Futbol Asla Sadece Futbol Değildir!

Bahadır Kurbanoğlu

XIX. yy'daki emperyal fırtınayla birlikte gelişim gösterdi futbol. Elbette sadece futbol değil, sporun tüm diğer dalları da. Batı'nın kendi gücünü ispatta; 3. Dünya ülkelerinin batı karşısındaki komplekslerini gidermede; global ve yerel sorunların unutturulmasında egemen güçlerin en ideal aracı olmada vb.

1988 Seul Olimpiyat oyunlarında yüzmede favori rakiplerini geride bırakarak altın madalya alan Surinamlı Nesty, kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle diyordu; "Ülkemde çok büyük iç sorunlar vardı. Ama benim başarım iki hafta boyunca tüm sorunları unutturdu."

Surinam, Brezilya, Hollanda ya da Türkiye. Farklı nedenlerle de olsa, kendi geleneklerinden aldıkları farklı itici güçlere de sahip olsalar, bu global/modern ve artık belki silah sanayini bile sollayan bir endüstri halini almış olan futboldan hepsi nasiplenmekte.

Aynı olgu, sosyalist blok için de geçerliydi. Kapitalist blok karşısında tavır alma, kendini tanımlama ve gücünü ortaya koymanın en kolay alanıydı. Savaşmak kadar; ambargo koymak ya da ambargoyu delmek kadar; uluslararası sorunlarda tavır koymak kadar önemli bir alan.

Dünün spora da yansıyan, ya da sporla en kolay şekilde ifade edilip, propagandası yapılan değerler; değişen ve globalleşen dünyada günün kıstaslarını gözler önüne seriyor. Günümüzün 3. Dünyacı ve özellikle Afrikalı atletleri, artık ülkelerinin değerlerini temsil etmekten uzak ve tröstlerin maşası organizatörlerin elinde birer oyuncak haline geldiler. Dünyanın en büyük atletleri, milyonlarca doların döndüğü müşterek bahislerin kuklaları durumuna düştüler. Tıpkı tek kutuplu dünyada liderlerinin efendilerine boyun eğmesi gibi, onlar da nereden geldiklerini ve nereli olduklarını unutup dolarların cazibesi altında bir yarışta 3. gelip diğer yarışı kazanan; bir yarışta bilhassa rekor kırmayıp, büyük paraların döndüğü ve göğsünde bilmem hangi tröstün amblemini taşıdığı diğer bir yarışta rekor kırıp dakikalarca o amblemle tur atması gibi.

Siyasal alanda değişen dengeler ve sosyokültürel alanlara bunların yansıması yine en kolay şekilde sporun dallarında göstermekte kendisini. Futbol ise bu alanların en büyüğü. Global dil ve değerlerin en yaygını, en bilineni ve sevileni. 7'den 70'e herkes, hangi din ve mezhebe sahip olursa olsun bu sarmalın büyüsü içerisinde. Sosyalist blok futbolu emperyalizmin genişleme aracı olarak görmektense, onun kitlelerde yarattığı etkiyi kullanmayı ve kendi gücünü bu yolla ispata çalışmayı tercih etti yıllarca. Tıpkı İran-ABD maçını dünyanın yarısının nefeslerini tutup izlemesi ve konjonktürel değişimlerin ortak öznesi-dili haline dönüştürülmesi gibi. Zamanının en büyük ağır sıklet boksörlerinden ve 3 defa olimpiyat altın madalyası sahibi Kübalı Stevenson, Amerikalı organizatörlerin profesyonel olması için yaptıkları milyonlarca dolarlık teklifleri geri çevirirken hassasiyetini şöyle açıklıyordu; "Küba halkına ihanet edemem."

Futbol üzerine yapılan hemen her tahlilde, Franco'nun 3F formülü dile getirildi hep: Fedo, Fiesta, Futbol. Fedo Portekiz arabeski, fiesta da bayram anlamlarına geliyordu, Toplumları uyuşturma ve yönetmede önemli bir yer tuttuğuna inanılan ve simgesel bir önem atfedilen bu üçlemede bugünün en önemli unsuru, aynı zamanda evrensellik taşıması itibariyle de herhalde futbol olsa gerek. Zira uyuşturan şey, aynı zamanda çok büyük değerler ve anlamlar yüklemesi lazım insan hayatına. Futbol, bu görevi fazlasıyla görüyor. Belki de Karl Marx bugün yaşasaydı, kapitalizmin becerdiği bu işe hayretler içerisinde bakıp; "Dinden özür dilerim, kitlelerin afyonu futbolmuş!" diyecekti. Gazetelerde siyaset, kültür ya da ekonomi sayfalarından daha fazla yer ayrılan; televizyonlarda onlarca kanal üzerinden saatlerce tartışması yaptırılan; tröstlerin milyarlarca dolar akıtıp, milyarlarca dolar kâr yaptıkları bu alan, ilginçtir hiçbir artı değer ifade etmiyor. Yani "dinler iyilik ve kötülüğün karşılığında ahiret ya da farklı ödül ve ceza türlerinden bahsederken, futbol, dünyevi anlamda dahi hemen hiçbir şey vaadetmiyor insanlığa. Milliyetçiliğin bir aracı olmaktan, bir alt kimliği ifade etmekten başka hiçbir şey. Üretime kattığı şeyler, alıp götürdüklerinin milyonda biridir. Peki bu oyunu bu kadar cazip kılan, ona bu kadar değer yükleyen anlamlar dünyasını kimler/neler oluşturuyor?

Reklamın ve Para Aklamanın En Kolay Aracı

Futbol endüstrisinin arkasında Coca-Cola, Pepsi, Adidas, Sony vb. dünya devleri var. 1994 dünya kupasının ABD'de yapılmasının arkasında da bu devler vardı. Ne Brezilya'nın dünya şampiyonu olması, ne de bu kupanın ABD'de yapılması tesadüfi değildir. Futbol endüstrisinin ABD'de daha canlı hale gelmesi ve pazarın genişlemesi içindir herşey. Brezilyanın şampiyon olmasına meyil duyulması da benzer sebepleri taşır bünyesinde; Güney Amerika'da cazibesini yitiren pazarı yeniden canlandırmak. Galatasaray'a elenen Manchester'ı hatırlayalım; hisse senetleri müthiş bir düşüş yaşamıştı o dönem.

Futbol endüstrisinin en cazip yönlerinden biri de para aklamadır. Bir dönem İtalya'da başbakan olan ve Milan takımının da başkanı olan basın imparatoru Berlusconi, bunun dünyadaki en güzel örneğini oluşturur. Türkiye'de de durum farklı değildir. Kulüp başkanlarının ya da yöneticilerinin kimliklerine şöyle bir göz gezdirmek bu konuda tatmin edici bir cevap verebilir insana. Bir futbolcunun alımı için cebinden bir anda 5 trilyonu çıkarabilen biri, acaba bunu sadece renk aşkı için mi yapar?

Sadece bunlarla bitmez futbolun öyküsü. Fakirlik ya da müreffehlik değildir onun ölçüsü. Brezilya'da açlık sınırındaki milyonlarca insana samba yaptırtan bu güç, Hollanda'da da milyonları sokağa döker. Zira egemen yapılar açısından öylesine güzel işlevler görmektedir ki, hem üst kimliğe katma, hem de alt kimliklerle sisteme eklemleme açısından bundan daha işlevsel bir araç bulmak mümkün değildir. Bu, Türkiye gibi ülkelerden farklı olarak, Batı'da daha belirgindir. UEFA kupası oynayan bir Galatasaray'ı Fenerlisi de, Beşiktaşlısı da destekler, Türkiye gibi bir üçüncü dünya ülkesinde. Nitekim burada birleştirici unsur ulus-kimliktir. Önemli olan Batı karşısında zafer kazanmaktır. Oysa Şampiyon kulüpler finali oynayan aynı ülkenin iki takımının taraftarları Madrid sokaklarını kan gölüne çevirirler İspanya'da. Real Madrid-Valencia karşılaşmasından sonra, alt kimlikler savaşı başlar. Ulus-kimliğin ötesinde bir alt kimlikler savaşıdır bu. Tıpkı İtalya'da, İtalya kupasını almanın Avrupa kupalarından daha değerli olması gibi.

Türkiye özelinde konuşacak olursak, biraz daha geriden takip etmekle birlikte benzer bir sürecin yaşandığı görülür. Farklılık belki Batı karşısında kendini ispatlama çabasıdır. Sistem bunu olanca gücüyle körükler. Tıpkı Hakan Şükür'e altın ayakkabı hediye eden Tansu Çiller'in; "Galatasaray AB'ye bizden önce girdi" demesi gibi.

Türkiye gibi ülkeler özelinde, Batı karşısındaki ezilmişliğin, değerler savaşının ve kendini tatmin olgusunun bir diğer adı olan futbolun etkisi sadece bununla sınırlı kalmaz. Sistemi ayakta tutma ve sisteme katma olgusu, kara para aklamadan ya da reklam aracı olmadan öte anlamlar da taşır. Ve belki de bu gerçeklikler çok daha büyük faydalar taşır sistem açısından. Van ve Diyarbakır belediye başkanlarının birinci lige çıkma arzularının arkasında yatan mantığı hatırlayalım birkaç yıl öncesine gidip; "Eğer bizi birinci lige çıkarırsanız, terör biter, büyük kulüplerin başkanları bölgeye gelip, yatırım yapılabilecek alanları tespit ederler. Bizde işsizlik diz boyu, ucuz işgücü ise onların faydasına." Yani eğer bölünmek istemiyorsak bizi birinci lige taşıyın demeye gelen serzenişler çokça duyulmaktaydı birkaç yıl öncesine kadar.

Türkiye olarak müthiş bir çelişkiler ülkesiyiz. Bunun en bariz örneklerini de futbola akıtılan paralarla karşılaştırmalı yapılacak ölçümlerde gözlemlemek mümkün. Devletin bir bakanı diyor ki; "Bir futbolcuya verilen transfer ücretiyle biz, Kıbrıs'a su taşıdık". Gerçekten de beş kulübün transfere ayırdıktan paralarla, Teleon TV ihalesini birleştirdiğimizde karşımıza IMF'nin Türkiye'ye yaptığı bir yıllık yardımın karşılığı olan rakam çıkmakta. Galatasaray'a devlet yardımı yapılacağı söylentileri başladığında Beşiktaş kulübünün sözcüsü çıkıp, "Biz iki trilyon vergi ödedik, şimdi bu paralar Galatasaray'a peşkeş çekiliyor" demişti. Doğrudur, ancak aynı yöneticiye, halkın ödediği trilyonların nerelere peşkeş çekildiğini sorsak herhalde bildiği halde cevap veremezdi. Çünkü bu konuda konuşmak bir hayli riskler taşır. Riskin ötesinde onların da tekerine taş koymak anlamına gelir. İşte böylesine bir çelişkiler ülkesiyiz.

Galatasaray'a verilecek milyonlarca dolar haftalardır tartışma konusu olabiliyorken, hatırlayabildiğimiz kadarıyla kulüplerin deprem bölgelerine yardımları fazla gündem oluşturmamıştı. Hatta böyle bir konunun gündeme dahi gelip gelmediğini hatırlamakta güçlük çekiyoruz. Örneğin Galatasaray'ın heykelini dikmek için yarışan belediyeler arasında, hala deprem vaadlerini gerçekleştiremeyenler de var. Cimbom, depremzedelerden daha önemli değerleri ifade ediyor olsa gerek.

Bir de konunun diğer bir yönü var. Evet, Galatasaray önemli bir başarı elde etti. UEFA kupasını kazanmak, meseleye salt sportif açıdan dahi baktığınızda önemli bir başarı. Ancak konunun aşırı derecede gündemleştirilmesi, lanse edildiği üzere gelişen ve ilerleyen Türkiye'yi daha da kamçılayan bir görevin ifa edilmesinden ziyade, tam tersine her alanda negatif grafikler içerisinde olan bir sistemin tutunacak bir dal bulması ile yakından alakalıdır. Fatih Terim yabancı gazetecilerle yaptığı bir mülakat esnasında, "bu başarı Türk futbolunun değil, Galatasaray'ındır" demişti. Doğruydu da. Gelişen Türk futbolunun içerisinden sıyrılan bir takım değildi Galatasaray. Tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi. Yani siyasi, ekonomik ve sosyokültürel alanlardan gelen yükselişin ardından elde edilen bir başarı değildi bu. Tam tersine, her alanda yaşanan bunalımları perdeleyen, onların üzerini kısa süreli de olsa örten bir gelişmeydi. Adeta bir can simidi işlevi gördü. Tıpkı Surinamlı yüzücünün başarısı gibi.

Futbol, gerçekten bu alanda önemli bir araç. Egemen yapının açıklarını örtmede, kitlelerin manipülasyonunda büyük bir işlevi var. Doğu'da savaşın had safhada olduğu bir dönemde, bütün gazetelerin sarı-kırmızıya boyandığı dönemleri hatırlayalım. Aslında meselenin farkında olanlar için Galatasaray'a yapılanlar az bile.

Sisteme entegrasyonun önemli araçlarından biri olan futbolu, şüphesiz sadece gelişmiş kapitalist ülkeler ya da diktatörlükler değil, İran gibi ülkeler de aynı amaçla kullanmaya devam etmektedirler. Stadları dolduran binlerce çadorlu kadının tezahüratları, belki profesyonel anlamda bir entegrasyondan ziyade, emperyal dünyanın ortak dilinin kendi menfaatleri için tüketilmesi olarak adlandırılabilir. Düşünme melekelerini dumura uğratan, belki kısa vaadede sisteme entegrasyon sağlasa da, uzun vadede içinden çıkılmaz dejenerasyonların kapılarını aralayan bu politika, İran gibi ülkelerde rejimin amaçlarını yaygınlaştırmaktan/kökleştirmekten ziyade yerinde saydıran, hatta gerileten bir tehlikeyi bünyesinde barındırmaktadır. Milli maçlar bir yana, her lig maçı öncesi milli marş okutan zihniyetle aralarındaki farkları flulaştırmaktadır.

Meselenin bu yönü de sisteme katma olgusuna sosyo-politik anlamlar katan önemli bir örnektir GS-Arsenal maçının son dakikalarında söylenen "Dağ başını duman almış" ve maçtan sonra bütün kanallarda çalınan "Onuncu yıl marşı", kitlelerin bilinçaltına işlenen bir mekanizmayı deşifre etmekte. Adeta galip gelmekle, Cumhuriyetin ayakta kalması özlemlerini harmanlayan bu anlayış, özelde 28 Şubat süreciyle de yakından alakalı. Her ne kadar muhafazakar belediye başkanları "Avrupa Fatihi Galatasaray'ı Kutluyoruz" pankartlarıyla caddeleri süsleseler de, başarı 28 Şubat politikalarının zaferi kadar baskın bir anlamı içerir.

İlginçtir, 28 Şubat politikaları mağduru olan kesimler de bugün kendilerini futbol gibi bir anlamlandırma aracıyla ifade etmekteler. Siirt Jetpa ve Yimpaş Yozgatspor'un başarıları Anadolu insanına egemen kimlik karşısında bir anlam dünyası elde etme şansı vermekte. Tıpkı batı karşısında profesyonel kulüplerin tutumu gibi. Bu, Anadolu sermayesi açısından sadece bir reklam aracı olarak görülmemeli. Aynı zamanda kendini ifade etmenin en meşru ve en kolay yönü. Ki bunun engellenmesi de söz konusu değil. Birincisi, bu başarıların devamının geleceğine inanılmaması, (Yani kulüplerin kendi köklülüklerine olan inanç) ikincisi de aslında bu yöntemin çok da rahatsız edici görülmemesi. Tıpkı kendini silahla ifade eden bir Katalonya'dan ziyade, futbolla tatmin etmeye çalışan bir Katalonya'nın tercih edilmesi gibi.

1988'de Surinamlı Nesty'nin aldığı altın madalya iki hafta boyunca tüm sorunları unutturmuştu onlara. Ama aradan geçen 12 yıl hemen hiçbir şeyi değiştirmedi Surinam'da. Brezilya 4. Şampiyonluğunu kazanarak, XX. asra imzasını koydu. "En büyük benim" dedi ama onlarca yıldır Brezilyalıların dramı dinmedi. Aksine giderek daha da arttı. Dünya futbol endüstrisi milyon dolarlarla konuşmaktan milyar dolarlara ulaştı ve bu piyasadan Afrikalılar da paylarını aldılar ama Afrika'nın dramı azalacağı yerde arttı. Türkiye futbola akıtılan paralar sayesinde Avrupa'nın en büyükleri arasında dolaşmaya başladı, bu geleneği Naim Süleymanoglu'na 1 milyon dolar vererek başlatan Özal döneminin altından çok sular aktı ama Türkiye maddeten ve manen yaşadığı çöküşe dur diyemedi; aksine Susurlukların kahramanları siyasi arenalardan çok hep spor sahalarına sığındılar.

Ya futbolcular?! Düşünce boyutu başta olmak üzere, hiçbir üretime katkıları olmayan; bu tüketim endüstrisinin nesnesi konumundalar hepsi. Tıpkı Roma'daki Gladyatörler gibi. Eski Roma'da, 50.000 kişilik arenalarda 100-150 gün boyunca düzenlenen oyunlar, tamamen halkın dikkatini siyasetten uzak tutmak için yapılan organizasyonlardı. O dönemde de kölelerle yürütülen bu mekanizmayı işletenler büyük paralar kazanırlardı. Bugün Olimpiyat oyunları, Dünya kupaları, Yerel müsabakalar vb. ile 365 güne yayılmış bulunan organizasyonların amaçlarında dünden bugüne değişen fazla birşey yok. Yani 2000 yıldır aynı tas aynı hamam.