Gazze Savaşında Türkiye’nin Rolü

Musa Üzer

Gazze’ye yönelik bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşen Siyonist İsrail saldırıları birçok ülkede insani reaksiyonlara yol açmakta. Bunca süreye rağmen katliamın engellenememiş olması sorumlu arayışını da beraberinde getirmekte. “Kim nerede durdu, ne yaptı ya da neyi yapmadı?” sorularına cevaplar aranırken sağlıklı veriler üzerinden hareket edildiğini söylemek pek mümkün değil. Herkesin gözü önünde cereyan bu katliamdan ahlaki ve ilkesel açıdan bütün dünyanın mesul olduğu açıktır. Son otuz yılda Afganistan ve Irak işgali, Esed zulmü gibi çivisi çıkmış dünyayı yansıtan tabloya son kanlı fırça darbeleri Gazze’de atılmakta. Gazze sömürgeci devletler tarafından adaletten ve merhametten kopuk bir şekilde inşa edilen dünya sisteminin seyirci kalmakla yetinmeyip fiilen ortak olduğu ilk katliam olmadığı gibi maalesef son da olmayacak.

Siyonist İsrail’in Gazze’de giriştiği yıkım ve katliamın boyutu ve uzun süreye yayılması genel anlamda halkı Müslüman ülkelerin liderlerine özelde de Erdoğan iktidarına yönelik eleştirileri beraberinde getirmiştir. İnsanlarda meydana gelen çaresizliğin bir neticesi olarak ortaya çıkan bu tepkilerin temelinde bir türlü engellenemeyen zulüm olgusu yatmakta. Bu durum haliyle suçlu ve sorumlu arayışında ibrenin farklı yerlere kaymasına yol açmakta. Soykırıma varan katliamın yol açtığı üzüntü ve öfke neticesinde haklı ya da haksız, makul ya da gayri makul olup olmadığına bakılmaksızın keskin değerlendirmeler yapılmakta. Mamafih bütün bu üzüntü verici tabloya rağmen sağlıklı bir durum değerlendirmesi için Gazze savaşında kimin neyi yaptığı ve neyi yapmadığı, yapamadığı konusunun bir kez daha ele alınması gerekmektedir.

Ümmet Yoksa Direnenler Kim?

Asıl fail ve failleri, birinci derecede suç ortaklarını geri plana iterek tali ya da farklı müsebbipler aramak şüphesiz ki siyasal durum değerlendirmesi açısından çok sağlıklı sonuçlar ortaya çıkarmayacaktır. Gazze’deki katliamlar sonrasında “İki milyar İslam âlemi koca bir hiç!” söyleminin çok fazla dillendirildiği görülmekte. Hatta Batı’da ortaya konulan geniş katılımlı protesto gösterileri öne çıkarılarak bu ‘kocaman hiçlik’ pekiştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa Endonezya’dan Malezya’ya, Yemen’den Pakistan’a kadar hemen hemen bütün İslam âleminde devasa gösteriler yapılmış ve yapılmaktadır. Sorumluluk, hesap sorma, hesap verme bağlamında eleştirilecek çok şey bulunmakla beraber bu eleştiriler Müslümanları hiçleştiren bir noktaya eviriliyorsa burada ciddi bir problem var demektir. Çünkü bu bakış açısı kendi içinde paradoks taşımakta ve istikbara karşı kıt imkânlarla direnen Müslümanları ümmetten ayrı değerlendirmektedir. Oysa nerede işgal ve zülüm varsa orada direnen bir İslami hareket vakıası var ve bu hareketler de ümmetin bir parçası. İddia edildiği gibi ümmet bir ‘hiç’ olsaydı bu direniş de olmazdı. Örneğin Afganistan’da kıt imkânlarla Amerikan işgaline karşı verilen direniş ve kazanılan zafer ya da her taraftan kuşatılmış Gazze’de dünya müstekbirleri tarafından desteklenen Siyonistlere karşı olağanüstü mücadele veren Müslümanların direnişi ile övünmek mezkûr söylemle çelişecekti.

İmkânları, dinamikleri, bedelleri, fedakârlıkları, kazanımları da olumsuzlukları, kayıpları, hezimetleri de doğru, adil ve bütüncül bir şekilde ele almanın gerekliliği ortadadır. Hassaten son iki asra dayalı parçalanmışlık tablosu ve ümmetin dağılmış halini tespit ile hezimeti içselleştiren “Buradan bir şey çıkmaz!” anlayışını birbirinden ayırmak gerekmektedir. Aynı şekilde Müslüman ülkelerin yönetimleri ile diğer ülke yönetimlerini aldıkları tavır ve yürüttükleri politikalar açısından aynı düzlemde, aynı değer aralığında değerlendirmek de sağlıklı bir analiz olmayacaktır. Ülkelerin konumlarını, siyasi farklılıklarını dikkate almadan hepsini tek bir potada ele alıp mahkûm etmek makul ve mantıklı bir tutum olmadığı gibi doğru ve adil de değildir. Bu, sadece Gazze savaşı üzerine geçerli bir ilke değildir. Bilakis bütün olaylarda göz önünde bulundurulması gereken bir yaklaşım biçimidir.

İdeolojik Hasımların Propagandalarına Prim Verme Yanlışlığı

İsrail’in vahşi Gazze saldırılarına Türkiye ve Erdoğan hükümetinin nasıl tavır alacağı merak edilen konuların başında gelmekteydi. Zaman zaman çelişkili tutumlar arz etse de anti-Siyonist tutumu ve Filistin yanlısı duruşu ile bilinen Erdoğan’ın alacağı tavır konusunda ortaya atılan görüşler de tarafların siyasi pozisyonlara uygun olarak birbirine taban tabana zıt nitelikteydi. Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin Gazze politikası gözler önünde olmasına rağmen taraflar başlangıçtaki değerlendirmelerini korumaya devam etmektedir. Erdoğan’ı destekleyen geniş toplum kesimleri onu Filistin için samimiyetle çaba sarf eden bir siyasetçi olarak değerlendirirken muhalifleri ise tam tersi noktada duruyor. Özellikle sol, İran yanlısı unsurlar, Millî Görüş partileri Erdoğan’ın Filistin meselesinde başından beri dürüst ve samimi olmadığını, kitleleri uyutan bir politika yürüttüğünü iddia ediyorlar. İktidarın İsrail aleyhine yürüttüğü kampanyanın pratikte hiçbir karşılığının olmadığını, sadece göz boyama ve yaklaşan seçimlerde dindar seçmenin oyunu kaybetmemeye matuf olduğunu ifade ediyorlar. Erdoğan’ın uzun yıllar Filistin davasını ve İhvan-ı Müslimin hareketini Yeni Osmanlıcı siyaset için kullandığını, 7 Ekim gibi net tavır alma ve hesaplaşma zamanı geldiğinde ise Filistin davasını desteklemekten vazgeçtiğini iddia ediyorlar. Temel argümanları arasında Mavi Marmara sürecinin hazin sonu, Siyonistlerle ticaretin devam ettirilmesi, gıda, çimento, demir-çelik malzemelerini taşıyan gemilerin işgal altındaki topraklara gitmeye devam etmesi var. Güney Afrika'nın, Uluslararası Adalet Divanında İsrail aleyhine soykırım suçlamasıyla açtığı dava da Türkiye’nin söylem ve eylem çelişkisini perçinleyen bir olay olarak değerlendiriliyor bu çevreler tarafından. Niçin Güney Afrika da Türkiye değil? Oysa bu itiraz halkı Müslüman olan bütün ülkeler için de geçerli; burada diğer ülkelerin de neden dava açmadığı eleştirisi yapılabilir. Sonuç olarak bahsi geçen çevrelerin yaklaşımları Erdoğan ve Türkiye’nin İsrail karşıtlığının söylem düzeyinde kaldığı; Siyonistler aleyhine siyasi, diplomatik, askerî, ekonomik alanda hiçbir adım atılmadığı şeklinde özetlenebilir.

Rekabet saiki ve ideolojik karşıtlık temelinde konumlandıkları için bu çevrelerin eleştirileri inandırıcı olmadığı gibi doğru da değil. Örneğin Millî Görüşçülerin toz kondurmadığı İran, 7 Ekim sonrasında Suriye’de olduğu gibi bütün gücüyle hemen savaşa girdi de Filistinlilerin ve dünyanın mı haberi olmadı? Sembolik adımlar ya da kendisine bağlı bazı örgütlerin kontrollü gerilim arz eden bazı eylemleri yerine niçin doğrudan savaşa girmedi İran? Onun için geçerli olacak bütün gerekçeler başkası için de geçerli. Örneğin Saadet Partisi lideri bu süreçte iktidar olmuş olsaydı orduyu Gazze’ye gönderecek miydi? Siyonistlere savaş açabilecek miydi? Kendisine soru soranlara “Efendim! Şartlar… Bir anda hemen her şey olmaz!” kem küm yanıtını veriyor. Aynı şartlar bu mantığa göre Erdoğan için de geçerli değil mi? Güç ve imkân yokluğundan kaynaklı askerî adım atamamak ile bunu hiç aklına getirmemek ya da buna karşı bir yaklaşım içinde olmak farklı şeylerdir. İster bireysel ister örgütlü isterse de devletler düzeyinde olsun Filistin konusunda duyarlılığı olan unsurlar örneğin ellerine silah alıp savaşmıyor ve bunu şartlarla izah ediyorlarsa aynı durum Erdoğan iktidarı için de geçerli olmakla birlikte arzulanan ve aşılmaya çalışılması gereken şey topyekûn bu engelleyici şartları ortadan kaldırma mücadelesidir.

‘Büyük ve Güçlü’ Hamaset Kaç Kurşuna Bedel?

Öte tarafta iktidar yanlısı medyaya bakıldığında bütün dünya uyuyup sessiz ve pasif kalırken sadece Erdoğan ve ‘herkesin umudu Türkiye’ bir şeyler yapıyor gibi hava oluşturulmaya çalışılıyor. ‘Türkiye Yüzyılı’, ‘Büyük ve Güçlü Türkiye’ sloganlarıyla başlatılan fazlasıyla abartılı ve hamasi söylemler, temeli ve çerçevesi milliyetçilik olan Türkiye merkezli değerlendirmeler, akıl ve mantık dışı komplo teorileriyle örülü siyasal perspektif, elbette Gazze’de yaşananları sağlıklı bir şekilde ortaya koyamayacaktır. Nitekim kendini dünyanın merkezine koyarak kendi dışında olan biten her şeyi önemsizleştiren ve nihai hedefin her zaman Türkiye olduğu anlayışı Gazze olayında da kendini göstermiştir. “Siyonistlerin hedefi Türkiye; esas amaçları Türkiye’yi karıştırmak”tır. Bunun için Gazze’de on binlerce insanı katlediyor ve bütün alt yapıyı yerle bir ediyor. Aslında Gazzelilerin ve orada verilen mücadelenin bir kıymeti harbiyesi de yok, “Onlar asıl hedef Türkiye’ye ulaşmak için harcanması gereken piyonlar.” öyle mi?

Gerçeklik temeli olmayan, film senaryolarından esinlenme, kurgusal, Aksa Tufanı ve direnişin arkasında Türkiye ve istihbarat unsurlarının olduğu gibi propagandalar da epeyce tedavüle sokuldu bu süreçte. Benzer yaklaşımı Aksa Tufanı sonrası süreçte ciddi prestij kaybına uğrayan İran da “Halep kasabı” Süleymani üzerinden serdetti. En üst düzeyde yetkililer halkın gözünün içine bakarak Acem palavralarını ve yalanları irat etmekten çekinmediler.

Hamas’ı İzolasyondan Kurtarma

Peki, o halde Türkiye bütün bu Gazze savaşı sürecinde ne yaptı, ne yapamadı? Öncelikle bu savaşın AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’den bugüne kadar ki Siyonist saldırılarından farklı bir zeminde gerçekleştiğini belirtmek gerek. Filistin tarihinin en büyük operasyonu olan Aksa Tufanı sonrası başlayan Gazze kuşatması öncelikle meselenin daha girizgâhta zorluğu oldu. Siyonist lobi, ABD ve AB başta olmak üzere bütün müstekbirler Hamas’ın eylemi karşısında bütün dünyayı ortak cephede konumlanmaya zorladılar ve Hamas’ı öncelikli tehdit olarak sundular. Nitekim Türkiye başlarda onlarla aynı çizgide durmayarak ama açıktan Hamas’ın da yanında görünmeyerek ilk badireyi atlatmaya çalıştı. Siyonist saldırganlığın artmasıyla önce Hakan Fidan daha sonra Tayyip Erdoğan İsrail’in karşısında duruşlarını netleştirmeye başladılar. Kamuoyuna da yansıyan perde arkası diplomatik görüşmelerde Siyonist yetkililerin Hamaslı yetkilileri barındıran ülkeleri tehdit ettiği de ifade edildi. Nitekim bu tehditlerin ciddiyetinden dolayı Hamas’ın siyasi büro yetkilileri Katar’dan daha güvenli buldukları Türkiye’ye gelmek durumunda kaldılar. Erdoğan’ın Hamas’ı “özgürlük savaşçısı ve mücahidler ordusu” olarak tanımlaması, Gazze’ye yönelik yapılması düşünülen uluslararası müdahalenin daha baştan akim kalmasını sağlaması açısından önemli idi.

Siyonistler özellikle Amerika’dan da aldıkları olağanüstü güçle Gazze’ye yönelik eşine az rastlanır saldırılara başladığında yeni bir evreye geçilmiş oldu. Her gün yüzlerce insanın katledildiği bu korkunç tablo karşısında Türkiye’nin politikasının ne olacağı daha ilk haftalarda Erdoğan’ın açıklamalarında netleşmeye başlamıştı: Siyonistlerin suçlarını belgelemek, kayıt altına almak ve uluslararası mahkemelerde yargılanmalarını sağlamak. Yoğun diplomasi ile de İsrail’e karşı siyasi kompozisyonun güçlenmesi için çalışmak. Nitekim İslam İşbirliği Teşkilatının toplanmasını sağlayıp 31 maddelik bir sonuç bildirgesi yayınlanması bu sürecin ilk adımlarından oldu.

Farklı ihtimallerin gerçeklikle ilgisi ayrı bir tartışma konusu ama aslında Türkiye baştan itibaren belirlediği taktik-stratejiyi uyguladı. Bu taktik-stratejinin değişimini ya da farklı alternatiflerin gündeme yoğun bir şekilde gelmesini sağlayacak ideolojik, bürokratik, örgütlü gücün bulunmayışı, güçlü liderliği nedeniyle farklı politikaları Erdoğan’a kabule ikna edebilecek kadroların yetersizliği, dindar camiaların geleneksel siyasal alanı etkileme, değiştirme iradelerinin zayıflığı gibi unsurlar da bu olumsuz durumun en önemli nedenlerindendir. Bunlara Türkiye’nin kırılgan ekonomisi, küresel güçler ve bölge ülkeleri ile gerilimli ilişkileri de eklenebilir. Bu bağlamda örneğin Mısır Dışişleri Bakanının “Hamas’ı güçlendirmek için çalışan ve finanse edenler hesap vermeli.” açıklaması Hamas’a desteğin ne anlama geldiği ve İslami hareketlere düşman rejimler tarafından nasıl karşılandığını özetlemekte.

Katliamlarla birlikte iç kamuoyundaki tepkiler derinleşirken beklentiler de farklılık arz etmeye başladı. Örneğin savaşın seyriyle ilgili değişik iddialar dillendirilerek Kürecik ve İncirlik üslerinin kapatılmasını talep eden söylem ve eylemler siyasal mesaj ve içeriğinden çok farklı anlamlara oturtuldu. Siyonistlerin müttefiki ve en önemli destekçisi olduğu için NATO’nun en büyük ülkesi ABD’den dolayı ilkesel açıdan bu üslere karşı çıkmak gerekirken gerçeklerle alakasız bir şekilde, spekülasyona dayalı iddiaları tedavüle sokarak ve üsleri işgalin önüne geçirerek iktidarı eleştirme yanlışı yapıldı. İran ve Rusya’nın tam bir ideolojik manipülasyon ile fırsattan istifade bu üslerle ilgili rahatsızlığını örterek etkili olduğu unsurlar üzerinden oluşturmuş olduğu havanın tesiri altında kalındı. Tamamen komplo teorilerine dayalı iddialar yerine ilkesel açıdan bu üslere karşı çıkmak yeterli bir politik söylemdi oysa.

Ulus Devletin İdeoloji ve Coğrafi Tahayyülünde Gazze’ye Yer Var mı?

Türkiye’nin farklı olaylar karşısında gösterdiği askerî refleksin Gazze için de tekrarlanacağı söylemini dillendirenler buna ilişkin herhangi bir emarenin olmaması karşısında hayal kırıklıklarını yansıtan çıkışlarda bulundular. Karabağ, Suriye ve Libya’daki askerî operasyonların dinamik ve imkânları üzerinde durulmadan yapılan değerlendirmelerin hatalı olduğu açıktı. Devleti meydana getiren ideolojik kimlik ve askerî politik hareketliliğinin temel harcı olan milliyetçilik mevzuunun Gazze meselesinde de geçerli olduğunu söylemek pek mümkün değil. Erdoğan’ın iç dünyasında geçenlerin sınırları ile son yıllarda fena şekilde kendini kaptırdığı milliyetçiliğin politik hareket alanının sınırlarının fasılasını Gazze olayı net bir şekilde gösterdi aslında. Bir kez daha milliyetçi cahiliye ile inşa edilmiş siyasal kimlik ve devlet anlayışının Müslümanların çıkış kapısı olmadığı ortaya çıktı. Bu realite ulus devlet kimliğine sahip mevcut bütün ülkeler için geçerli. İdeolojik-politik uygunluk olsaydı Türkiye doğrudan askerî açıdan sahaya girebilir miydi sorusunun cevabı da güç ve imkân bağlamında ayrı bir tartışma konusu.

Siyonistlerle askerî ortaklığı dahi henüz 2008’de resmen sonlandırabilen bir Türkiye gerçeği var karşımızda. Türkiye’nin dünyanın dört bir yanından gönüllüleri taşıyan bir gemi filosu göndermesi, kuşatmayı kırmak ve savaşı bitirmek için uluslararası baskı oluşturması gibi beklentiler de bu bağlamda askerî risk taşıdığı için gerçeklikten kopuk görünüyor.

Diplomatik girişimlerde Türkiye daha zorlayıcı politik manevralar yapabilirdi elbette. Örneğin Fransa’dan temsilciler, Belçika ve İspanya başbakanları Gazze ile dayanışma için Refah önüne gidebiliyorsa Türkiye’den milletvekilleri neden benzer politikalar üretmesin? Bu tür politikalarla ABD ve AB üzerinde daha fazla baskı yapılamaz mıydı? Ya da havadan gıda, ilaç ve temiz su yardımının imkânları daha fazla zorlanamaz mıydı? İnsani yardım siyaseti yeni bir perspektifle daha etkin yol ve yöntemlerle geliştirilemez miydi?

Türkiye’nin bu süreçte yaptıkları ve yapmadıklarını birlikte ele aldığımızda Hamas üzerinde kurulmak istenen tecride izin vermemesi önemlidir. Hakeza hareketin önder kadrosunun Katar’dan çıkarak Türkiye’de ikamet ediyor olması da son derece olumlu bir adımdır. Aynı şekilde Siyonistlerin Hamas önderliğine yönelik suikast planlarına karşı kararlılığı gösterme babında MOSSAD ekiplerine operasyon yapılması da unutulmamalıdır. Uluslararası baskı ve tehditlere rağmen örgütün sağlıklı işleyişini temin edici koşulların oluşturulması da önemlidir. Bu bağlamda başta Amerika olmak üzere emperyal güçlerin tehdidine rağmen Hamas’ı “mücahidler ordusu” olarak tanımlayıp askerî, istihbari ve teknik yönden ise desteklememek en önemli eksikliktir. Türkiye’nin laik-Kemalist gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda geçmiş dönemler için anlaşılabilir olan bu politik tavrın pratikte Gazze savaşı sürecinde teknik, askerî ve istihbari yardım yapılması imkânına evrildiği düşünülebilir. İktidarı bu bağlamda zorlayıcı, yönlendirici toplumsal ve siyasal baskıların artırılması, bu eksikliği giderecek esaslı adımların atılması ihtimalini güçlendirecektir. Bunun ilk adımı Güney Afrika’nın açtığı davaya delil sağlamak olabilir. Mahkemenin İsrail aleyhine aldığı/alacağı kararlar da fiilî desteğin önünü açacaktır.

Kirli Ticaret Savaşın Değil İlkesizliğin Lojistiğidir

Toplumsal açıdan en ciddi rahatsızlık uyandıran noktalardan biri ise Siyonistlerle yapılan ticaretin bu katliam sürecinde dahi sonlandırılmamasıdır. Gazze katliamı yaşanmasaydı dahi ahlaki ve ilkesel açıdan problemli olan bu durumun, soykırıma varan katliamların yaşandığı dönemde de devam etmesi kabul edilebilir değildir. Mavi Marmara sonrasında da benzer bir çelişki yaşanmıştı. Türkiye siyasal sisteminin kültürel kötü özelliklerinden biri olan hesap vermeyen, eleştiriler karşısında kulağının üstüne yatan, nobran tutum maalesef son yıllarda AK Parti iktidarında da gittikçe öne çıkmakta. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada ilk defa İsrail mallarına boykot konusunda kitleselleşen bir duyarlılık oluşmuşken devletin hiçbir şey olmamış gibi ticari ilişkilere ait istatistikler yayınlaması akıl alır gibi değil. Hasbelkader lütfedip açıklama yaptıklarında ise ticaretin devlet kurumlarınca değil, özel teşebbüs tarafından yapıldığı ifade edilerek meşrulaştırılıyor. Oysa mücbir sebepler gerekçe gösterilerek bu ticaret engellenebilirdi. Bu durum ağırlıklı olarak tüccar mantığıyla düşünen iktidara sanıldığının aksine Müslüman halklar nezdinde önemli bir kamuoyu desteği sağlayarak ticari kayıpları izole etme fırsatı da sunabilirdi. Kaldı ki varsayalım bu ihtimal de olmadı. Kardeşlerinin katledilmesi karşısında en azından bir tavır olarak gösterilen ticari boykot neticesinde ortaya çıkan zarar bu dünyada izzet ve şeref, ahiret gününde kârdır. Allah Resulü’nün “Allah’ım! Kederden ve üzüntüden, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borç yükünden ve insanların kahrından sana sığınırım.” (Tirmizî, ‘Deavât’, 70) hadisinde buyurduğu üzere cimrilik, korkaklık gibi olumsuz özellikler kişileri, toplumları izzet bakımından nakısaya düşüren zaaflardır.

Ticari ilişkilerin bu süreçte azalmasına rağmen devam etmesini fırsat bilip Gazze katliamındaki politik duruş ve eylemliliği her zamanki gibi AK Parti iktidarına muhalefet açısından fırsat bilen sol ve kuyrukçusu unsurlar ise samimi olmadıkları gibi ikiyüzlüdürler. Onların derdi katliamdan duyulan derin rahatsızlık neticesinde ticari ilişkiye olan tepki değil. Eğer dürüst olsalardı bu çevreler yüz binlerce insanı en az Siyonistler kadar vahşice katleden Esed’i ve patronları Rusya ve İran’ı bir kez olsun protesto ederlerdi. Ya da protestoyu sadece iktidar yanlısı olduğu düşünülen şirketlerin önünde değil on yıllardır Siyonistlere mal satan üstelik ideolojik, kültürel olarak onlara yakın duran TÜSİAD önünde yaparlardı. Savaşın sürmesini sağlayıcı esaslı tedariğin bu ticaret yoluyla elde edildiği gibi iddialar hadisenin ele alındığı zeminin kaydırılmasına sebep olmakta. Sürdürülen ticari ilişkiler, Türkiye’nin limanlarından giden gemiler İsrail ticaretinin önemli bir yekûnunu oluşturmuyor. Sorun bu istatistikte aranmamalı. İlkesel ve ahlaki meşruiyet açısından bu ticaretin meşru olmamasıdır problem.

Aksa Tufanı ve ardından gelen Gazze direnişi dünyanın vicdanlı halklarını, ümmeti ayağa kaldırdı şüphesiz. Siyasal iktidarların da bu uyanış ve diriliş tablosunu sorumluluklar, yapılabilirlikler, imkânlar, potansiyeller ekseninde adalet, hakkaniyet, kardeşlik, cesaret ve istikametle kuşanarak ne kadar adım attıkları şüphesiz önümüzdeki süreçte de tartışılacaktır. Fakat bu değerlendirmeler salt iktidarların ele alındığı bir darlıkta olmaması gerekiyor. Yaşadığı ana karşı şahitlik etme zorunluluğunun bir gereği olarak Müslüman şahsiyet “ben, biz, herkes” aynasında “Kim ne söyledi, kim nerede durdu, neyi yaptı, neyi yapmadı?” soruları ekseninde hadiseleri ele almak zorundadır.