İlginçtir ki Gazze çatışmasında “soykırım” terimini ilk kez dillendirenler İsrailli liderler ve bunların Washington’daki müttefikleri olmuştur. Söz konusu gruplar Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısının ardından Holokost’a yapılan atıfları tekrar tekrar gündeme getirdiler.
Bir dizi Holokost ve soykırım akademisyeni de Hamas’ı kınamak için aynı yolu izledi. Bunlar arasında Kasım ayında, Hamas’ın “pogromların faillerinin zihniyetini ve yöntemlerini kaçınılmaz olarak akla getiren zulümlerini” kınayan bir bildiriye imza atan 150’den fazla Holokost akademisyeninden oluşan bir grup da vardı.
Bu durum, 50’den fazla Holokost ve soykırım akademisyeninden oluşan bir başka grubun 9 Aralık’ta Hamas’ı kınayan ancak “İsrail’in Gazze’ye saldırısının soykırım tehlikesi taşıdığı” uyarısını da içeren bir bildiri yayınlamasına yol açtı.
Medyada bu girişimlere eşlik eden ve onları takip eden sonu gelmez müdahaleler, giderek artan bir kutuplaşma ve politikleşme sergiledi. Alman “sol kanat” filozofu Jurgen Habermas ve Fransız entelektüel-aktivist Bernard-Henri Levy’den Amerikalı siyaset teorisyeni Michael Walzer ve Sloven filozof Slavoj Zizek’e kadar bir dizi önde gelen entelektüel de bu furyaya katıldı.
Akademisyenler arasındaki bu kamusal bölünme, alanın önde gelen ve en eski süreli yayını olan Journal of Genocide Research’ü (Soykırım Araştırmaları Dergisi) “İsrail-Filistin” konulu, “Vahşet Suçları, Holokost ve Soykırım Çalışmalarının Krizi” başlıklı bir forum düzenlemeye sevk etti. Tartışmaya daha fazla itidal ve sağduyu katmak amacıyla alanın önde gelen isimlerinden az sayıda kişiyi katkılarını sunmaya davet etti. Ben de katılması istenen akademisyenlerden biriydim.
Sosyal bilimlerdeki tüm alanlar gibi, Holokost ve soykırım çalışmalarının da konusuyla paradoksal bir ilişkisi vardır. Bir “bilim” olarak, “nesnellik” ve otorite kazanmak için kendini yeterince konudan uzak tutmalıdır. Ancak aynı zamanda uygunluk ve etki elde etmek için yeterince angaje olmalıdır. Bir başka ikilem de kendi alt alanı olan Holokost çalışmalarının tekilliği ve benzersizliği konusunda ısrarcı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu özelliklerin kabul edilmesi, önleme ve “Bir daha asla!” kararlılığına ilişkin dersler çıkarılmasını engeller.
Bu iki paradoks mevcut Gazze yangınında, akademisyenlerin otoriter fildişi kulelerini partizanlık yönünde kolayca terk etmeleriyle bir araya geldi. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarını Holokost’un bir tekrarı olarak mahkûm etmek için Holokost’un eşsiz önemi onaylandı ve aynı anda inkâr edildi. Aynı zamanda Holokost’tan kurtulanların sembolü olarak kendini ilan eden İsrail’i, Gazze’ye yönelik ayrım gözetmeyen misillemesinin kınanmasından ve eylemlerinin soykırım olarak nitelendirilmesinden korumak için de kullanıldı.
Foruma katılanlar açısından zorluk, günün sorusunu ele almak için konuyla ilgili kalırken otoriteyi yansıtabilme adına yazılarında yeterince partizan olmamaktı. Organizatörler bu zorluğu göz önünde bulundurarak geniş bir yelpazedeki pozisyonları temsil eden akademisyenleri davet ettiler.
Tartışmanın bu kısa eleştirel incelemesinde sadece iki noktaya odaklanacağım: İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin soykırım olarak nitelendirilip nitelendirilmeyeceği ve Holokost ve soykırım çalışmaları alanının bu tartışmada başı çekerek ne ölçüde yeniden değer kazandığı (veya zarar gördüğü).
İlk soruyla ilgili olarak Martin Shaw, “Kaçınılmaz Soykırım” başlıklı ilk oturumunda, İsrail’in Gazze’ye yönelik yoğun bombardımanının taktiksel bir talihsizlikten ziyade “stratejik bir tercihi temsil eden” soykırımsal sonuçlarını teyit ediyor. Bu anlamda, “soykırım” terimi geçerliliğini korumaktadır ve “alternatifler” ile değiştirilemez. Ancak Shaw, Hamas’ın İsrail’in soykırım eylemlerini bilerek provoke ettiğini ve dolayısıyla suç ortağı olduğunu da ekliyor. Bu anlamda Hamas, İsrail’i Gazze halkına karşı kendi soykırımına sürüklemekten de suçludur.
Zoe Samudzi, “Nazilerle Savaşıyoruz: Gazze’de 7 Ekim’den Sonra Soykırım Modası” başlıklı makalesinde, İsrail’in Soykırım Sözleşmesinin II. maddesinde öngörülen “ezilen grubun ulusal yapısının yok edilmesi” anlamına gelen neredeyse her fiili işlediği sonucuna varıyor. Yazar, yapay zekâ hedefleme sistemlerinin kullanılması gibi hafifletici koşullar gibi görünen bir dizi noktayı eleştirel bir şekilde ele alıyor. Algoritmik mantıkların kullanımının ille de yasadışı olması gerekmediğini, zira bunun sömürgeci bir şekilde inşa edilmiş uluslararası “soykırımcı devlet kurma” hukuk sistemi içinde işlediğini ekliyor. Samudzi, İsrail’in fiili “yasal cezasızlığı” nedeniyle Filistin’deki soykırım sorununun Soykırım Sözleşmesinin uygulanabilirliğini aştığını savunuyor.
“Gazze 2023: Kelimeler Önemlidir, Hayatlar Daha Önemlidir” başlıklı makalesinde Mark Levene, Shaw ile aynı fikirde olduğunu ve bu bağlamda “soykırım” kelimesinin kaçınılmaz olduğunu belirtiyor. Levene, çatışmanın başlarında İsrail’in Gazze’de soykırım yapmanın eşiğinde olduğunu fark ettiğini yazıyor. Soykırıma alternatif olarak A Dirk Moses’ın “kalıcı güvenlik” kavramını ve “urbicide” (bir şehrin bütün tarihî ve kültürel dokusuyla birlikte imha edilmesi), soykırım savaşı, sosyal ölüm gibi terimleri kullanarak soykırım tespiti yapmaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak hangi terim kullanılırsa kullanılsın, Levene esasen İsrail devletinin bu kez ahlaki açıdan tartışılmaz olduğuna dair kalan tüm kalıntıları (eğer varsa) ortadan kaldırdığını savunuyor.
Nihayet, “Gazze’den Sonra Soykırım Çalışmalarının Yararsızlığı” başlıklı oturumum, genel olarak “madun soykırımı” tezini çürüterek ve özelde Gazze örneğinde, soykırımların neredeyse değişmez bir şekilde devletler tarafından işlendiğine dair alandaki fikir birliğine işaret ederek başlıyor. İsrail gibi bir garnizon devleti, Gazze gibi yoksul ve kuşatılmış bir yerleşim bölgesi tarafından tehdit edilemezdi. Buna karşın, İsrail saldırısının soykırım niyeti ve sonuçları gün geçtikçe tartışılmaz bir hale gelmektedir.
Eğer insan hayatını önemsiyorsanız, bu ayrım gözetmeyen yıkımı gerçekleştiremezsiniz. Bazı yazarların Nekbe ve sonrasını “yavaş ilerleyen bir soykırım” olarak tanımlamaya başlamasına, diğerlerinin ise bunu yerleşimci sömürgeci soykırımlarla ilişkilendirmesine rağmen Filistin sorununa nadiren soykırım prizmasından yaklaşılması da dikkat çekicidir.
Makale, soykırım çalışmalarının normatif ön kabullerinin saldırı altında olması nedeniyle tehdit altında olduğu sonucuna varıyor. “Bu alan, faillerin kimliğine veya mazeretlerine bakmaksızın kitlesel zulümlere karşı kesin bir hizalanmayı benimsemekte ve bu konuda sağlam bir uluslararası yakınlaşma olduğunu varsaymaktadır. İkisinden birinin ya da her ikisinin yokluğunda, bütünlüğü tehdit altına girer ve izleyicileri kaybolur. Bu sadece bir alan için kriz değil, insanlık için felakettir.”
Bu da bizi tartışmanın ikinci temel noktasına götürüyor: Holokost ve soykırım çalışmaları alanının “krizi”. Samudzi ve Shaw’ın da hatırlattığı gibi, bu tartışma, Gazze savaşına verilen ve “soykırım kavramının birbiriyle çelişen tarihsel ve sosyo-hukuki yorumlarına saplanan” uyumsuz akademik tepkilerle alevlenmiştir.
Holokost’un soykırımın bir örneği olarak görülmesi, bu alanın soykırım vahşetinin küresel kapsamını açıklama amacını gölgelemiştir. Samudzi, bu anlamda, Holokost merkezli muhafazakâr soykırım yorumlarına meydan okuyan epistemik farklılıkların, sözde ‘Filistin sorunu’nun gecikmiş bir disipliner angajmanını temsil ettiğini savunuyor.
Oturumların çoğu, muktedir olamamış rejimlerin gerçek veya hayali dış mihraklara karşı koruma yoluyla nasıl “mutlak güvenlik” aradığına dair A Dirk Moses’ın “kalıcı güvenlik” kavramına atıfta bulunuyor. Muhtemelen daha iyi bir terim, benim “hiper-güvenlikleştirme” olarak adlandırdığım şeyle uyumlu olan “kalıcı güvensizlik” olurdu. Moses kendi teriminin “soykırım”ın yerini almasını istiyor.
Neresinden bakarsak bakalım, İsrail, Levene’nin de belirttiği gibi, İsraillilerin Filistinliler başka bir uzak evrende yaşıyormuş gibi davranmalarını sağlayan ayrım bariyerleri yaratarak ve zaman zaman da onları köklerinden söküp yok etmeye çalışarak yanıltıcı bir toplam güvenlik için sürekli ve çılgınca bir arayış içinde görünüyor.
Genel olarak forumda alanın sağlığı konusunda dengesiz bir endişe vardı ancak İsrail’in Gazze’de yaptıklarının düpedüz soykırım değilse bile kesinlikle “soykırım” olduğu konusunda neredeyse fikir birliği vardı. Benim görüşüme göre, eğer bir eylem insanların soykırım olup olmadığını tartışmasına neden olacak kadar çirkinse o zaman kınanacak kadar kötüdür ve önlenmesini acil kılacak kadar zararlıdır.
Ayrıca, “büyük demokrasilerin” aynı anda hem katılımcı hem de inkârcı rolünü üstlenmeleriyle birlikte, bu alanda artan kutuplaşma ve partizanlığın, soykırımın önlenmesi çabalarına çok ciddi bir darbe vurduğu görüşümün de arkasındayım.
Bu forum, Güney Afrika’nın 29 Aralık’ta İsrail’e karşı Uluslararası Adalet Divanında Gazze’de soykırım uygulandığı iddiasıyla açtığı davadan önce düzenlenmiştir. Bununla birlikte, birçok katılımcı bu foruma atıfta bulunmuştur. Forumun sonucu, İsrail’in yasal dokunulmazlığı ya da BM Soykırım Sözleşmesini uygulanamaz kılan kısıtlamalarla ilgili bazı iddia ve beklentilerin gözden geçirilmesini gerektirebilir.
Al Jazeera / 3 Şubat 2024 / Kısaltarak Çeviren: Hamza Gökgöz