Haksöz Dergisinin Usuli ve İlkesel Dayanakları

Hamza Türkmen

Haksöz dergisi 1970 ve 1980’li yıllarda hidayet kitabımız Kur’an’ı ve hayat tarzımızı oluşturan İslam’ı anlamak, yaşamak ve yaşatmak; son elçi Resulullah(s)’ın Kur’an kaynaklı örnek uygulamalarını, yani sünnetini kavramak ve sosyalleştirmek çabalarımızın bir ürünüydü. Ya da bu birikimin bir sonucuydu.

Dergiyi 1991 Nisan’ında yayınlamaya başlamıştık.

Haksöz tevhide, risalete ve gayba olan imanın ancak vahyî bilgiyi amelleştirerek, yani şahitleştirerek gerçekleşebileceğini kavrayan ilahiyat fakülteli genç arkadaşlarımızla çıkartmaya başladığımız, istişare temelli aylık bir dergi idi. İlk sayısından itibaren de bu usuli ve siyasi çerçeve içinde katılım ve istişare zeminini genişleten bir misyonun taşıyıcısı oldu.

Türkiye Cumhuriyeti, İslam ümmetinden ve değerlerinden ayrışan seküler bir ulus toplum hedefiyle kurulmuştu. Bu yabancılaştırıcı tuğyana ıslah öncülerimiz ve Müslüman kanaat önderlerimiz güçleri oranında karşı çıktılar ama İttihatçı-Kemalist Türkçü kadrolar tarafından tasfiye edildiler. Islah öncülerimizin ümmeti uyandırma, ıslah etme ve yabancılaşmaya karşı direnme mücadelesine bütünlükçü olarak 1970’lerin ikinci yarısında Düşünce, Tevhid, İslami Hareket, Hicret gibi dergilerimiz sahip çıktı. Ama Kemalizm’i revize ederek ülkeyi ve toplumsal kültürü yeniden şekillendirmeye çalışan Batıcı ve ulusalcı 12 Eylül 1980 askerî darbesinin baskı, işkence ve yasaklarıyla karşılaşıldı.

Haksözdergisi ise 1991’den bu yana ıslah öncülerimizin örtülmek istenen çizgisini yenileyip güçlendirmek; vahyî bilinci kavramak, kavratmak ve sosyalleştirmek; her türlü cahiliyeye karşı mücadeleyi yükseltmek, ümmeti ıslah ve inşa etmek istikametinde gücü yettiği oranda faaliyet gösterdi. Haksöz, yayın süresince oluşan-oluşmakta olan birikimi ve tecrübi deneyimiyle yeni açılımlara zemin oluşturmaya çalıştı.

Başından beri Haksöz dergisinin muhatapları tevhidî uyanış sürecini paylaşanlar, Müslüman gençler, İslami tanıklığı hayatlaştırmaya çalışanlar ve anlam arayışındaki herkestir.

Müslüman coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye’de de İslami kimliğimiz zihnî, fiilî ve fiziki işgal altındaydı. Ya vahiy nimetinden bizi uzaklaştıran iç zafiyetlerimizle ya da modernitenin egemen kuşatması ile karşı karşıyaydık. Müslüman coğrafyalardaki ulusal ve küresel vesayet güçleri Resulullah’ın örnekliğindeki gibi Kur’an merkezli bir diriliş hamlesi içinde olmamızı istemiyorlardı. Türkiye’deki vesayet sistemi son yıllarda siyasi yapıda kırılmaya çalışılmış olsa da kuşatma diğer boyutlarıyla halen sürmektedir.

Her türlü şirke, zulme, sömürüye, cahiliyeye karşı gücümüz yettiğince tavır almalı, hakkı, kavradığımız doğruları tebliğ etmeli ve mücadeleyi, mücadele içinde kazanacak bir kararlılıkla bir şuheda; yani sabikun; yani Kur’an nesli oluşturmalıydık. Hem dinimizin sabitelerini ve değişkenlerini bilmeli, yani usulu’d-din konusunda donanımlı olmalıydık hem bildiğimiz doğrular ve doğru ölçülerle, kuşatıldığımız cahilî karanlığı aşacak bir İslami mücadeleyi yükseltmeli, İslami hareketlerle dayanışmamızı artırmalı, şura temelli bir birlikteliğin sosyal dokusunu oluşturmalıydık.

Bu kavrayış ve amaçla “Bilgi, İnanç, Eylem” şiarını öne çıkardık. Kimliksel arınmamız yanında; Kemalizm’den ve 12 Eylül’den kalma engellerle, 1991 Birinci Körfez Savaşıyla bizi kuşatmaya gelen yeni emperyalist planlarla, İslami kimliği doğrudan hedef alan 28 Şubat 1997 askerî müdahalesiyle, 1 Mart 2003 asker tezkeresi ile üzerimize dökülecek kirlerle ve gücümüz yettiği kadarıyla da modernitenin zihnî ve amelî kuşatmasıyla mücadeleyi önceledik. Her daim “Tevhid, Adalet, Özgürlük” meşalesini taşımaya çalıştık ve inşallah da taşıyacağız.

Dergimiz 1987 yılında bir mescid bilinciyle kurulan Yöneliş Yayınları çevresinde yapılan çalışmaların bir ürünüydü. Bir İslami kuruluş olarak bu yayınevinin amacıyla ilgili derginin 6. sayısında yayınlanan broşürde ise Haksöz yayın kadrosunu ve okuyucu çevresini hazırlayan bakış açısı da beyan ediliyordu:

Doğruların önünde her zaman akabeler olacaktır. Tüm engellere rağmen İslam’ı anlama, yaşama, tebliğ etme ve yaşatma mücadelesinde müminlerin yolunu aydınlatan, güven ve sebat veren Kur’an’ın rehberliği ve Resulullah’ın (s) zaferle taçlanan örnek inkılâbı ve gösterdiği mücadele metodudur.

O Kur’an ki insanları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Muttakilere kılavuzdur; insanları doğru yola iletir; onda şüphe yoktur, apaçıktır, anlaşılır, insanlara hitap eder; okunmalı ve düşünülmelidir.

O Resul ki insanlara örnektir; müminlere şahitlik yapmıştır, yaşayan Kur’an’dır. O’nun yolunu/sünnetini kavramak din sorununu çözmek demektir. Zira ‘Dinimizi nasıl anlayacağız?’ sorusu, Resulullah’ın dini nasıl anladığı ve yaşadığı sorusuyla iç içedir. Ama bu sorun mezhep kitaplarını veya hadis kültürünü esas alarak değil, Kur’an’ı şaşmaz rehber ve asıl kaynak olarak kavrayıp, Kur’an’da Resulullah’ın konumunu iyice belirleyerek ve en azından Kur’an’ın muhkem ayetlerini baz alarak ilk dönem siyer, hadis, tarih, fıkıh kitaplarını süzgeçten geçirerek aydınlanabilir. Müslümanlar bu aydınlığa kavuşturulmalıdır. Kesin delillere dayanmayan ve netleşmemiş bir İslam anlayışına sahip olan insanların samimiyeti onları zan ve taklitten, zan ve mukallitliğin taşıdığı zaaflardan kurtaramaz.

Mezhep teriminden tutun da din, ibadet, âlimlik, hidayet terimlerine; Kitab, hadis, fıkıh, kelam, akaid, biat, itaat, düzen anlayışına ve tarih yorumuna kadar uzanan oluşmuş veya kurumlaşmış tüm değerler, tekrar tekrar açık ve anlaşılır bir kitap olan Kur’an’ın süzgeciyle elenmeden eksiği veya fazlası vahyin ışığında ölçülmeden; ayrıca yaşadığımız toplum ve dünyanın konumu fark edilmeden bir aydınlanmadan, bir direnişten, bir inkılâptan söz edilemez.

Bu nedenle de Rabbimizin Âl-i İmran Suresinde zikrettiği gibi Kur’an “talim” edilerek okunmalı, mücadele mücadele içinde kazanılmalıydı.

Çıkarken!..

Dergimizin ilk sayısındaki “Çıkarken!..” yazısında kaygımızın, vahyî doğruların gereği gibi kavranması, sosyalleştirilmesi ve hakim kılınması olduğu belirtilmişti. Ana kitabımız olan Kur’an’ın anlaşılması ve yaşanmasının önündeki engellerin kaldırılması, bu doğrultuda bağlısı olduğumuz toplumda ve Müslümanların içinde, onları uyarıcı vesileler oluşturulması üzerinde durulmuştu. Bu gayeye yönelik o günden bugüne 25 yıldır taşıdığımız şu ilkelerimizi belirtmiştik:

1. Hakikatin şahitliğini yapmakta müminlere öncülük yapan Resulullah (s)'ın örnek ahlakını ve O'nun bütün yaşamında rehber edindiği ana kaynağımızı iyi kavramalı ve kavradıklarımızı yaşama geçirmeliyiz.

2. Müslümanların inançlarına musallat olan teslimiyetçiliği, hurafeleri, ölçüsüzlüğü gidermek ve onları ıslah etmek yollarını araştırmalıyız.

3. Zalimlerin, fasıkların, kâfirlerin bütün engellemelerine ve baskılarına rağmen mücadele azmimizi yükseltmeli ve tebliğ yollarımızı ödünsüz olarak oluşturabilmeliyiz.

4. Her türlü şirke, zulme, sömürüye, sapkınlık ve sapıklıklara karşı gücümüz yettiğince nasıl bir tavır takınacağımızı göstermeli ve taşıdığımız hakikatlerin şahitliğini yapmalıyız. Hz. Muhammed'in inkılâpçı mücadele çizgisini yaşatmalıyız.

5. Egemen şirk sisteminin ürettiği veya kullandığı her türlü bölgeci, sınıfçı, ulusçu saplantıları aşarak ümmet bilincinin yılmaz taşıyıcıları olmalıyız.

6. Allah'ın ayetlerini gizleyen, amelsiz bilgileriyle ululuk taslayan, Allah'ın adıyla aldatan fasıkların cahilî planlarını sergilemeli, insanlara tevhidî mücadele yolunu göstererek saflarımızı sıklaştırmalıyız.

7. Vahyî doğruları dile getirirken kulların kınamasından veya baskısından değil, muhatabımızı seçmekte veya kullandığımız üslupta yanlışlık yapmaktan çekinmeliyiz. Nefsî ve beşerî çıkarlara, pragmatik ilişkilere, iki yüzlü uygulamalara sapmadan sadece ve sadece Allah'ın rızasını gözetmeliyiz, ilkesizliğe, teslimiyetçiliğe, hile ve yalana, uyuşukluğa kesinlikle ödün vermemeliyiz.

1988’deki Tespitlerimizden…

Dergimizin 6. sayısında Kur’an ile irtibatımız babında yapılan yanlışlar için birikimimizin uyarıları şöyle aktarılıyordu:

Kur’an dışında kaynak kabul etmeyen, hatta Kur’an dışındaki tüm kitapları dışlayan zihniyetin önyargılı tutumu, Kur’an’dan değil, büyük ölçüde kurtulamadıkları gelenekçi kültürün bağnaz yargılama alışkanlıklarından veya akılcı nefsaniyetlerden kaynaklanıyor olabilir.

Kur’an’ın temel kaynak olduğunu kavradıktan sonra, diğer kaynaklardan yararlanmamanın sahih ve sağlıklı bir izahı olamaz. Kur’an-ı Kerim’de iyiliğe uyan Ehl-i Kitab övülmekte, gönderilecek resulleri haber veren kitaplardan ve emredilmesi gereken urften/örften bahsedilmektedir. Bu konudaki sorun, inkâr ve iptal sorunu değil, Resulullah’ın örnek uygulamasında olduğu gibi Kur’an süzgeciyle yapılacak tashih ve değerlendirme sorunudur.

Yine 1990’lı yıllarda tevhidî uyanış süreci çizgisi içinde Kur’an’a yönelimi sakatlayan dönemin aykırı ve şaz yaklaşımlarına da sık sık ciddi uyarılar yapılıyordu. Dergimizdeki usuli yazıların redaktörlerinden Yılmaz Çakır’ın “Modern Bir Samiri: Yaşar Nuri Öztürk” yazısı gibi hududullah’ı aşan kişilerin açıktan uyarılması veya ifşası gelenekçi ve modernist çizgiden farklılığımızı ortaya koyan ıslah gayretlerimizden kaynaklanıyordu veya ıslah çizgisinin üzerimize yüklediği gerekliliklerdendi.

Uyarı yaptığımız ve hududullah’ı aşan yaklaşımlardan birisi de gelenekçi ve modern hurufi eğilim veya diğer olumsuzluklardı:

Düne kadar cifr ve ebced hesaplarının itibar gördüğü bir ortamda eğitilip bugün ‘19’ gibi birtakım göz boyayan rakamların sayesinde Kur’an okumaya başladıklarını iddia eden kişilerin, Kur’an dışındaki birikimlerin tümünü yok saymaları ve hatta 19 sistematiğine uymadığı için bazı ayetleri inkâr etmeleri ve aynı sistematiğe dayanarak gayb biliciliği yapmaları yaşanmakta olan sapkınlıklardandır.

Başka bir olumsuzluk ise 60’lı 70’li yıllardan bu yana Kur’an okudukları bilinen bazı insanların Kur’an’ın anlaşılan ve açık olan mesajına sahip çıkmamalarıdır. Bu insanlar hâlâ Kur’an okuyagelmekte ama beraber yaşama, beraber karar alma ve beraber ibadet etme konusunda mesafe alamamaktadırlar. Kur’an müminleri ‘biz’ bilincine ulaştırırken, bunlar ‘ben’ kavramının büyüsünden uzaklaşamayıp hayat yollarını, siyasi tercihlerini, sistem içindeki rollerini ve hatta tebliğ görevlerini istişari zeminde değil ‘ben’liklerini merkeze alarak belirlemektedirler.

İslam’ın anlaşılması, yaşanması ve şahitliği bağlamındaki birikimimizin uyarısı şuydu:

Düşüncemizdeki cahilî izleri veya nefsimizin sapmalarını aşmadan; halkın bugünkü mahrumluğunu ve geriliğini hazırlayan din kültüründeki İslam dışı öğeleri ayıklamadan; küfür güçlerinin İslam coğrafyasında tezgâhladığı her türlü emperyalist uygulamayı, baskıyı ve düşünsel saptırmaları ifşa etmeden-direnmeden; yerleşik sultalar ve tağuti güçlerle fikrî ve siyasi alandaki uzlaşmacı ilişkileri kesmeden yolumuzdaki engelleri temizlemek mümkün olmayacaktır.

İslam’ı Anlama Usulümüzün Beyanı

Önceki çalışmalarımızın neticesinde ulaştığımız inanç-amel bütünlüğü ekseninde yayınlanan dergimizin ilk yazı başlığı da “Mesajı Anlamak, İslam’ı Yaşamak” idi. İlk baştan itibaren akaid kitabımız ve Resulullah’ın da temel akaid kitabı olan Kur’an ile; insanların mücmel ayet lafızlarını, müteşabih ve mecazi ayetleri yorumlamalarıyla oluşturdukları kelami görüşlerin akaid olamayacağını; iman esaslarımızın zandan-görüşten arındırılmış olması gerekliliği ve kesinlik-yakinilik ifade etmeleri üzerinde durduk. 

Tabii ki farklı anlamlara gelebilen mücmel, müteşabih ve mecazi ayetlerin manalarını kavramamız, İbrahim (as)’ın ölülerin nasıl diriltileceği konusunda “itminan” arayışı gibi bizlerin de ilgisini oluşturmaktadır. Dolayısıyla delaleti kati olmayan, yani manası kapalı vahyî bildirimler konusunda ‘rasihun’un olumlu açılımları dâhil tutarlı her türlü yorum, evreni anlamlandırmamızda bizler için vesileler olmaktadır. Ancak bu yaklaşımların hepsi kelami görüşlerdir ve dergimizde “bu görüşlerin tek anlama gelen muhkem ayetlerle çelişmemesi” şartını hatırlatan birçok uyarıcı ve öğretici usuli makale yayınlanmıştır.

İslami mesajın bütünlüğünü anlar ve hayatlaştırırken kesin iman ve “sabite” konusu ile yorum-içtihat veya “değişken” konusunun farklılığını başından beri irdelemeye ve anlatmaya çalıştık. Çünkü ruhçu, rüyacı, sezgici, Mehdici, enel-hakçı anlayışlarla veya vahiy dışı telakkilerle İslam adına konuşmanın genellikle ümmeti vahiy nimetinden uzaklaştırdığını, ümmetçe bir iç hastalığa ve düşüşe duçar kıldığını göstermeye çalıştık. Kur’an akidesinin bozulmasıyla amellerin de bozulacağını; Kur’an-ı Kerim’de de amelin iman ile irtibatlı olduğunun müteaddit defalar zikredildiğini “birr” ayeti gibi ayetlerle sürekli olarak açıklamaya, insanları gaybi konulara iman ederken zanni telakkilerden arındırmaya çalıştık.

Yine Resulullah’ın uygulamaları veya sünneti ile ilgili zorunlu ilgimize ve usulüne dikkat çektik. Muhammedi Sünnet usulünü ilk önce tarihî süreç itibariyle mezheplerin koyduğu üretilmiş kurallara göre değil, Rabbimizin yüzlerce ayet-i kerimesi ile Kur’an’da bildirdiği esaslara göre öğrenmenin gerekliliğini ön plana çıkarttık. Bu bağlamda hadisleri de Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ebu Hanife çizgisinden bize kadar gelen “metin tenkidi” formuna veya “dirayet ekolünün ıslah çizgisi”ne göre değerlendirmeye ve amellerimize onların sahih olanlarıyla güzellik katmaya çalıştık.

Siyer birikiminden fıkıh külliyatına kadar irdelediğimiz Müslümanların üretilmiş İslami literatürünü Kur’an’ı merkeze alan yaklaşımlarla değerlendirip, kuşatıldığımız cahiliyeyi aşma ve ilmihalimizi yenileme doğrultusunda yararlanmaya gayret ettik.

Kelami çalışmaları da tarihin dehlizlerinde kalmış konuları tartışarak değil, modernitenin liberal çizgiden sosyalist, ulusalcı çizgiye kadar ilerlemeci, dehrî, kendiliğindenci, bilinemezci, Allah dışında kutsal belirlemeci veya Kur’an tarihselcisi akımlarını Kur’an’ın ölçüleriyle uyarmak veya cevaplamak; yani kelam çalışmalarını hayatımızı kuşatan Batılı paradigmanın kültürel hegemonyasını aşmak için gerçekleştirmenin çabasında olduk.

Haksöz’de din usulü ve gaybi konularla ilgili hiçbir çalışmanın “birr” kapsamı bağlamında hayatımızdan, kültürümüzden ve siyasetimizden bağımsız olmadığı sürekli olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Örneğin Fethullah Gülen öğretisini veya kelamını ele aldığımızda, bu söylemin kelami çizgisini akideleştirdiği için nasılda hizipçi bir asabiye girdabına kapıldığı belirtilmiştir. Hatta bu cemaat elemanlarının yanlış akaidleriyle dindarlıkta fedakârlık yarışına yöneldiklerinde, ruhi önderliğin hezeyanlarına kapılıp nasıl da emperyalizmin menfaatleriyle paralelleşen bir ihanet içine düştükleri vahim bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.

Müslümanlık adına Kur’an’ın ve İslam’ın sabitelerini temel ölçü edinmeyen dindar toplum ve toplulukların da bu tür müfsid akıbetlerle karşılaşabileceği nedeniyle, bu kardeşlerimizi uyarmanın ertelenebilir hali yoktur. Sadece bu uyarının nasıl bir üslup ve yoğunlukta yapılması gerekliliği sorunu vardır. Bu da üzerinde çalışılması gereken bir husustur ve şura içtihadını gerektirmektedir. Şura ihtiyacının karşılanmaması ise buna ehil olanların sorumluluğudur.

Ümmet bilincine sahip müminler olarak itikadi, fikrî ve siyasi iç zaaflarımızı aşmak konusunda tavsiyeleşme kapısını açık tutmak sorumluluğu, dirayet ve basireti asıldır. Bununla birlikte Kur’an’da tevhid, risalet, gayb ölçülerini ve bu anlamda Muhammedi Sünnet’in sahih örnekliğini esas alarak hepimizi kuşatan ve belirlemeye çalışan modernitenin, küresel kapitalist kültürün ve ulusçuluk cahiliyyesinin barikatlarını aşmak çok daha önemlidir.

İç zaaflarımızı taşıyan taraflarla derinlikli mezhepçi ve kelami tartışmaların çıkmazına girip öfke oluşturan tartışmalara kapılmamalıyız. Bunun yerine kavradığımız İslam’ın sabiteleri ve değişkenleri ile egemen cahiliye ile mücadele verirken fıtri ve açık nass temelli mücadelemizle ıslah yolunu örneklendirmeliyiz. Bu fiilî önceliğimizi cazip hale getirebilmeli; üslup, hareket ve öncelikler konusunda ancak kimliksel temizliğini ve iç dönüşümünü gerçekleştirmiş muslihlerle şura eylemine yönelmeliyiz. Bu çerçevede ıslahın, fiilî cahiliye karşısında ancak İslami mücadele örnekliği ve şuraya ehil bir sosyal oluşum ile gerçekleşebileceği vakıasını önemsemeliyiz.

Rabbimiz bu bilinçli ve samimi kaygıları taşıyan bütün İslami oluşumların ve kişilerin kalplerini telif etsin, yar ve yardımcısı olsun.