İki Melek, Zühre Kıssası ve Sihir

Harun Ünal

Kıssaya göre aslında iki melek veya melik olan Harut ile Marut yeryüzüne, insanların sahip oldukları özelliklere sahip olarak indirilirler. Bu iki meleğin başına dünya güzeli bir kadın yani Zühre musallat kılınır. Kendisiyle beraber olmak isteyen o iki meleğe, kadın, “Benimle beraber olmak için önce içki içecek, sonra şu çocuğu öldürecek ve ondan sonra da benimle olabilecekseniz!” der. Onlar da kadının teklifini kabul ederler ve istediğini yaparlar. Akılları başlarına gelince şaşkına dönerler, pişman olurlar, yaptıkları büyü ile kadını yükseklere, semaya çıkarırlar. Bugün Zühre yıldızı diye anılan yıldız, işte aslında bu kadındır.1

Kıssa bu şekilde anlatılmaktadır. Biz de bu kıssayı, önce ilgili kaynaklarında ele alacak ve sıhhat derecesi hakkında söylenenleri kayda geçirip, sonra sonuç olarak söylenmesi gerekenleri ve kanaatimizi sunacağız. Bu arada ilgili ayetleri, Bakara Suresinin 101-102. ayetlerini de ele alarak birçok kaynaktan araştırıp konuyu burada aktarmaya çalışacağız.

Bu kıssa ile alakalı olarak Suyuti, “ed-Dureru’l-Muntesire” eserinde şöyle diyor: “Bu rivayet, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, İbn Hibban’ın Sahih’inde yer almaktadır ve hadis sahih bir senedle rivayet olunmaktadır.” Suyuti devamla diyor ki:“Ben de derim ki: Bu hadisin birçok geliş yolu vardır ve bu, ‘et-Tefsiru’l-Müsned’ eserinde yer aldığı gibi aynı zamanda ‘Şifa Hadislerinin Tahrici’ adlı eserde de zikrolunmaktadır.”

Münziri diyor ki: “Bu olayın sahih olduğu rivayeti, bu hadisin Ka’bul Ahbar üzerinde mevkuf olan bir rivayet olduğudur. Ondan öteye geçmemektedir. Esasen rivayet sahih de değildir.”

Derviş el-Hut da “Esna’l-Metalib” adlı kitabında şu ifadelere yer veriyor: “Şihab İbn Hacer Heysemi’nin dediğine göre bu hadisin birçok geliş yolu bulunmaktadır. Tüm geliş yolları da bunun doğruluğunu, ilmî yönden ortaya koymaktadır. Çünkü bu kıssayı Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban ve Beyhakî sahih senedlerle rivayet etmektedirler.”

Ancak Fahruddin Razi, Beyzavi, Hazin ve Ebu’s-Suud gibi müfessirler ise “Bu rivayetin sabit olan bir nakle dayanması söz konusu değildir.” demişlerdir. Dolayısıyla bu kıssa ile ilgili olarak anlatılanlara itibar edilmemesi gerekir. Çünkü nihayetinde bu rivayetlerin varıp dayandığı kaynak Yahudiler olmaktadır. Oysa bu rivayetler de akla ve nakle dayalı delilerle çelişmektedir.”

Farklı kaynaklarda bu kıssa ile alakalı olarak yapılan değerlendirmeleri, nakilleri verdikten sonra, en son olarak Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserinde ve İbn Hibban’ın Sahih kitabında yer alan sözkonusu hadisi sunacağız. Sonuç bölümünde ise bu kıssa hakkında verilen bilgiler ve değerlendirmelerin ışığı altında kanaatimizi belirteceğiz.

Sehavi’nin “el-Makasıd” adlı eserinde ise konu hakkında şu bilgilere yer verilmektedir: “Ahmed b. Hanbel, Müsned adlı eserinde, İbn Hibban, Sahih isimli kitabında ve İbn Sünni de Amelu’l-Yevmi Ve’l-Leyle adlı eserinde ve daha başkaları da eserlerinde bu rivayete yer vermektedirler. Hemen hepsi de bu hadisi Musa b. Cubeyr yoluyla Nafi’den bu da İbn Ömer’den olmak üzere böylece merfu olarak rivayet olarak aktarmaktadırlar.

Musa b. Cubeyir’e gelince, İbn Ebu Hatim, bunu zikretmiş ise de ancak hakkında ne cerh yönünden ve ne de tadil bakımından olsun herhangi bir durumundan söz etmemiştir. Yani bu adam hakkında ne kötüleyici mahiyette ve ne de adil olduğu, iyi biri olduğu yönünde herhangi bir değerlendirmeden söz etmemiştir.

İbn Kattan ise Musa b. Cubeyr hakkında diyor ki: “Bu adamın durumu bilinememektedir.” İbn Hibban ise “es-Sukat” isimli eserinde “Bu kişi, kimi zaman yanılan ve kimi zaman da aykırı rivayetlerde bulunan biridir.” demiştir. Fakat bazen Muaviye b. Salih ona tabi olmuş, bu hadisi de benzer bir rivayet şeklinde Nafi’den rivayet etmiştir. Nitekim İbn Cerir Taberî de bu rivayete tefsirinde yer vermiştir. Sözkonusu bu hadisin baş tarafı şu ifadelerle rivayet olunmaktadır:

“Âdem (a), yeryüzüne indirilince, melekler dediler ki:

A!.. Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek bir yaratık mı var edeceksin? Oysa bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip duruyoruz.’dediler. Allah da kendilerine: ‘Sizin bilmeyeceğiniz şeyleri herhalde ben bilirim’ dedi.2

Bu defa melekler dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz sana karşı Âdemoğullarından çok daha itaatkârız.’ Allah da meleklerine şöyle buyurdu: ‘O halde melekler arasından iki melek yeryüzüne indirelim, bakalım hele, acaba ne yapacaklar?’ Melekler de: ‘Rabbimiz! Harut ile Marut’u indirin.’ dediler. Allah da o iki meleğe: ‘Yeryüzüne inin’ emrini verdi. Onlar için Zühre’yi de insanoğlundan en güzel bir kadın şeklinde yere indirdi.”

İşte bu hadis, bu rivayet böylece devam ediyor, içkiden, adam öldürmekten ve zinadan söz ederek son buluyor.

Ebu Nuaym da Amelu’l Yevmi Ve’l-Leyle adlı kitabında İsa b. Yunus yoluyla, kardeşi İsrail’den, o da Cabir’den, Cabir de Ebu Tufeyl’den, o da Ali’den rivayet ediyor. Ali demiş ki: “Resulullah (s) Zühre’ye lanet okudu.” ve “O Zühre iki tane meleği baştan çıkardı.” dedi. Nitekim İbn Sünni de yine Amelu’l Yevmi Ve’l-Leyle adını taşıyan eserinde bu rivayeti tahric etmiştir. Taberani ise aynı hadisi: “Allah, Süheyl’e de lanet etsin. Çünkü o Aşşar idi, öşür toplardı.” ilavesiyle rivayet etmiştir. Taberani bu ilaveli rivayeti İbn Ömer’e dayandırarak tahric etmiştir. Nitekim İbn Sünni de aynen bu şekilde Hammad b. Seleme yoluyla Eyyub’tan, bu, Nafi’den, o da İbn Ömer’den rivayetle aktarmıştır. Rivayete göre İbn Ömer, Zühre yıldızına baktığında, ona dil uzatır, hakarette bulunurmuş.

Osman el-Nehdî yoluyla İbn Abbas’tan gelen rivayete göre o, Zühre yıldızını kast ederek demiş ki: “O yıldız kendi kavmi arasında, Bizaht veya Bidaht diye anılırdı.”

Münziri de et-Terğib ve’t-Terhib adlı eserinde içkiden uzaklaştırma ile ilgili bölümde buna yer veriyor ve diyor ki: “Doğrusu burada sahih olan husus, bu hadisin Kaab’dan ileriye geçmediği ve onda mevkuf olarak kaldığıdır. Bu konuda Beyhakî de onun bu görüşüne tabi olmuştur. Beyhakî, bu hadisi eş-Şuab adlı eserinin 44. bölümünde ele alıyor. Beyhakî, bu rivayeti adı geçen kitabında, Ebu Huzeyfe tarikiyle Sevrî’den, o da Musa b. Ukbe’den, bu da Nafi’den, Nafi de İbn Ömer’den, o da Kaab’dan rivayetle verdikten sonra bir kıssa olarak aktarıyor ve: “İşte sahih olan husus bu hadisin Kaab’dan ileriye geçmediğidir, onun sözü olmasıdır.” diyor.

Bu arada aynı şekilde İbn Abbas hadisini de Ebu Cafer Razi yoluyla, Rebi b. Enes’ten bu da Kays b. Ubade’den böylece İbn Abbas’tan rivayet ediyor.

Dikkat edilirse Sehavi ilgili eserinde bu bilgileri bu şekilde verdikten sonra herhangi bir değerlendirmede bulunmadan, adeta sahih olduğunu ima ederek bitiriyor. Meseleyi Hz. Peygamber’e vardırmasa da konuyu Kaab üzerinde mevkuf bir söz olarak veriyor.3 Biz de ulaşabildiğimiz kaynaklardan farklı değerlendirmeler varsa, onları da aldıktan sonra elbette doğru olan değerlendirme üzerinde duracak ve bu konuyu böylece bitireceğiz.

Acluni’nin Keşfu’l-Hafa isimli eserinde de aşağıdaki değerlendirmeleri görüyoruz. Bu eserde konu ile ilgili yer alan baştaki ifadeler tıpkı Sehavi’nin el-Makasıd eserindeki gibidir. Buna dikkat çektikten sonra konuya geçebiliriz:

“Âdem (a) yeryüzüne indirilince, melekler dediler ki: A!.. orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek bir yaratık mı var edeceksin? Oysa bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip duruyoruz.’ dediler. Allah da kendilerine: ‘Sizin bilmeyeceğiniz şeyleri herhalde ben bilirim.’ dedi.4

Bu defa melekler dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz Sana karşı Âdemoğullarından çok daha itaatkârız.” Allah da meleklerine şöyle buyurdu: “O halde melekler arasından bana iki melek çağırın da bakalım hele bunlar ne yapacaklar?” buyurdu. Melekler de: “Rabbimiz! Harut ile Marut var ya!” dediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu iki meleğe, yeryüzüne inmelerini buyurdu ve her ikisini de insani özelliklere sahip iki insan şekline soktu. Bu arada Yüce Allah, Zühre yıldızını onlar için, insanlar arasında en güzel bir kadın şekline getirdi. Yeryüzüne inen Harut ile Marut adındaki bu iki melek gidip o kadınla beraber olmak istediler.

Kadın da o ikisine, “Önce siz şu kelimeleri söyleyerek Allah’a ortak koşun, siz o kelimeleri söylemedikçe Allah adına yemin olsun ki ben sizinle beraber olmam.” diye reddetti. O iki melek de: “Allah adına yemin olsun ki biz ebedi olarak asla Allah’a ortak koşmayacağız” dediler. Bunun üzerine kadın onların yanından ayrılıp gitti. Daha sonra yeniden dönüp o meleklerin yanına geldi. Fakat bu defa kadının kucağında bir çocuk vardır. Melekler yine onunla yatma teklifinde bulundular. Kadın da onlara: “Allah adına yemin olsun ki siz bu çocuğu öldürmedikçe ben sizinle beraber olmam” dedi. Bu defa melekler de: “Allah adına yemin olsun ki biz asla hiçbir zaman bu çocuğu öldüremeyiz.” dediler.

Daha sonra kadın, yeniden dönüp gelir. Ancak bu defa kadının elinde içki dolu bir kadeh/şişe bulunmaktadır. Yine o iki melek o kadınla beraber olma teklifinde bulundular. Ancak kadın: “Hayır, vallahi olmaz. Meğer ki siz şu içkiyi içerseniz, o takdirde dediğinizi yaparım.” der. Her iki melek de içkiyi içerler ve sarhoş olup kendilerinden geçerler. Bu arada kadınla ilişkiye girerler, çocuğu da öldürürler. Meleklerin akılları başlarına geldiğinde, kadın onlara: “Allah adına yemin olsun ki her ikiniz de daha önce sizden yapmanızı istediğim ve fakat sizin kaçındığınız o şeylerin hepsini yaptınız. İçkiyi içip sarhoş olunca, benimle ilişkiye girdiniz, çocuğu öldürdünüz ve Allah’a da ortak koştunuz” dedi.

Bu olay üzerine her iki melek, dünyada azap görme ile ahirette azap görme konusunda muhayyer bırakıldılar, seçim hakkı onlara verildi. Onlar da ahiret azabını değil, dünya azabını seçtiler.

Aclunî diyor ki: Bu kıssanın doğru olduğunu ileri sürenler arasında İmam Suyuti de bulunmaktadır. Bu bakımdan Fahruddin Razi ve Kurtubî gibilerin bunu doğru kabul etmemelerine itibar olunmaz. Çünkü bunlar rivayet ve dirayet bakımlarından hangi rivayetin sahih olduğunu ve hangisinin olmadığını bilenler mertebesinde olan kimseler değillerdir.

Hadisin son kısmı da yine Sehavi’nin adı geçen eserinde olduğu gibi bitmektedir. Görüldüğü gibi Aclunî de bu kıssanın doğru olabileceği fikrinin ağır bastığı yönü tercih etmektedir. Kurtubî ve Razi gibilerinin bu konudaki görüşlerini ise dikkate almamaktadır. Gerçi ileride konu hakkında kanaatimizi bildireceğiz ama şu kadarını belirtmekte yarar vardır. Her ne kadar bu kıssa ve benzerleri için olabilirlik tarafı ağır basıyor gözükse de bunların temel dayanaktan yoksun olduğu bilinmelidir. Çünkü insanlar ilim adamı da olsa birtakım kimselerin ve rivayetlerin etkisinde kalabiliyorlar. Bu itibarla biz doğruya bakmak ve ona itibar etmekle yükümlüyüz. Doğru olmayan bir şeyi, herkes tarafından kabul gören bir kimse tarafından da bildirilse, eğer o kimseler nebi ve resullerden değillerse, biz, onlar için: “Onların doğrulukları onlara kalsın, biz bu kıssaların doğru olmadığını kabul ediyoruz.” deme hakkına sahibiz.

Aclunî’nin ilgili eserini tahkik ve taliklerle hazırlayan Şeyh Yusuf b. Mahmud el-Hac Ahmed, 2871 numaralı bu kıssanın 2871 numara ile verilen dipnotunda şu ifadelere yer vermektedir:

“Merfu bir rivayet olarak bu, asılsızdır, bu manada bir hadis değildir. Esasen bu hadisin sahih olmadığının sebebi de el-Ferac b. Fudale’dir veya bu kişiden bu kıssayı alıp rivayet eden Süneyd b. Davud’dur.”

Şeyh Yusuf olarak ben de bu kıssa ile ilgili olarak diyorum ki: “Derviş el-Hut el-Beyrutî’nin Esna’l-Metalib isimli eserinde söylediği gibi hadis, oldukça birbirine yakın tariklerle farklı yollardan rivayet olunmuştur. Derviş el-Hut diyor ki: “Şihab İbn Hacer Heysemi bu rivayetle ilgili olarak; kıssanın sıhhat noktasından ilim ifade eden ve bilgi ortaya koyan farklı geliş yolları bulunmaktadır. Çünkü kıssa Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban ve Beyhakî gibi zatlar tarafından sahih isnadlarla rivayet olunmuştur.”

Fahruddin Razi, Beyzavi, Ebu’s-Suud ve Hazin gibi tefsir bilginleri ise “Bu kıssanın muteber bir nakil yoluyla sabit olduğu vaki değildir, sabit olmamıştır. Bu konuda sahihtir, diye gelen nakillere dayanıp güvenmemek gerekir. Çünkü bu rivayetler, sonuç bakımından varıp Yahudilere dayanmaktadır. Kaldı ki rivayetler akıl ve nakil bakımından da çelişki gösteren rivayetlerdir, akla da nakle de aykırıdırlar.” demektedirler.

Hafız İbn Kesir, Bakara Suresi, 102. ayetiyle ilgili olarak tefsirinde diyor ki: “Hadis dönüp dolaşıp nihayetinde geliyor ve Ka’bu’l-Ahbar’da noktalanıyor. Onun da dayandığı yer İsrailoğullarına ait kitaplar ve kaynaklardır. Allah en iyisini bilir.”5

Hafız İbn Hacer de Fethu’l-Bari adlı eserinde: “Harut ve Marut ile ilgili kıssa, hasen bir sened ile İbn Ömer’den gelmektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel bunu Müsned kitabında zikretmiştir. Taberî de bu kıssanın geliş yollarını ortaya koyma konusunda bayağı çaba göstermiştir. Kıssa ile alakalı olarak topladığı rivayetlerin, tüm geliş yolları açısından hepsinin bir arada birlikte ele alınıp değerlendirildiğinde kıssanın temel bir tutarlı tarafı, bir aslı olduğunu göstermektedir.” diye açıklama yapmaktadır.

Gerçi Kadı İyaz ve ona tabi olanlar gibi bazı kimseler, bu kıssanın batıl olduğunu söyleseler de kıssanın bir dayanağı vardır. Daha sonra Askalani sözkonusu el-Feth kitabında diyor ki meselenin özeti şudur: “Allah, melekler arasından bu iki meleğe, onları insan suretine sokarak şehvet özelliğini verdi. Bu, o iki meleği imtihan etmek içindi. Allah her iki meleğe de yeryüzünde hüküm verme, yargılama görevini yükledi. Böylece iki insan suretinde ve insanda olan nefsanî özelliklere sahip olarak yeryüzüne indiler, yeryüzünde bir müddet adaletle hükmettiler. Daha sonra güzel bir kadın başlarına musallat kılınarak yoldan çıkmalarına sebep kılındı. Bu yüzden insani özelliklere sahip olan Harut ve Marut adlarındaki bu iki melek cezalandırılıp tutuklandılar. Nihayet her ikisi de Babil’de bir kuyuda baş aşağı olmak üzere asılı vaziyette cezalandırıldılar.”6

Görüldüğü gibi Askalani olayın doğru olduğunu kabul etmekte ve bunun doğruluğunu kabul etmeyen Kadi İyaz gibilerinin görüşlerini de batıl addetmektedir. Askalani, rivayetin dipnotunda verdiğimiz kaynakta -ki bu kaynak Buhari’dir- Resulullah’a (s) büyü yapıldığını ifade eden hadisi aktarırken, orada bu olaya da yer verip kendisi yorum ve açıklama yapmaktadır. Fakat bu kıssanın, var olan hadislere ve hadislerin sıhhat noktasındaki değerlendirmelerine rağmen kabul edilebilir bir tarafı bulunmamaktadır.

Beyhaki’ye göre de hadis, Resulullah’a varmamakta ve fakat sadece Ka’bul-Ahbar’da son bulmaktadır. Bu nedenle o da sıhhati konusunda bir bakıma kuşkularını haklı olarak göstermiş olmaktadır.

Görüldüğü gibi burada da uydurma olan bu kıssanın doğruluğu, birçoklarınca kabul görür gibidir. İbn Hacer Askalani gibi biri bile böyle söyleyebilmektedir. Ama kıssa Kur’an gerçeğine aykırıdır, akla ve nakle de aykırıdır.7

İbn Hibban’ın da sahih olarak kabul ettiği bu rivayeti İbnu’l- Cevzî, el-Mevduat adlı eserinde rivayetin uydurma olduğunu belirterek zikretmiştir. Şuayb el-Arnavut da diyor ki: “Bu hadis, isnad yönünden zayıf ve metin bakımından ise batıl olan bir rivayettir.” Şuayb’ın dediği gibi bu hadis, uydurmadır, batıldır, aslı olmayan, akla ve Kur’an gerçeğine de aykırı olan bir rivayettir. Ancak işin üzen yanı Suyuti’nin, İbn Hacer’in, İbn Hibban’ın hadisi sahih kabul etmeleridir. Nitekim Aclunî ve benzeri kimselerin de bu konuda fazla açıklama yapmaksızın, adeta sahih kabul edenlerden yana bir tavır sergilemeleri, ilim adına yakışır bir şey değildir. Sonunda bunlar da insandırlar, kendilerine vahiy geliyor da değildir, bu nedenle yanılmaz da değillerdir. Kaldı ki bu ve benzerleri bazen kendi eserlerinde, kendileriyle çelişen hükümler ve ifadelere imza atmışlardır. Bu durumu Suyutî’de de görmek mümkündür.

Bu konuda şu noktaya dikkat çekmemiz gerekir: İslam âlimleri arasında, görüldüğü kadarıyla öteden beri bir teslimiyetçi durum ve ürkek bir hal bulunmaktadır. “Filan ilim adamı, şu kadar eser vermiş, ün salmıştır, gerçi birtakım düşüncelerinde yanlışlıklar ve sakatlıklar görülse de benim onlara itirazım halinde, onlar karşısında sadece gülünç konuma düşerim. Çünkü halk onları öyle kabul etmiştir. O halde benim de ses çıkarmamam ve gerektiğinde de onların yanlışlarına doğruluk onayını vermem daha iyi olur!” şeklinde düşünerek üzerlerine düşeni yapmamışlardır. Yapanlar da birçok iftiralara maruz kalmışlardır. İşte bir ilim adamı, hele bu kimse bir Müslüman ilim adamı ise her şeye rağmen gerçeği, bilebildiği ve elde ettiği bilimsel veriler ışığında, Kur’an, sahih Sünnet ve akıl süzgecinden geçirerek gereken itirazlarını ve kanaatlerini ortaya koymalıdır. Gerektiğinde tenkitlerini de yapmalıdır. Halktan çekinme ve kınanırım endişesiyle susmayı ve yanlışları onaylamayı yeğleyenler ya Allah’tan korkmuyorlar ya da dünyalık çıkarları için hakkı feda eden ve inkâra yönelen Yahudi hahamlarından çok da adi bir konuma düşmüş olurlar.

İşte bu kıssa da kim ne derse desin, adı ve unvanı ne olursa olsun, onların bunu tasvipleri, olayın doğruluğunu gerektirmez. Nitekim daha önce de İmam Suyutî (rh) hakkında ilim sahiplerini ne dediklerini dile getiren ilim adamlarının değerlendirmelerine, kitaplarımızda yer vermiştik. Bir örnek olsun diye bir aktarımda bulunalım. Bir rivayetle alakalı olarak İmam Suyuti şöyle diyordu: “Bu hadisin, isnadı gün gibi aşikâr da olsa, bunu kabul etmemiz asla mümkün değildir.” Evet, böyle bir cesareti göstermek gerekir. Orada böyle diyen bir Suyuti ve benzerleri, burada da bu hadisin şu veya bu tarikleri sebebiyle sahih olduğunu söylemelerine karşın, bizde, “Bu rivayetin isnadı gün gibi açık olsa bile, bunun doğru olarak kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur.” demekteyiz. Gerçeği en iyi bilen de elbette Yüce Allah’tır.

Melek veya Melik

Şimdi Bakara, 101 ve 102. ayetlerinin metin ve manalarını, 102. ayette geçen Harut ve Marut ile ilgili olarak tefsirlerden yaptığımız incelemeyi, iki melek veya iki melik konusunu ele alarak bu arada incelememiz çerçevesinde ayette geçen sihir ve fitne ifadeleri üzerinde de kısaca duracağız. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince Ehl-i Kitap’tan bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler. Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman sihir yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!”8

Konu ile ilgili olarak İbn Kesir’den bazı alıntılar yapacağız. İbn Kesir tefsirinde Bakara 102. ayetle ilgili olarak şu açıklamalara yer veriyor:

Hasan Basrî’nin (rh) de söylediği gibi, sihir Hz. Davud’un (a) oğlu Hz. Süleyman (a) döneminden önce de vardı. Bunun doğruluğunda herhangi bir kuşkuya yer yoktur. Çünkü sihir olayı Hz. Musa (a) döneminde de vardı. Kaldı ki Hz. Süleyman, Hz. Musa’dan sonra gelmiştir. Nitekim Yüce Allah, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

Musa'dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Nebilerinden birine, ‘Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım.’ demişlerdi.”9

Sonrasında Yüce Allah kıssayı aktarırken devamında şöyle buyuruyor: “Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona/Davud'a hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.”10

İbrahim Halil’den (a) önce gelen Salih’in (a) kavmi, Nebileri Salih’e: (إِنَّمَا أَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ) “Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin!”11 demişlerdi. Bu ayette geçen (مِنَ الْمُسَحَّرِينَ) ifadesi, meşhur kıraat açısından mana olarak (مِنَ الْمَسْحُورِينَ) anlamında olup bu da “büyülenmiş, çarpılmışlardansın” demektir.

Yüce Allah’ın “Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe/iki krala indirileni/iham edileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek/melik, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi.”12 mealindeki ayetin bu kısmına gelince, konu, İslam âlimleri arasında tartışmalıdır.

Kimileri ayetin “iki meleğe/krala indirileni/ilham edileni” anlamındaki (وَمَا أُنزلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ) ifadesinin başında yer alan (مَا) harfini, menfi/olumsuzluk anlamında değerlendirmişlerdir. Nitekim İmam Kurtubî, (مَا) harfini menfi/olumsuzluk anlamında bir kelime olarak değerlendirmekte ve bu harfin, menfilik anlamında olan ve bu ayette, bu cümleden önce geçen “Süleyman kâfir olmadı.” anlamında olan (وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ) cümlesindeki (مَا) harfi üzerine atfedildiğini ve dolayısıyla bunun da anlam olarak olumsuz manada olduğunu söylemiştir. Çünkü ayette “Süleyman kâfir olmadı.” anlamındaki (وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ) cümlesinin hemen peşinden ({عَلَى الْمَلَكَيْنِ} أي: السحر {وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزلَ}) “Lâkin şeytanlar, insanlara sihir öğretmekle kâfir oldular. Ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli o iki meleğe/iki melike sihir indirilmedi.”cümlesine yer verdi. Allah’ın lanetine uğrayası şu Yahudiler var ya, onlar, Cebrail ile Mikail’in sihri indirdiğini ileri sürdüler. Yüce Allah, böyle diyenleri bu konuda yalanladı. Dolayısıyla ayette geçen (Harut ve Marut) isimlerini, ayette geçen (الشَّيَاطِينَ) “şeytanlar” kelimesinden bedel yapmıştır.

Devamla diyor ki: “Bu sahih bir değerlendirmedir. Çünkü kimi zaman çoğul olan bir ifade, ikil bir manada kullanılabilir. Nitekim Yüce Allah’ın: (Eğer ölenin kardeşleri varsa) anlamındaki (فَإِنْ كَانَ لَهُ إِخْوَةٌ)13 ayeti, çoğul olduğu halde erkek ve kız kardeşler anlamında iki tarafı ifade eder. Burada da durum bu ayetteki gibidir. Ya da o ikisinin, Harut ile Marut’un tabileri varsa veya ikisi, azgınlıklarından ötürü onların aralarında bunu anlatıyorlardı, demektir. Buna göre cümlenin manası: “Babil’de Harut ve Marut, halka sihir öğretiyorlardı.” demektir. Daha sonra İbn Kesir diyor ki: “İşte yorum bakımından ayetin bu şekilde yorumlanması daha yerindedir ve daha sahihtir. Bu itibarla diğer görüşlere iltifat edilmez.14

Resulullah (s), Allah tarafından, Süleyman (a) hakkında kendisine indirilen vahyi ve Davud’un (a) oğlu Süleyman’ın da Allah tarafından gönderilen resullerden bir resul olduğunu anlatınca Medine’de bulunan Yahudiler: “Siz Muhammed’in söylediklerine şaşırmıyor musunuz! Baksanıza o, Davud’un oğlunun nebilerden bir nebi/peygamber olduğunu ileri sürüyor. Vallahi Süleyman, bir sihirbazdan/büyücüden başkası değildi.” demeye başladılar. Çünkü Yüce Allah bu konuda şu ayeti inzal etmişti:

Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman sihir yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular.”15

Kurtubî de İbn Abbas, İbn Ebza, Dahhak ve Hasan Basrî’den şu rivayeti aktarıyor: Adı geçen bu zatlar, ayette (Lam) harfinin fetha harekesiyle (وَمَا أُنزلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ) diye geçen ve (iki meleğe indirilene) anlamında olan bu ibareyi, (iki krala indirilene) anlamında olarak (وَمَا أُنزلَ عَلَى الْمَلِكَيْنِ) şeklinde (Lam) harfinin kesre harekesiyle kıraat etmişleridir.

İbn Ebza diyor ki: “Ayette geçen ve (iki melek) anlamında olan (melekeyn) kelimesindeki (Lam) harfinin kesre/esre harekesiyle (iki kral) anlamında (melikeyn) olarak kıraat olunması, bu iki kralın veya hükümdarın aynı zamanda iki peygamber de olan baba ve oğul Davud (a) ile Süleyman (a) peygamberler anlamında olacağıdır.” İmam Kurtubî de bu açıklamaya dayanarak diyor ki: “Bu durumda, ibarenin başında yer alan (مَا) mevsule/ilgi zamiri değil, nefiy/olumsuzluk harfi olur.”16

Selef ulemasının çoğu, ayette sözkonusu edilen iki meleğin, gökten yere indirilen iki melek olduğu görüşünü savunmuşlardır. Dolayısıyla o iki meleğin yeryüzüne indirilmesiyle olanlar olmuş, başlarına gelenler gelmiştir, demişlerdir.

Gerçi bu konuya dair Ahmed b. Hanbel tarafından Müsned adlı eserinde, merfu bir rivayet olarak, bir hadise de yer verilmiştir. O rivayete de burada yer vereceğiz. Bu rivayete göre konuyu değerlendirecek olursak, bu rivayet ile meleklerin masumiyetleri, hata ve günah işlemezlikleri hakkında sabit ve varit olan deliller arasındaki tezatı giderme ve aralarındaki ortak noktayı bulma babında şöyle diyebiliriz: “Bu iki melek ile ilgili durumu, bu konuda Allah’ın ilmine havale ederiz ve bu olay, sadece bu iki meleğe has bir özelliktir.” deriz. Böyle dediğimizde de artık rivayetle deliller arasında bir çelişki, bir tearuz ve tezat da kalmamış, ortadan kalkmış olur. Nitekim Yüce Allah’ın ilmi noktasından böyle bir durum, İblis hakkında da çok öncesinden geçmişti. Kaldı ki İblis ile ilgili olarak Yüce Allah “O, meleklerden idi.” diye ayetlerinde bu gerçeği dile getirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Bir zaman biz meleklere: Âdem'e secde edin! demiştik. Onlar hemen secde ettiler; yalnız İblis hariç. O, diretti.”17

İblis ile ilgili bu ve benzeri daha birçok ayet, buna delalet etmektedir. Şimdi İblis’in yaptıkları ile iki melek olarak geçen bu ikisinin yaptıkları dikkate alınınca, bu iki meleğin yaptıkları yanlış ve hata, lanetli İblis’in yaptığının yanında çok basit kalır.18

İmam Kurtubî, tefsirinde“Ali, İbn Mesud, İbn Abbas, İbn Ömer, Ka’bu’l-Ahbar, Süddî ve Kelbî’den bu rivayeti aktarırken, hadisin senedi sahih de olsa, hadis merfu bir rivayet de olsa, konu hakkındaki görüşleri, tartışmaları dile getirmiştir.” diyerek bu konuya dikkat çekmiştir.

İmam Ahmed b. Hanbel (rh) Müsned adlı eserinde, hadisi şu isnad zinciri ile aktarıyor ve diyor ki: Yahya b. (Ebi) Bukeyr, Züheyr b. Muhammed, Musa b. Cubeyr’den rivayetle bize hadis olarak aktardılar. O da Nafi’den, Nafi, Abdullah b. Ömer’den rivayetle hadis olarak anlattı. Nafi’nin dediğine göre Abdullah b. Ömer, Resulullah’tan (s) şöyle dediğini dinlemiş/işitmiş:

“Doğrusu Âdem’i (a), Allah yeryüzüne indirdi. Melekler dediler ki: Rabbimiz! Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.19 Melekler: Rabbimiz! Biz, ‘Âdemoğullarından daha çok sana karşı itaatkârız.’ dediler. Yüce Allah da meleklere yönelik olarak ‘Aranızdan bana meleklerden iki melek getirin de o ikisini yeryüzüne indirelim de bakalım ne yapacaklar, görün!’ Melekler de: ‘Rabbimiz, senin adına yemin ederiz ki Harut ile Marut, bu iş için biçilmiş kaftandırlar.’ dediler. Bunun üzerine her iki melek de yeryüzünde indirildiler. Her ikisine yönelik de beşer kadınlarının en güzeli şekline dönüştürülen Zühre o iki meleğin yanına gelir. İki melek, ondan yararlanmak, onunla beraber olmak isterler. Kadın/Zühre de onlara: ‘Vallahi, sizinle birleşmem mümkün olmaz. Meğerki Allah’a karşı şirk içeren şu ifadeleri kullanasınız, o zaman sizinle beraber olurum.’ der. Melekler: “Vallahi, biz, hiçbir şeyi asla Allah’a ortak koşmayız.” derler. Bunun üzerine kadın onların yanlarından uzaklaşır. Bir müddet sonra kadın, kucağında bir çocuk ile döner. Melekler yine onunla beraber olma teklifinde bulunurlar. Kadın da‘Allah adına yemin olsun ki siz bu çocuğu öldürmedikçe, ben sizinle beraber olmam.’ diye söyler. O iki melek de‘Vallahi biz o çocuğu asla öldürecek değiliz!’ derler. Kadın tekrar gider, bu defa elinde, içinde şarap bulunan bir kadehle/şişe ile döner. Melekler yine, onunla ilişkide bulunma teklifinde bulunurlar. Kadın/Zühre: ‘Allah adına yemin olsun ki siz bu şarabı içmedikçe ben sizinle birlikte olmam.’ der. Bunun üzerine her iki melek de şarabı/içkiyi içerler ve sarhoş olup kendilerinden geçerler. Bu arada kadınla cinsel ilişkide bulunurlar, çocuğu öldürürler. Melekler, sarhoşluktan kendilerine gelince, kadın o iki meleğe: ‘Allah adına yemin olsun ki sizden isteyip de yapmaktan kaçındığınız her ne var idiyse, ikiniz sarhoş olup kendinizden geçtiğinizde, istediklerimin hepsini de işlediniz.’ der. Bu olaydan sonra her iki melek de işledikleri suç yüzünden dünyada azap görmekle ahirette azap edilmek arasında muhayyer bırakıldılar. Harut ile Marut bunun üzerine dünyada azap edilmeyi seçtiler.”20

Ayetle ilgili bu kıssa şöyle aktarılmaktadır: “Şeytanlar sihir/büyü, aşk ve benzeri şeylerle ilgili tılsımlar, şekiller ve büyü yöntemlerini yazıp, bunu da Hz. Süleyman’ın en yakın arkadaşı, veziri ve kâtibi Asaf b. Berhiya tarafından sanki onun Süleyman’ın (a) ağzından yazdıklarıymış gibi göstererek, bunları Süleyman’ın tahtı veya musallası/namazgâhı altına gömerler. Hz. Süleyman bunlardan habersizdir. Allah, onun mülkünü elinden çıkarıncaya ve Süleyman vefat edene dek onun bunlardan haberi olmadı.

Kelbî diyor ki: “Hz. Süleyman vefat edince, şeytanlar hemen önceden tahtın altına gömdükleri o sihir yöntemlerini oradan meydana çıkardılar. Halka dönerek: ‘İşte Süleyman bu büyüler sayesinde sizi bugüne dek idaresi altına almıştır.’ diye propagandaya giriştiler. Halk da onları öğrenmeye koyuldu. Ancak İsrailoğullarının Allah için hareket eden ilim sahipleri ile salihleri, ‘Böyle bir şeyin Allah’ın ilmi olmasından Allah’a sığınırız.’ diyerek tepkilerini ortaya koydular. Yalnız ayaktakımından olanlar, ‘İşte Süleyman’ın sahip olduğu ilim budur!’ diyerek, onları öğrenmek için bu sihir bilgisine yöneldiler. Nebilerinin kitaplarını yani peygamberlerine gönderilen kitapları hiçe saydılar ve bundan böyle Hz. Süleyman’ı kötülemeye, bunu yaygınlaştırmaya çalıştılar. Nitekim hâlâ günümüzde de Yahudiler, İsrailoğullarının durumları olsun, davranış ve fiilleri olsun aynı şekilde devam etmektedir. Yüce Allah, Muhammed’i (s) resul ve nebi olarak gönderince, ona, Hz. Süleyman’ın beraatını dile getiren, onun bir büyücü, bir sihirbaz olmadığını belirten bu ayeti inzal buyurdu.”

İbn Kesir (rh)21 bizim de bazılarını aktardığımız birçok rivayete tefsirinde yer verdikten sonra şu özeti sunuyor:

“Harut ile Marut kıssası hakkında Mücahid, Süddî, Hasan Basrî, Katade, Ebu’l-Aliye, Zuhrî, Rebi’ b. Enes, Mukatil b. Hayyan ve daha başkaları gibi adlarını sayamadığımız Tabiun alimlerinden rivayetler yapılmıştır. Bu arada gerek mütekaddimîn yani çok önceden gelip geçen âlimlerden gerekse müteahhirîn, daha sonradan gelen âlimlerden olan müfessirlerden olsun birçokları bu kıssa ile ilgilenmişler ve eserlerine almışlar, haklarında görüş beyan etmişlerdir. Özetle demek gerekirse konu hakkında verilen tüm bilgi ve haberler, detay açısından varıp İsrailoğullarına dayanır. Oysaki konu hakkında sahih ve muttasıl olarak Resulullah’a (s) varıp dayanan bir isnadı yoktur. Kaldı ki Resulullah’ın (s) haber verdiklerinin tamamı, vahye dayanır. O, hakkında vahiy gelmeyen bir konuda söz söylemiş biri olmadığı gibi söyleyecek biri de değildir.

Görünürde Kur’an’ın olayı sevki, aktarması, herhangi bir şekilde bıkkınlık veren bir uzunlukta olan bir kıssa olmadığı gibi, fazla bir açıklamaya da gerek duyulmaksızın kısa ve özet bir bilgi verilmiştir. İşin iç yüzünü, hakikatini de ancak Yüce Allah bilir.”22

Kadî İyaz da (rh), Harut ile Marut hakkında şu bilgilere yer veriyor: “Konu hakkında haber ehlinin/tarihçilerin anlattıkları ve müfessirlerin aktardıklarına, Hz. Ali ile İbn Abbas’ın verdikleri haberlere yani o iki meleğin kadına karşı olan sevgileri, Allah’ın o iki meleği o kadınla imtihan etmesi, yaptıklarından ve işledikleri suçtan ötürü, sözkonusu iki meleğin cezalandırılmaları ve sihir/büyü hakkında gelen bilgilere göre, bilmelisin ki tüm bu rivayet ve haberlerle ilgili olarak Resulullah’tan (s) sahih olsun, sakim olsun hiçbir şey rivayet olunmuş değildir. Gelen haberlerin tamamı, kıyas yoluyla olan şeylerden ibaret bulunmaktadır.

Bunlardan Kur’an’da yer alanlara gelince, manaları hakkında aslında müfessirler anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Kaldı ki bu haberlerin bir kısmı, Selef alimlerinin birçoğu tarafından inkâr edilmiş, herhangi bir kabul görmemiştir. Aslında bu haberler Yahudi kitaplarından ve kaynaklarından ve onların iftira ve uydurmalarından alınmıştır. Kaldı ki konuya dair ilk ayetler, konunun delilleri olarak bu meseleyi dile getirmiştir. Burada Hz. Süleyman’a iftiralar var ve onun tekfir edilmesi var. Zaten kıssa çok büyük ve iğrenç bir durumu da içermektedir. İşte biz konu hakkında size bilgi sunacak ve ayette sözkonusu edilen anlaşılması zor gibi görünen problemlerin üzerindeki perdeyi de Allah’ın izniyle kaldıracağız.”23

Kadî İyaz bunları söyledikten sonra yapılan iftiraları ele alıyor ve bu iftiraların asılsız olduğunu dile getirmiş oluyor.

İbn Atıyye de kıssa hakkındaki rivayetleri anlattıktan sonra diyor ki: “Bu rivayetlerin tamamı zayıftır. Haktan uzaktır. İbn Ömer’in aleyhinde olarak onun adı kullanılmak suretiyle bu rivayetlere yer verilmiştir.24

Şeyh Cemaluddîn el-Kasımî de tefsirinde buna yer vermiş, aynı şekilde İbnu’l-Arabî, Ahkamu’l-Kur’an adlı eserinde,25 Kurtubî deel-Cami’ li Ahkami’l-Kur’an adlı tefsirinde buna yer vermiştir.26 Kurtubî bu arada Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inden ve farklı kaynaklarda yer alan rivayetlerden de alıntılar yapmıştır. Ancak rivayetlerin tamamı zayıf olan rivayetlerdir. Gerçi bu rivayetler sahih olan rivayetlerle olsun, melekler hakkında, onların masum olduklarına dair kesinleşmiş olan kurallarla çelişiklik göstermiyorlar. Ancak konu hakkında İmam Taberî, Sa’lebî ve Begavî suskun kalmışlar ise de gerçek bundan ibarettir.27

Sihir ve Fitne

Bakara 102. ayette yer alan sihir ve fitne kelimeleri hakkında da açıklama yapmamız gerekecektir. Yukarıda verdiğimiz bu ayet bağlamında ne gibi yorumlara yer verilmiş, bunları aktaralım, sonrasında da sihir hakkında bilgi vermeye çalışalım.

Ayette geçen “şeytanlar”ın, meşhur olan mutlak anlatımla cin şeytanları olmaları ihtimali yanında, insan şeytanları olmaları ihtimali de bulunmaktadır. Çünkü şeytanlaşan bu insanlar öylesine azgınlaşıp hak olan yoldan saptılar ki sonunda küfre girdiler, akla hayale gelmedik gizli işler/dolaplar çevirmeye başladılar. İşte bunun içindir ki Yüce Allah teşbih/benzetme misali ile onları da “şeytanlar” diye dile getirmiş oldu.

Nitekim ifadenin bu anlama gelebileceğine şu ayet de delalet etmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: (وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُواًّ شَيَاط۪ينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ) “Böylece biz, her nebiye/peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”28

Burada konuya dair karine veya ipucu, ayette geçen “Çünkü insanlara sihri/büyüyü öğretiyorlardı.” anlamındaki (يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ) cümlesidir. Çünkü burada ayet, onların sözkonusu büyüleri halka öğrettikleri açıkça ortada olduğunu gösteriyor. Kaldı ki bu cümleden hemen sonra gelen “Lâkin şeytanlar kâfir oldular.” (وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا) cümlesi de bu manaya delalet etmektedir. İşte ihbar, bir konuda bilgilendirme ve haber verme anlamında olan bu türden bir istidrak, bir açıklama, büyüyü öğretenlerin şeytanlar değil, insanlar olduğunu göstermektedir. Çünkü cinlerden olan şeytanların kesin olarak kâfir oldukları açıktır, ortadadır ve bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bilinen bir gerçeği yeniden haber vermenin, bildirmenin bir manası bulunmamaktadır, buna ayrıca ihtiyaç da yoktur.

Yine konu hakkında İbn İshak diyor ki: “Süleyman (a) ölünce, şeytanlar kasten hemen harekete geçtiler ve türlü türlü büyü çeşitlerini kaleme alarak şöyle demeye başladılar: ‘Kim, şöyle bir şey elde etmek istiyorsa, o halde o kişi, şunları ve şunları uygulasın.’ diyerek çeşitli büyü veya sihirle ilgili tılsımlar, efsunlar, işaretler kayda aldılar. Sonuna da Süleyman’ın (s) mührünü taklit ederek ona benzer bir mühür hazırlayıp, yazdıklarının altını mühürlediler ve bunları Hz. Süleyman’a nispet ettiler. Sonra da yazdıklarını bir yerlere gömdüler. Bunun sonrasında ise halkın arasında konuyu yayarak, Süleyman’ın (a) onu bir yerlere gömdüğünü dile getirdiler. Ancak kendilerinin, Süleyman tarafından o bilgilerin nerede gömülü olduğunu bildiklerini ve gömülü olan yeri de kendilerine gösterebileceklerini söyler oldular. Nihayetinde halkı o bilgilerin gömülü olabileceği yerlere, kendilerince yönlendirdiler. Halk, gömülü olan o yerlerden, sözkonusu kitapları ortaya çıkardı. Artık bundan böyle Yahudiler, ‘Süleyman meğer bir büyücüden başkası değilmiş, o şimdiye kadar ne yaptıysa bunlar sayesinde yapmıştır.’ diye halkın arasında bunları yaymaya başladılar.

Söylenenlere göre Asaf b. Berhiya, Hz. Süleyman’ın kâtibi olarak, kendisine verilen yazma emri gereği, hikmetli şeyleri kayda geçirir ve yazdıklarını da gelecek nesiller yazılanları bulup çıkarsınlar diye Hz. Süleyman’ın kürsüsünün/tahtının altına gömerdi. Süleyman (a) ölünce, insan şeytanları, tahtın altında gömülü bulunan yazıları çıkarmak için hemen harekete geçtiler. Buldukları o kitap satırları arasına sihri ve küfrü gerektiren şeyleri yazdılar. Böylece hepsini Hz. Süleyman’a nispet ettiler. Artık bundan böyle Yahudiler, ‘Süleyman kâfir idi.’29 der oldular.

Süleyman (a), Yehuza’nın torunlarından olan Yesi’nin oğlu olan Davud’un (a) oğludur ve kendisi İsa’dan önce 1032 yılında dünyaya gelmiştir. Hz. Süleyman’ın vefatı ise İ.Ö. 975 yılında Orişelim kentinde babası Hz. Davud’un vefatından (İ.Ö. 1014) sonra gerçekleşmiştir. Davud (a) kendi döneminde hem nebi/peygamber idi hem de İsrailoğullarının kralı idi. Hz. Süleyman döneminde ise İsrailoğullarının mülkü/krallığı oldukça büyüdü. Beytu’l-Makdis’te mescid inşa edilmesi emrini verdi. Kendisi hem kral, hem nebi/peygamber idi, hakîm/bilge bir kişi olmasının yanında aynı zamanda şairdi. Ülkesi için çok büyük bir donanma, deniz filosu sağlamıştı. Deniz aşırı ülkelere gemilerle yolculuk yaparlardı. Doğu Afrika’nın en uzak noktalarına dek ulaşabilen bir güce sahip bulunuyordu.30

İbn Aşur’un belirttiğine göre, ayette sözkonusu edilen ‘şeytanlar’ ifadesinden kasıt, Yahudi din adamları olan hahamlardır. Çünkü bu takdirde sözkonusu olan bu hüküm, Yahudilere özgü olan hal ve davranışlardan ileri gelen bir durum idi. Yahudiler kendi kitaplarında Birinci Krallar dönemi bölümünde Hz. Süleyman’dan söz ederlerken, onun küfre girdiğini ve Mısırlı hanımlarının etkisiyle Mısır tanrılarına taptığını ileri sürmekte olduğunu dile getirmiştir.”31

SİHİR

Sihir Ya da Büyü: Hokkabazlık, göz bağcılık gibi birtakım el çabukluğuna bağlı hareketler ve gizli birtakım hile ve tuzaklar söz konusu olup insanların, üzerlerinde etki bırakan birtakım gizli güçler olduğu zannına kapılmalarına sebep olan yanıltıcı ve aldatıcı şeylerdir. Kaldı ki etki konusu gizlidir. Nitekim Yüce Allah bir ayetinde şöyle buyuruyor:

“Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de ‘Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır.’ derler.”32 Dikkat edilirse bu ayette de sihir, “Gözlerimiz boyandı, bize büyü yapılmıştır” diye ifade edilmiştir. Demek ki büyü yani sihir, gerçeğe dayanmayan, göz boyamaya dayalı olan el çabukluğu ile ilgili bir şeydir. Bunun içindir ki sihir, mutlak bir anlatımla aldatma anlamında da kullanılan bir kelimedir. Nitekim bir çocuğun veya bir bebeğin eline verilen güzel bir oyuncak sebebiyle çocuk o kadar sevinir ki çevresindekiler: “Çocuk adeta büyülendi!” diye söylerler. Demek ki sihrin ya da büyünün gerçekte bir değeri yoktur, çünkü hile, tuzak ve aldatmaya dayalı olan bir şeydir.

Sihir olayının çok eski medeniyetlere, uygarlıklara dayanan bir geçmişi bulunmaktadır. Sihrin, büyünün Keldanilerle Babilliler arasında oldukça yaygın olduğu bilinmektedir. Nitekim Mısırlılar arasında da özellikle (İ.Ö. 3951-3703) dönemleri arasında firavunların beşinci ve altıncı aileleri çağında büyü çok yaygın halde idi. Arap toplumları arasında da sihir konusunda çok geniş hayallerle konunun ele alındığı bilinen bir gerçektir. Bir alıntı ile sihir konusunu kapatalım:

“Eski kavimlerin çoğu sihre inanırlardı. Bu yüzden sihir, dinî inançlarla tamamen karışmış durumda idi. Bu sebeple sihirbazlar halkı kandırıyorlardı. Sihir çeşitleri şöyledir:

(1) Keldânîlerin sihri: Bunlar yıldızlara taparlar, kâinatı idare edenlerin yıldızlar olduğunu, hayır ve şerrin onlardan geldiğini, semavî güçlerin yerdeki güçlerle birleşmesi sonucu mucizeler meydana geldiğini söylerlerdi. Bunları irşat için Allah, Hz. İbrahim’i gönderdi. Bunlar da kendi aralarında üç fırka idiler:

a) Eflâk ve yıldızların ebedî olduğunu söyleyenler ki onlara ‘Sâbie’ denilir.

b) Eflâkin ulûhiyetine inananlar... Bunlar, her felek için yerde bir put yapmış ve ona hizmet etmiş putperestlerdir.

c) Eflâki ve yıldızları yaratan birisi olduğunu ve bunun onlara yeryüzünü idare etme hakkı verdiğini söyleyenler... Bunlar yıldızları aracı kabul ederlerdi.

(2) Ruh gücüne dayanılarak ortaya konan sihir: Buna göre insan ruhu tasfiye ile icat etme, öldürme, diriltme, bünye ve şekilde değişiklik yapma gücüne ulaşır.

(3) Ruhanî varlıklardan faydalanılarak yapılan sihir: Bu da muska yapmak ve cinlerden yardım almak gibi şekillerle uygulanır.

(4) Göz boyamak şeklinde yapılan sihir: Hokkabazlık, el çabukluğu ve benzeri davranışlar gibi.

İslâm âlimleri, sihrin birinci ve ikinci şekline inananların kâfir olduklarında ittifak etmişlerdir. Ancak ayette bildirildiği şekilde, yaratıcının Allah Teâlâ olduğuna inanarak ve kötülükte kullanmamak şartıyla sihir ilmini öğrenmekte beis yoktur. Yahudiler arasında büyü yaygın idi. Bu yüzden Hz. Süleyman’ın büyük bir büyücü olduğunu, hükümdarlığı büyü ile elde ettiğini, hayvanlara ve cinlere büyü ile hükmettiğini söylerler ve buna inanırlardı. Hz. Süleyman Kur’an’da peygamber olarak tanıtılınca ‘Muhammed Süleyman’ı peygamber sanıyor, hâlbuki o bir büyücüdür.’ dediler.”33

Resulullah (s) da “Doğrusu bazen öyle sözler var ki insanın aklını başından alacak derecede büyüleyicidir.”34 diye buyurmuştur.

FİTNE

Fitne: Bu kelime öyle bir lafızdır ki birçok manayı kapsamaktadır. Dolayısıyla hastalıklar, ıstıraplar, huzursuzluklar, mal ve can ile ilgili meydana gelebilecek olan adaletsizlikler türünden olan şeyler, kanun ve nizam tanımaksızın rahatsızlık oluşturan her şey fitne ifadesi içerisinde yerini alır. Bu kelime kimi zaman genellik ifade eder, kimi zaman da özellik içerir. Duruma göre kelime neye izafe edilirse, onunla ilgili fitne ve huzursuzluk, adaletsizlik akla gelir. Örneğin mal fitnesi, dinde meydana getirilen fitneler bu neviden fitnelerdir.

Fitne kelimesi aynı zamanda denemek, imtihan etmek, sınamak, elekten geçirmek, ince eleyip sık dokumak, özü, posadan ayırmak manalarını da içerir. Nitekim altın madeninin ateşte eritilerek posasından ayrılmasına da fitne denir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitne/imtihan sebebidir.”35

Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik.”36

Fitne çıkarmak/terör estirmek adam öldürmekten daha kötüdür.”37

Nitekim el-Cessas Ahkamu’l-Ayat adlı eserinde fitneyi, “Bir şeyin durumunun ve vaziyetinin hayır/iyilik ve şer/kötülük açısından ortaya çıkması, açığa vurulmasıdır.” diye açıklamaktadır.

O iki meleğin ya da kralın halka: “Biz ancak bir fitneyiz, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız.” cümlesinde yer alan (اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ) “Biz ancak bir fitneyiz.” ifadesi, oldukça abartılı bir anlam içermektedir. Çünkü halkın sihir ve büyü gibi şeylere inanarak yanlışa sapmaları, sihirle ilgili bilgileri öğrenme çabalarına girişmeleri sebebiyle, adeta onların kendileri fitne mekanizması haline gelmiş olmaları anlamında çok tehlikeli bir durumun oluşmasına, bela, felaket ve musibetlerin yaygınlaşmasına neden olabilecek bir yok oluşa gidiş olmaktadır. Nitekim çağımızda geliştirilen ve elde edilen buluşlar, bilgisayarlar kanalıyla gönderilen virüslerin neden olduğu ve olacağı büyük felaketler de fitne kavramı içerisinde yer alır. İlim, iyi ellerde çok güzel hizmetlerin ve yararlı işlerin meydana getirilmesine yaradığı gibi kötü ellerde de bu, fitnelere, felaketlere ve yıkımlara sebep olabilir, nitekim olmaktadır. Bunların tehlikelerinden korunabilmek için de buna bağlı yan bilgileri öğrenmenin herhangi bir sakıncasının olmamasının yanında bu, belki birçok hayırlı hizmetlere de kapı açar.

Dolayısıyla ayetin bu kısmının sonunda (فَلاَ تَكْفُرْ) sihri, büyüyü kötülük için öğrenmenin küfür olduğuna dikkat çekilmektedir. “Sakın sihri öğrenerek hem kendin küfre girme hem de başkalarının küfre girmesine sebep olma!”

İşte meleklerin veya iki kralın, iki salih kimsenin sihirle ilgili ilmi öğretmelerini, zaten çok yaygın hale gelmiş olan ve fitne denecek dereceye ulaşan bu salgın hastalığın önüne geçilmesi maksadıyla, Yüce Allah’ın, onları bununla görevlendirdiği şeklinde de yorumlayanlar bulunmaktadır. Ben de kanaat olarak bu görüşe katılmaktayım. Nitekim Keşşaf müellifi Zemahşerî de “Sakın küfre girme.” anlamındaki cümleyi, “Sihrin, büyünün hak olduğuna inanarak sihir ilmini öğrenmeye sakın kalkışma, çünkü böyle bir inanç ile sihir ilmini öğrenmek küfürdür.” diye açıklamaktadır.

Bu arada 101. ayetle ilgili bazı açılamalara değinmeden geçemeyeceğim. Çünkü bu ayette Rabbimiz “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir resul/elçi gelince Ehl-i Kitap’tan bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler.” buyurmaktadır.

Bu ayet, Yahudilerin bir başka özelliğinden de söz etmektedir. O da bunların batıl olan birçok yollara sapmalarının yanında, bir de hak olarak gönderilen kitabı arkalarına atmaları, hiçe sayıp dikkate almamalarıdır. Burada sözkonusu edilen kitap Kur’an’ı Kerim’dir. Çünkü Yahudilerin, karakterlerine uygun olarak tüm peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara karşı sergiledikleri tavır açıktır, ortadadır. Kendi kitaplarına karşı olan tutumları ortada olduğu gibi diğer peygamberlere gönderilenlere karşı da inkârcı bir tavır içinde idiler. Nitekim Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra kendilerinin uydurdukları sihir içeren kitapları gündeme sokmuşlar, Hz. Süleyman’ı büyücü olarak yaymaya çalışmışlar. Bu sapık inançlarını, Resulullah (s), resul olarak gönderilene ve Kur’an’ın Hz. Süleyman’ı temize çıkarıp onun bir büyücü olmadığını açıkça bildirene dek hep sürdürmüşlerdir ve ne yazık ki hâlâ da sürdürmektedirler.

Ayetler onların hile ve tuzaklarını ortaya çıkarınca bu defa İslam’a, Kur’an’a, Resulullah’a (s) ve Müslümanlara karşı düşman kesilmişler. Bugün de hâlâ o düşmanlıklarını ve fitnelerini, seçilmiş kavim yalanları ve ta kıyamete dek kendilerine vadedilmiş topraklar uydurmalarıyla aynen devam ettirmektedirler. İşte bu iki ayetin (2/101-102) asıl dikkatimizi çekmek istediği nokta burasıdır. Bu amaçla onların sihir dâhil daha ne gibi yol ve yöntemler deneyeceklerine de Rabbimiz dikkat çekmekte ve bizi bu konuda uyarmaktadır.

Sonuç

Konuyu özetleyecek olursak şu hususları kardeşlerimizin dikkatlerine sunmak isteriz.

1- Rivayetlerin varıp dayandığı son kişi Yahudi Ka’bul Ahbar’dır. Bundan öteye, Resulullah’a varıp ulaşan bir rivayet değildir, sahih olması ise asla sözkonusu bile değildir.

2- “Suyutî, Aclunî, İbn Hacer Askalanî gibi zatları ileri sürerek, bunların hadisler hakkındaki değerlendirmeleri, hadis otoriteleri olmaları hasebiyle söylediklerine itibar olunur ve fakat Razî, Beyzavî, Kurtubî, Kadı İyaz ve benzerlerinin rivayet hakkında ileri sürdüklerine itibar olunmaz, çünkü bunlar hadis hakkında otorite değildirler!” diyerek aşağılayan zevatın bu görüşlerine sadece acı bir tebessümle karşılanır.

Oysa Aclunî’nin ilgili eserinde olduğu gibi“Rüyada Resulullah’ı görüp ondan hadis rivayet olunabilir.” hatta “Rüyada Resulullah’ı (s) görmek, sahabî olma vasfı kazandırır!” diyen zihniyetlerin nesine güveneceğiz? İmam Suyutî’nin gerek tefsiri hakkında olsun gerekse Camiu’s-Sağir adlı hadis kitabı olsun, bu eserlerine sadece sahih rivayetleri aldığını, mevzu ve zayıf hiçbir rivayete yer vermediğini söyleyip mevzu rivayetlerle ilgili yazmış olduğu “el-Leali …” adlı eserinde de mevzu diye kaydettiği rivayetlere ne diyeceğiz? Elbette bu insanların bize bıraktıkları çok değerli ve önemli eserleri de vardır. Böyle eserleri var diye onları la yuhti/hata işlemez kabullenmek en büyük hatadır. Konuya dair verilecek çok örnek olmakla beraber sadece bununla yetineceğiz.

3- Bu rivayete yönelttiği tenkitler sebebiyle Kadi İyazve benzerlerinin, bunlar hadis bilmezler diye dışlanıp tu kaka edilmeleri ilmîliğin nesine uyar?

4- Hadisin ravilerinin Buharî ve Müslim’in kendilerinden hadis rivayet ettiği ravilerden olmaları, o rivayetin sahihliği için bir delil midir? Bu raviler ne kadar sikadır diye söylemiş olsalar bile gökten zembille inmiş masum kişiler midir? Yoksa haklarında vahiy mi bulunmaktadır? Resulü’nü kitabında uyardığı halde, bu ravileri günahsız, suçsuz ve masum kabul etmek en başta Yüce Allah’a karşı inançlarında bir zaaf olduğunu gösterir. Hiçbir hadis kaynağı yoktur ki sahihlerinin yanında içinde zayıf ve mevzu rivayetlerin de yer aldığı olmamış olsun.

5- Kadi İyaz, Şeyh Cemaleddin el-Kasımî, İbn Atıyye ve benzerlerinin eserlerinde bu rivayeti tenkit etmelerinden ötürü, bunların hadis bilmediklerini söyleyerek dışlamaya gayret ve çaba göstermenin ne anlamı olabilir ki? Güneş hiçbir zaman balçıkla sıvanmaz ve gerçeklerin de hiçbir zaman üstü kapalı kalmaz.

 

Dipnotlar:

1- M. Derviş el-Hut, agk s:312, h:1642; Suyuti, ed-Durer, h:494, s:222; Sehavi, Makasıd, h:1274, s:462; Aclunî, Keşfu’l-Hafa, h:2871, 1/396–397; Mevariduzzem’an, 425; İbn Sünni, Amelu’l-Yevmi Ve’l-Leyle, 244; Münziri, et-Terğib ve’t-Terhib, 3/111; Taberî Tefsiri, 2/427 vd.; Temyiz, 180; ed-Durru’l-Mensur, 1/97; Ahmed b. Hanbel, Müsned, h:6178, 2/134; İbn Hibban, Sahih, h:6153, 3/4

2- Bakara, 2/30

3- Sehavi, el-Makasıd, h:1274, s:462-463. Harut-Marut ve Zühre kıssası başlığı ile görülebilir.

4- Bakara, 2/30

5- Ayetle ilgili geniş araştırmamızı aşağıda, bu konu içerisinde göreceksiniz.

6- İbn Hacer Askalani, Fethu’l-Bari, Tıp, 47, h:5763, 3/2557–2558

7- Bütün bu farklı değerlendirmelerle ilgili kaynaklar, maddenin baş tarafında dipnotta gösterildi. İsteyenler o kaynaklara da bakabilirler.

8- Bakara, 2/101-102

9- Bakara, 2/246

10- Bakara, 2/251

11- Şuara, 26/153

12- Bakara, 2/102

13- Nisa, 4/11

14- İbn Kesir, Bakara, 102. ayet tefsiri.

15- Bakara, 2/102. Ayrıca bkz: İbn Kesir, Tefsir, ilgili ayet. İbn Aşur, Tefsir, ilgili ayet

16- Bkz: İbn Kesir, Tefsir, Bakara, 102. ayet tefsiri

17- Taha, 20/116

18- Bak: İbn Kesir, Tefsir, Bakara, (102.) ayet tefsiri.

19- Bakara, 2/30

20- Ebu Hatim b. Hibban, “Sahih” adlı eserinde Hasan’dan ve Süfyan’dan, Ebu Bekir b. Şeybe’den, Yahya b. Bukeyr’den bu ifadelerle hadis diye aktarılan bu sözleri rivayet etmiştir.  Bu, “Garib” bir hadistir. Ricalinin tümü, Sahihayn yani Buhari ve Müslim’in kendilerinden hadis rivayet ettikleri ricalden/ravilerdendirler. Ancak ravilerden Musa b. Cubeyr hariç. Bu da Ensar’dan Sülemî ailesindendir. Kendisi İbn Abbas, Ebu Umame b. Sehl b. Hanif’ten ve Abdullah b. Ka’b b. Malik’ten hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de oğlu Abdüsselam ile Bekr b. Mudar, Züheyr b. Muhammed, Sa’d b. Seleme, Abdullah b. Luhay’a, Amr b. Haris, Yahya b. Eyyub rivayette bulunmuşlardır. Ebu Davud ve İbn Mace, Sünenlerinde onun rivayetlerine yer vermişlerdir. İbn Ebî Hatim, bunları “el-Cerh ve’t-Ta’dîl” adlı eserinde zikretmiş ve fakat konu hakkında herhangi bir açıklamada bulunmamıştır. Rivayet için bkz: Ahmed b. Hanbel, Müsned, h:6178, 2/134; İbn Hibban, Sahih, h:1717. Ebu Hatim, “el-İlel” adlı eserinde (2/69) bu hadis hakkında “Bu, münker bir hadistir” demektedir.

21- Biz, İbn Kesir’in sözkonusu ayetle ilgili olarak yer verdiği rivayetlerin tamamını almadık. Çoğu tekrar mahiyetinde olduğu için buna gerek duymadık. Bu arada her ne kadar İbn Kesir’in tefsirinden alıntı yapıp sadece onu burada zikretmiş isek de konu hakkında, Taberî, Tantavî, Kurtubî, S. Kutub, Menar ve benzeri onlarca tefsirde konuyu araştırdık. Nitekim Keşşaf, Fethu’l-Kadir tefsirlerine, Fahruddin Razi, Alusî, Zuhaylî gibi zatların tefsirlerine de başvurduk. Elmalılı ve Mevdudî’nin tefsirlerine de başvurduk. Ancak hemen hepsinde rivayetler aynı noktada düğümlendiğinden ve hepsi de nerede ise aynı rivayetlere yer verdiklerinden ötürü, burada sadece İbn Kesir tesirine yer vermiş olduk. Bu arada İbn Aşur’dan da yararlandığımızı belirtmeden geçmeyeceğim. Ayrıca İbn Aşur tefsirinden de önemine binaen örneklere yer vereceğiz. (Harun Ünal)

22- İbn Kesir, Tefsir, 1/249-250

23- Kadî İyaz, eş-Şifa Bi Tarifi Hukuki Mustafa”, 2/853-859.

24- İbn Atıyye, el-Muharreru’l-Vecîz, 1/420

25- İbnu’l-Arabî, Ahkamu’l-Kur’an, 1/27-30

26- İmam Kurtubî, el-Cami’ Li Ahkami’l-Kur’an, 2/52

27- Konu hakkında bkz. Mahmud b. Hamza el-Kirmanî, Lubabu’t-Tefsîr, 1/369. Thk. D. Nasır b. Süleyman el-Ömer

28- Enam, 6/112

29- İbn Aşur, Tefsir (1/608-626); Bakara, 2/102

30- İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, 1/608-626

31- İbn Aşur, agk, 1/608-626

32- Hicr, 15/14-15

33- Bkz: Türkiye Diyanet Vakfı Meali, Bakara, (2/102.) ayetle ilgili dipnot.

34- Ebu Davud, Edeb, h:5007; Buharî, h: 5146 ve 5767. Hadis ayrıca birçok kaynakta da yer almaktadır.

35- Enfal, 8/28

36- Ankebut, 29/3

37- Bakara, 2/191. Konu hakkında Bakara, 193 ve 217. ayetlere de bakılabilir.