Felluce: Nadas Ya Da Felç

Ömer Küçükağa

Amerika'nın Felluce'ye düzenlediği operasyonun üzerinden birkaç ay geçti. Ağır bombardıman nedeniyle şehirden kaçışan on binlerce insan geri döndü. Hayat yeniden başladı. Ve defter kapandı.

Kapandı mı?

Felluce defteri gerçekten kapandı mı?

Ermenilerin yüzyıl öncesine ilişkin defterleri sürekli açık tutulurken Felluce defteri nasıl kapandı, kim kapattı, neden kapattı, bilânço ne?

Yüzüne bakmaya kıyamadığı biricik bebeğinin kömür kesilen bedeninin kucaklamış bu yeni gelin, Arap kadını neden böyle kaskatı, durmuş ufka bakıyor? Ateş koru bu ağıt hangi ihtiyarın ciğerinden kan almış? Bu şehre ne olmuş, ecinniler mi basmış? Neden gözler, cam bilyeler gibi bir karış yuvalardan fırlamış? Çöle dolu mu yağmış, kutba güneş mi doğmuş? Âlemin cinneti Felluce'de mi toplanmış? Bilimkurgu filminden fırlamış ve Felluce topraklarına düşmüş bu ruhsuz, bu erdemsiz robotlar kardeşlerime ne yapmış?

Bölgeye yardım ulaştıran kurumların görevlilerinin anlattıklarına göre bilânço çok ağır: Altı binden fazla bina, füzelerden isabet almış. Camiler, hastaneler, çocuk yuvaları, kreşler… Ayrım gözetilmeden vurulmuş. Ölü sayısı bilinmiyor, yaralılar tedavi edilemiyor.

Demokrasi İçin Nadas

Bir arazinin toprağının altüst edilmesi işlemine nadas diyoruz. Böylece toprağın bitki örtüsü altta kalır, çürüyerek gübreye dönüşür, ürünün kalitesi ve rekoltesi yükselir.

Felluce, Arapça bir kelime, "nadas yapılmış tarla" anlıma gelir.

Amerika, kentin altını üstüne getirdiğine göre, cenazelerin gömülmesine izin vermediğine göre, yapılan operasyona "nadas" diyebiliriz. Nadas genellikle güzün yapılır. Amerika da öyle yaptı. Minareler kenti olarak da bilinen Felluce, camileri, medreseleri, Kur'an yuvaları ve tüm İslamî florasıyla alt, üst edildi. Demir çelik, ateş yığınına dönüşmüş bir uygarlığın demir çelik yığını kalpsiz askerleri, şehrin bütün İslamî dokusunu yok etmekle kalmadılar, camilerin içindeki yaşaması muhtemel yaralı Müslümanları öldürdüler, kafalarına kurşun sıkarak, kameraların önünde. Askerler pis pis sırıtıyorlardı, övünç duyulacak bir iş yapıyorlarmış gibi elleriyle zafer işareti gösteriyorlardı.

Amerikan askerlerinin yaralı Müslümanları öldürdükleri sırada sergiledikleri tavırlar, psikiyatri uzmanları için de çok zengin veriler içeriyor. Yaralı bir insanın kafasına kurşun sıkmak, sonrada onun ölmüş bedenini tekmelemek, ardından zafer işareti yapmak, yalnızca bu eylemleri yapan askerin ruh halini göstermekle kalmaz, aynı zamanda o askerin mensubu olduğu uygarlık hakkında da bir fikir verir, o uygarlığın nasıl bir uygarlık olduğuna ilişkin cevaplar sunar.

Denebilir ki yalnızca bir askerin yaptıklarına bakılarak bir uygarlık hakkında kesin sonuçlara varmak yanlıştır. Bu itiraz yersiz ve anlamsızdır. Çünkü biz burada örnekleme yapıyoruz, elimizdeki tek örnek, yaralı insanları kurşunlayan, tekmeleyen, zafer işareti yapan Amerikan askeri değil, elimizde bununla örtüşen çok sayıda örnek var.

Bugünkü Amerikalıların ataları kıtaya ayak bastıklarında, ellerinde ok ve mızraktan başka hiçbir savunma silahı bulunmayan yerlilerle karşılaştılar. Bu yerliler küçük öbekler halinde yaşıyorlardı, her öbeğin başında da bir reis vardı. Saddam türü, zulmü bütün ülkeyi kaplayan bir diktatörün varlığından söz edilemezdi. Günümüzdeki düzeyde bir Pentagon, istihbarat örgütleri, CIA, FBI gibi kurumlar bulunmadığından yerli halkın elinde hangi çapta biyolojik ve kimyasal güç, kitle imha silahı vardı, bilinmiyor. Kıtanın çeşitli yerlerinden kuşkulu dumanlar yükseliyordu; ama bu dumanların biyolojik kitle imza silahı üreten fabrikalara ait olup olmadığını denetleyecek uluslar arası bir denetim mekanizması yoktu. Evet, ilik bakışta yerli halkın elinde yalnızca ok ve mızrak görünüyordu. Peki, bu kuşkulu dumanlar neyin nesiydi? Mızrakların uçlarındaki sivri demirler başka bir şüphe konusuydu. Acaba bu mızrak uçlarındaki demir halkalara nükleer başlıklar yüklenmiş miydi? Yapılan tüm araştırmalara rağmen ülkede herhangi bir füze rampası bulunamamıştı; ama ortam Amerikalılar için güvenlik riski taşıyordu. Kızılderili terör örgütleri, sarp kayalıklara, ulaşımı güç mağaralara sığınıyor, fırsat buldukça, yüksek ateş gücüne sahip beyazlara karşı intihar eylemi benzeri saldırılar düzenliyorlardı. O günlerde Amerikalılar lojistik desteklerini kamyonlardan değil, şimendiferlerden sağlıyorlardı, teröristler de kamyonlara değil, şimendiferlere saldırıyorlardı. Avrupa da ki kamyon şoförleri için bir tehlike söz konusu değildi, kamyon denilen nesne var olmadığından onların şoförleri de var olamazdı, şoför "ateşçi" anlamında bir kelimedir, ateşlenecek bir kamyon olmayınca, onu ateşleyecek bir şoför, bu şoförü bekleyen bir tehdit yoktu. Hâsılı kamyon şoförleri güvendeydi; ama şimendifer makinistleri için durum farklıydı, her an ölümle burun buruna yaşıyorlardı, ekmek parası için binlerce mil öteden, Avrupa'nın içinden kopmuş gelmiş bu makinistler, Kızılderili terörünün baş hedefi durumundaydılar, evlerinde kendilerini bekleyen kaç çocukları vardı, hangi borçlarını ödemek için makinistlik yapmaya mecbur kalmışlardı, yerli halka insanî malzememi taşıyorlardı, hiçbir fark gözetilmeksizin öldürülüyorlardı.

Kızılderililerin füze rampası ya da mızrak rampası geliştirdiğine dair bir istihbarat raporu bulunmuyordu; ancak bilek güçleri hayli gelişmişti ve aralarında demir halkalı bir mızrağı birkaç yüz metre mesafeye atabilen, hedefi vurabilen insanlar vardı. Bu güçlü kollar, bir tür mızrak rampası görevi görüyordu. Adı geçen mızraklara nükleer başlıklar takılma ihtimali göz ardı edilemezdi. Nitekim biyolojik silah üretme kapasitesine sahip oldukları, kimyasal silah sanayi için alt yapıyı geliştirdikleri ispat edildi. Kızılderililer çeşitli otlardan elde ettikleri zehirli birleşimleri, yılan ve akrep gibi zehirli hayvanlardan aldıkları salgıları, bir kıvama getirip macun yapıyorlardı, bu macunları okların ve mızrakların ucuna sürüyorlardı. Böylece bu okların saplandığı bedenler açılan yaradan çok, zehirli kimyasal maddelerin hızla kana karışmasından ötürü ölüyorlardı.

O kadar çok Kızılderili vardı ki, dört bir yandan saldırıyorlardı, yüzlerce ok, onlarca mızrak havada uçuşuyordu, kitlesel ölümlere yol açıyordu.

Hem biyolojik ve kimyasal silah üretilmişti, hem kitlesel imha silahı

Sarı benizli adam düşündü

Ve karar verdi

Dünya barışı tehlikedeydi

Avrupa büyük bir tehdit altındaydı

Küresel ve kitlesel bir terör vardı, buna karşı küresel bir savaş kaçınılmazdı. Bütün Kızılderililer terörist idi, sarı benizli adamın, yani insanlığın müşterek düşmanıydı, temizlenmeleri şarttı.

Hemen Kızılderili terörüne karşı uluslar arası bir koalisyon kuruldu. Amerikan liderliğindeki koalisyon, 15. yüzyıl sonlarında, Aztek İmparatorluğu şemsiyesi altındayken nüfusu İngiltere'den fazla olduğu bilinen Kızılderilileri kitleler halinde öldürdü. Savaşa ve direnişe katılmasa bile, Kızılderili olmak, öldürülme sebebi sayılmıştı.

Nice Felluce'ler yaşandı

Kim bilir nice nadaslar

Kaçabilenler Güney Amerika'ya gitti. Dinleri, dilleri, örfleri yasaklandı. Zorla Katolik yapıldılar. Marlon Brando, en az 250.000 Kızılderili'nin hayvanlar gibi kısırlaştırıldığını söyler. Yüz binlerce kadının neden hep ölü çocuk doğurduğu, hâlâ anlaşılmış değildir. Nesilleri tükenmek üzereyken kıyıma son verildi, müzelik yaratıklar olarak teşhir amacıyla korumaya alındılar. Bugün batılı adam Kızılderilileri, şempanze seyreder gibi, orangutanı inceler gibi bakar. Öylesine tepeden, acıyarak, küçümseyerek, kibirlenerek, yaptıklarından haz duyarak, ruhunu öldürdüğü adamı şehvetle tekmeleyerek, pis pis sırıtarak, zafer işareti yaparak.

O bütün bunarlı demokrasi için, özgürlük için, insan hakları için, dünya barışı için yaptığına inanıyordu, Batılı adam bugünde aynı biçimde inanıyor.

Altın, petrol, değerli madenler tamamen tesadüf.

Önemli olan demokrasi

İnsan hakları özgürlük

***

Avrupalılar Amerika'ya girdiklerinde ülkenin uçsuz bucaksız vadilerinde yabani sığırlar yaşıyordu. Bizon ya da Bufalo adı verilen bu zarif ve kıvrak hayvan, yerli halkın en önemli yaşam desteğiydi. Hem başlıca protein kaynağıydı, hem derisinden ve kılından yararlanıyordu.

Bir tek sürü çok kere 40 kilometre eninde ve 80 kilometre uzunluğunda bir alan kaplardı, tahmin edilen sayısı 60 milyon kadardı. Kızılderililer hayvanın derisini giyecek olarak kullanır, kılından çadır yaparlardı. Etini ince şeritler halinde keser, sonrada bunları tütsüler ve kuruturlardı. Böylece sertleşen et şeritlerini uzun yolculuklarında yanlarında taşırlardı. Yiyecekleri zaman vura vura toz haline getirir, çeşitli yemişlerle ve yağlarla karıştırırlardı.

1900'lere gelindiğinde, ortalama ağırlığı bin kilogram olan bu yabanî hayvanlardan yalnızca 300 adet kalmıştı. Yaklaşık 60 milyon bizon, Kızılderili direnişini kırmak, onları aç bırakmak için beyaz adamlar tarafından öldürüldü. Kurşunlarla, göç yollarına döşenen mayınlarla, uçurumlardan yuvarlanarak yok edildiler. Soyları tükenmesin diye Yellowstone Parkı'nda korumaya alındılar.

Amerikalılar hayvanları öldürdüklerinde "OLEY" diye bağırırlardı.

Yaralı hayvanın kafasına kurşun sıkar, yumruklarıyla zafer işareti yaparlardı. Sonra hayvan haklarını kaleme aldılar. İnsan hakları, hayvan hakları gibi konularda artık çok titizleniyorlar. Felluce'nin adeta felç edilmesi, altüst edilmesi, bu titizliğin sonucu. Kızılderililerin, bizonların ve Iraklıların öldürülmesi, insan haklarının ve hayvan haklarının uygulanması, demokrasinin kökleşmesi için. Hayvan hakları konusunda bu kadar titiz davranan bir uygarlık, Kurban Bayramı'ndaki kanlı görüntülerden nasıl rahatsız olmaz? Aslında Kurban Bayramı'ndaki yanlış uygulamalar değil, bayramın kendisi hayvan haklarına aykırı. Çünkü yanlışlar bir şekilde düzeltilebilir; ama bayramın kendisi… Onu ne yapmalı?