı varsayılan, arızi bir durum olarak savunulan hak ihlallerinin, yasaklamaların çoğu kez egemenlerin iktidarlarını sorunsuz sürdürme tarzına dönüştüğü, bir anlamda alışkanlık yaptığı, bağımlılığa yol açtığı gerçeği görmezden gelinebilir mi?

Adalete Dayanmayan Güvenlik Zorbalıktır!  

Unutmayalım ki İskilipli Atıf Hoca’yı hukuku katlederek İstiklal Mahkemelerinde düzmece bir yargılamayla sehpaya götürenler de bölücülük tehlikesiyle baş etme adına Diyarbakır Cezaevini cehenneme çevirenler de terörle mücadele adına köyleri boşaltarak-yakarak kitleleri varoşlarda sefalete sürükleyenler de 28 Şubat’ta ‘irtica tehdidi’ni savuşturma niyetiyle başörtüsünü yasaklayan, Kur’an kurslarını, imam hatip okullarını biçenler de hep aynı meşum mantıktan; devletin güvenliğini sağlamak için gerektiğinde her türlü zecri uygulamanın gerekli ve meşru sayılması gerektiği anlayışından hareket etmişlerdir.

Sonuç ortadadır! Güvenlik odaklı bir yaklaşım tarzını öne çıkartarak hakkın, hukukun, özgürlüğün ikincilleştirilmesine kalkışılması adaleti yaraladığı gibi, hiçbir zaman kalıcı manada bir güvenlik de sağlamamıştır. Bu yaklaşım tarzı, bu zihniyet sadece zulüm üretmiş; devleti de bir canavara dönüştürmüştür!

Tablo bu kadar açık ve netken, üstelik de bu ağır mirasla baş etme, devleti bu kirli gelenekten arındırma hususunda çokça çaba sarf etmiş ve bunda da ciddi manada başarı elde etmiş bir siyasi anlayışın ve kadronun karşılaştıkları tehditle mücadele adına eski devlet reflekslerine başvurması çok daha üzücüdür, yaralayıcıdır! Temsil iddiasında oldukları toplumsal kesimin de sırtına ağır bir yük yüklemek anlamına geleceği açık olan bu yanlıştan bir an önce dönmeleri sadece toplumsal adalet ve huzur açısından değil, kendi iktidarlarının devam edebilirliği açısından da elzemdir!