Hayalcilik ve Düşmanlık Yorumları Arasında TC’nin Dış Politikalarında Süreklilik

Bahadır Kurbanoğlu

Erbakan'ın başta İran olmak üzere; Pakistan, Singapur, Malezya, Endonezya gibi ülkelere yaptığı dış geziler, TC'nin yetmiş yıldır, yüzünü tamamen Batı'ya dönmüş ve emperyalist politikalara endeksli dış siyasetinin bazı kesimlerce spekülasyon malzemesi yapılmasına sebebiyet verdi. Bu kesimler genellikle, hayalcilikle düşmanlık arasında gidip gelen yorumlarda bulundular. Kimileri Erbakan'ı Turgut Özal'a benzetme yoluna giderken, kimileri de "Adil Düzen", "İslam Natosu" vb. projelere getirilen eleştirilerde olduğu gibi, Refahyol hükümetinin yönelimlerini global sisteme rağmen ortaya konan ütopist girişimler olarak değerlendirdiler.

Gerçekte dikkate değer olan, konunun ekonomik boyutundan ziyade, daha sonra değineceğimiz gibi gelişmelerin seyrettiği siyasi boyut ve bu boyutun içerdiği diplomatik mesajlardır.

İlk dış gezinin ABD'nin d'Amato Yasası'nı uygulamaya geçirerek İran'a karşı saldırganlaştığı bir dönemde, bir ABD heyetinin Dışişleri Bakanlığı'na gelerek uyarıda bulunmasına rağmen Tahran'a yapılması ve buna bir de ticari anlaşmaların eklenmesi; İran, Irak ve Suriye'yle birlikte bir terör zirvesi düzenleneceğinin belirtilmesi; Manavgat suyu konusunda, İsrail'le fiyat konusunda anlaşılamadığının ilan edilmesi ve bu suyun ABD'nin terörist ülkeler listesindeki Libya'ya verileceğinin açıklanması, tamamıyla dış siyasette belli mesajları bünyesinde barındıran bir farklılığı içermektedir. Nitekim bu farklılıkları meşrulaştırma amacıyla, başta Erbakan olmak üzere, RP kurmayları "ABD'nin dost ve müttefik bir ülke olduğu, bu dostluğun sağlam temeller üzerine oturtulmasını arzuladıkları ve başkanlık seçimlerinden sonra ABD'ye bir ziyaret yapmayı düşündüklerine" dair denge unsurlarını bünyesinde barındıran bir söylem geliştirmekten de geri durmamışlardır. Aslında bu söylem, koalisyon ortaklığının gerçekleşmesinin hemen ardından Gümrük Birliği, Nato ve yürürlükteki anlaşmalara sadık kalınıp kalınmayacağı konularındaki şüpheleri bertaraf eden mesajları tamamlayıcı nitelikler içermektedir.

Özellikle 80'li yıllarla birlikte ve ardından gelen Körfez savaşı sonrası izlenen politikaların irdelenmesi, RP ile birlikte Türk dış politikasındaki yönelimlerin ve arayışların menşeinin daha iyi tespit edilmesine yardımcı olacaktır.

İran İslam Devrimi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan tablo, TC devletinin emperyalizme bağımlılığının derecesini gün yüzüne çıkarmış, "Çin şeddinden Adriyatiğe", "Orta Asya ve Kafkaslara abilik etme", "Batıyla bütünleşme", "terörün kökünü kazıma", "demokratikleşme" konularında atılan hamasi/aldatıcı sloganların hedeflerine ulaşmaması ve ciddi başarısızlık ve açmazlar, TC'nin emperyalist güçlerle yarışa girebilecek güçte olmadığını gösterdiği gibi, aksine emperyalizme olan bağımlılığının şiddetini de daha bir gözler önüne sermiştir. Gümrük Birliği, TC-İsrail anlaşması, "Rusya'ya rağmen Rusya'yla birlikte" politikası ve benzerleri bu bağımlılık ve başarısızlıkların en bariz örnekleri olarak karşımıza çıkmıştır.

Sistem, kendi içerisinde de alternatifler üretmekten yoksun kalıp, tıkanma süreçleri yaşarken, bu durum, sorunlar üretmeye endeksli ırkçı ve paranoyak eğilimleri de artırmış, çevresindeki tüm ülkelerle problemler yaşayan, çizdiği hedefleri sadece belli bir sınıf adına hayata geçiren, kitlelerin umutsuzluklarını ve çaresizliklerini artıran bir devlet durumuna gelmiştir. Tüm bunlarla birlikte, Özal politikalarına bağlı olarak, ekonomide pervasızca borçlanma ve büyümenin getirdiği yükler, belli arayışları gündeme sokmuştur. "Bu arayışlar nelerdir?" diye bir soru sorduğumuzda, karşımıza Osmanlı'dan tevarüs eden dünya politikalarının devamlılığını sağlama ve Yeni Dünya Düzeni'nin ortaya çıkardığı yeni yönlenmeleri doğru değerlendirme amaçlı, Türk dış siyaset uzmanlarının ABD, AB, Ortadoğu ve Türk cumhuriyetlerine yönelik politikalara alternatif olarak öne sürdükleri Uzak Doğu politikaları çıkmaktadır.

Bu politikalar Güney Doğu Asya Devletleri Birliği (ASEAN) ve Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC)ne müdahil ülkelerle işbirliğine yönelme doğrultusunda Özal döneminden beri gündemde olan politikalardır. Nitekim ölümünden kısa bir süre önce "Dünya ticaretinin şu anda toplam hacminin yüzde 25'i Asya-Pasifik'te. 2000'li yılların ilk on yılında da yüzde 40'a çıkacak..." diyerek 'Asya treni'nin kaçırılmaması gerektiğini vurgulayan Özal'dır. Bugün ise, ileride değineceğimiz farklılıkları bünyesinde barındırmakla birlikte, yıllar önce TC devletinin tıkanıklıklarını aşma, Batıyla birlikte, ama ona karşı da pazarlık gücü kuvvetli bir devlet anlayışıyla önerilen politikalar, Refahyol hükümetiyle birlikte çeşitli atılımlar düzeyinde yürürlüğe sokulmaya çalışılmakta. Dolayısıyla, zannedildiği gibi Erbakan, TC devletinin dış siyasetine aykırı bir yol tutturmuş değildir. Zaten bu, mümkün de değildir. Ancak daha önceki dönemlerle alakalı olarak ortada görünen fark, bu politikaları hayata geçiriş biçiminde ve RP'nin kimliğinden kaynaklanan sebeplerden dolayı oluşturulan gündemlerdedir.

Günümüzde, Körfez savaşı esnasında ve öncesindeki konjonktürden farklı gelişmeleri gözlemlemekteyiz. Örneğin bugün, Körfez ülkeleriyle bozulan ilişkilerini düzelten, Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerle ticaret hacmini geliştiren bir İran var. Bu vesileyle de batılı ülkelerle ilişki içerisindeki körfez ülkeleri, ABD'nin bölge üzerindeki hegemonyasını zayıflatmaya çalışan AB ülkeleri ve İran düzleminde geliştirilecek olan ilişkiler, bu dengelerin üzerinde yürüme çabası olarak nitelendirilebilir. Bunun bir örneği, İran'la imzalanan 23 milyon dolarlık doğal gaz anlaşmasıdır. Bunun laik basının tartışma konusu ettiği gibi hayata geçip geçmeyecek olmasının o derece önemi yoktur. Burada önemli olan, gösterilen siyasi tavır ve bunun içerdiği mesajlardır. Nitekim bu gelişme, ABD'nin hiç beklemediği ve sergileniş itibarıyla da Özal dönemi ve sonrasına göre farklılık arzeden bir durumu ifade etmekte. Dolayısıyla bu durum, iç ve dış politikadaki yansımaları açısından laik kalemşörlerin "endişelerini" artıran gelişmeleri de geriyor..

ABD güdümündeki laik yorumculara göre, ABD'nin, "PKK terörüne destek veren İran"a ambargo koyarak Türkiye'ye "kıyak" çekmesine rağmen, Rafsancani'yle Erbakan'ın elele tutuşup, "Bakın biz, ABD'nin uydusu değiliz, bağımsızız" dercesine "pozlar" vermeleri bir vefasızlığı, hatta 'ihaneti simgeliyor. Dolayısıyla bu zevata göre Tahran gezisinin ardından, ABD'nin Türkiye'yi kredi notunu düşürmekle tehdit etmesi, MED TV'ye kendi uydu kanalını açması "hakedilmiş cezalar"ı simgeliyor. Aynı zevata göre uluslararası terörün finans kaynağı büyük ölçüde İran ve Libya olduğundan, Erbakan'ın bu iki ülkeyle yakınlaşma hususunda izlediği politika, Batı nezdindeki "itibarımız"ı sıfıra indirmektedir. Tabii bu tabloyu kamuoyunun gözüne sokmaya çalışanlar, aynı Batı'nın enerji ihtiyacının yüzde 20'sini İran ve Libya'dan karşıladığını ve başta Fransa olmak üzere Almanya, İngiltere ve şimdilerde İtalya ve Japonya'nın bu iki ülkeyle olan ticari ilişkilerini artırmaya yönelik politikalar izlediklerini çok iyi bilmekteler. Buna rağmen, bu düşmanca tutumun karşısında yer alan ve adeta hayalci ve abartılı bir mantıkla Erbakan'ın Uzak Doğu'ya yönelik politikalarını (Malezya, Endonezya, Pakistan'la birlikte ortak Airbus üretimi projesi gibi) sihirli değnek misali gören kesim ne derece tutarlı bir tutum içerisinde?

Daha önce de belirttiğimiz gibi. ASEAN ve APEC'e yönelme hususundaki stratejiler, TC devletinin zaten hedefleri arasında olan, ekonomik ve siyasi tıkanıklıklarını aşmada alternatif olarak gördüğü bir açılımı yansıtmakta.

Peki ama Erbakan'ın ziyaret ettiği ve birlikte büyük hedeflere yönelmeye çalıştığı bölge ülkeleri ne tür bir ekonomik yapılanma içerisindeler?

Batılı markalarla olan rekabet düzeylerini oldukça artırmış olan bölge ülkelerinin ulak çaplı ya da kendi aralarındaki bölgesel işbirliklerini bir kenara koyacak olursak, 1994 yılında Endonezya'da düzenlenen ve 21. yüzyılın en büyük Ortak Pazarının temellerini atan Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği'ne imza atan ve aralarında ABD, Kanada, Meksika, Şili, Avustralya, Japonya, Çin, Singapur, G. Kore, Taiwan, Malezya, Vietnam, Endonezya gibi ülkelerin bulunduğu geniş pakta bir göz atmakla fayda var.

Bu ortaklık iki milyar insanın yaşadığı, dünya ticaretinin %50 payına sahip ve bugün için yıllık toplam mal üretimleri 12 trilyon doları bufan bir gücü simgeliyor. ABD'nin başını çektiği bu güç iki hedefe yönelmiş durumda. İlki, aralarında gelişmiş olanlarının 2010 yılına kadar gerçekleştirecekleri yatırım ve ticaretlerinin serbestleştirilmesi. İkincisi ise. 2020 yılındaki tam bütünleşme. Yani APEC'in başını çeken ABD bir bakıma ekonomik bağlarını kurmak suretiyle Asya'da da siyasi nüfuz sahasını güçlendirmeye çalışıyor. Japonya ve Çin de daha önceki yıllarda şekillendirdikleri Güneydoğu Asya Devletleri Birliği (ASEAN)ne rağmen ABD ve diğer Amerika ülkeleriyle APEC'de birleşiyorlar. Nitekim onlar da ABD pazarına ihtiyaç duyuyorlar. Kendi bölgelerinde, emperyalistlerin emrinde politikalar izleyen ve Erbakan'ın ortak bir pazar kurmayı hedeflediği "İslam" ülkeleri ise bu gelişmelerden tıpkı Türkiye gibi oldukça uzak.

Kısacası, şu anda TC'nin geç katmış dış politikalarını hayata geçirmeye çalışan Refahyol hükümetinin yönelimlerine menfi ve müsbet açılardan yapılacak abartılı yaklaşımların hiçbiri, tutarlılığı ve vakıayı bünyesinde barındırmaya yetmeyecektir.

Biz müslümanlar açısından bu süreçte dikkat edilecek hususlar ise oldukça açık ve nettir. Bu da zaaflar içeren kimliğini her düzlemde eleştirdiğimiz RP'nin bölge halklarına nefes aldırıcı ve söylemlerini emperyalizme ve sömürüye karşıtlık düzlemine oturtup, alternatif olarak İslami bir dönüşümü hedefleyen hareketleri destekleyici politikalar izlemesidir.

Ancak ne tür tavizler ve ilkesizliklerle hükümet olduğunu unutmadığımız RP'nin, İsrail'le yapılan Savunma Sanayi İşbirliği anlaşmasına koyduğu imza, ileriki süreçte bölgedeki İslami hareketler, halklar, RP'nin kimliği ve emperyalizmle olan ilişkilerinin boyutu ve Türkiyeli müslümanların kimliklerini sorgulama vesilesi olması açısından ciddi bir sınav niteliği taşımaktadır.