Ekonomik Talan ve Törpülenen Duyarlılıklar

Bahadır Kurbanoğlu

Karanlığın baskısı olanca gücüyle artıyor. Artık sadece zihinlerimizden değil, maddi-manevî her cihetten baskı altında olduğumuz tescillenmiş durumda.

Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (DİE) verilerine göre Türkiye ekonomisi 1999'da 6.4 küçülmüş. KOBİ'ler tam bir kaosun içerisinde. Hiçbir sektörde bir gün diğer bir günü tutmuyor. Müthiş bir istikrarsızlık trendi almış başını gidiyor. Cotarelli'lere emanet emekçiler yığını, "enflasyonu düşürüyoruz" yalanlarına elbette inanmıyor ama batık bankaların yükünü omuzlayacağı günlerin gelip çattığını da iyi biliyor. 28 Şubat iktidarı enerji başta olmak üzere, pekçok alanda çekilecek sıkıntıların yakın olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyor. Bu defa Güneydoğu Asya'da bir kriz yok; yani kendisine sarınılacak yalanlar üretmek de zor.

Ama tüm bunlar 15 milyon ailenin yaşadığı Türkiye'de, 150 bin ailenin gelir piramidinin en yüksek noktasında olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yüzde 1'lik bu kesim içerisinden yaklaşık iki bin aile üst katmanı oluştururken, on bin kadar aile de kaymak tabakayı teşkil ediyor. DİE'nin verdiği komik rakamlara göre bunların yıllık geliri 300 milyar lirayı buluyor. Diğer katmanda ise yıllık geliri 60-120 milyar arasında olan aileler var. Komik diyoruz, nitekim resmi rakamlar bu ailelerin aylık kumar-eğlence-seyahat vb. harcamalarını adeta gelir olarak gösterip, bürokrasinin dikenli tellerine takıldığını itiraf etmek zorunda kalıyor. Ama bir gerçek var ki; bu -yaklaşık- yüzde 10'luk kesimin dışında kalanlar uçurumun büyüklüğüne şehadet ediyorlar.

Birkaç kişi ya da ailenin eline emanet Türkiye ekonomisi, genelin faydasından ziyade, azınlığın çıkarları doğrultusunda manipüle edildiği için; 28 Şubat benzeri süreçler bu ivmeyi hızlandıran uygun ortamları oluşturuyor. Halkın yüzünü güldüren az sayıdaki fırsatlar ise yine bu mantık üzere elinden alınıyor. LPG buna en güzel örnektir. Avrupa'da devletler, neredeyse LPG kullananların ceplerine para koyacakken; Türkiye'de nasıl etsem de cazibesini yitirmesini sağlasam mantığı hakim. Bu bir eğitim olmaktan öte, bizzat devletin bakanı tarafından itiraf edilen bir gerçeğin ürünü.

Bu tip yüzlerce örneği, 28 Şubat sürecinin her kademesinde yaşadık. Örnekler çoğalır ama mantık hiç değişmez. Halkın hayatının tam göbeğinde, sofrasının tam ortasında, cebinin tam içerisinde olan bu tip konular her nedense akşam bültenlerinde on'ar dakika haber olmaktan öteye gidemezler. Ama Kadir İnanır'ın motivasyon(!) amaçlı geçtiği cep mesajları günlerce her kesimden insanı endişelere gark eder. Halk, maalesef her geçen gün daha da fazla tacize uğradığını unutup, taciz haberlerinin takipçisi olma konumunu sürdürür. Taciz, kimi zaman bir televizyon reklamında, tescillenmiş olan aptallığı sayesinde para kazanan bir sarışından gelir; kimi zamansa akşam haberlerinin yüzde doksanını oluşturan magazinel ahlaksızlıklardan. Yine taciz, kimi zaman tv ekranlarından aşağılanan göstericilere yapılır; kimi zamansa halkın büyük çoğunluğunun değerlerini oluşturan 'din'e, ya da o dinin en önemli unsurlarından biri olan başörtüsüne. Biz kimi tacizlerin farkında oluruz; kimindeyse gafil avlanırız. Ama tacizler sürüp gider ve olağanlasın Biz ise zorla gözümüze sokulan kıytırık haberlerin, programların, asparagasların, reklam aracı gelişmelerin sanal dünyalarındaki gerçek mağdurlara dönüşürüz. "Abuzer Kadayıf İbrahim Tatlıses midir, değil midir?" şeklindeki reklama-tik örgü, evlatlarımızın geleceğinden, LPG'ye yapılacak zamlardan, 312'den daha önemli bir hal alır; farkında olarak ya da olmayarak.

Suyun başını tutanlar, suyun akışını hep kendi istedikleri yöne çevirmekte oldukça mahir ve pervasızdırlar. Biz ise, "suyun mermerle mücadelesi" özdeyişinden yola çıkarak, temenni ve dua'dan öte bir şey üretememenin sancıları içerisinde kıvranırız. Herkes aynı dertlerden müzdariptir ama o "herkes" bir türlü bir "biz" yumağı haline dönüşmeyi beceremez. Onurlu bireyler olmak; örgütlü ve onurlu "biz"den daha efdal görünmektedir şimdilerde. Bir onurlunun yaptığından diğer onurlu haberdar değildir. Duyduğunda bir 'Allah razı olsun' çekmenin ötesinde yapacağı fazla bir şey olmadığı kanaatini taşımaktadır belki de. Haklı olunan taraflar da vardır elbette. Ama o haklı görünen zeminleri tartışmak için bile bir araya gelmenin zorluklan vardır. "Ne yapmalı?" sorusuna verilecek cevaptır belki de ürkütücü olan. Nefis muhasebesi, özeleştiri vb. meşru, doğru ve önemlidir. Ama süresi noktasında hiç kimse ortak bir kanaate sahip değildir. "Şu süreç bitsin artık!" şeklindeki yarı dua, yarı isyan karışımı serzenişler, mesihini arayan zihinlerin, hukukçu bir cumhurbaşkanına kavuşmuş olmasının sevinç çığlıkları olarak tezahür eder çoğu zaman. Kim "belirlenen", hele hele sürekli negatif bir trend içerisinde "belirlenen" olmayı ister ki. Edilgenlik, süreklilik arz edebilen bir olgu olsaydı, belki de buna katlanmak mümkün olabilirdi. Ama adetullah gereği, doğa/hayat boşluk kabul etmiyor. Sürekli "edilgenlik" duyarlılıkları, suyun toprağı alıp sürüklemesi gibi ortadan kaldırmakla kalmıyor; kimlik erozyonu, değişim, bıkkınlık, ye's gibi olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. Bu, sadece 28 Şubat sürecinde traktörlerini satmak zorunda kalan köylülere; okul önlerinde başörtü zulmünden kıvranan kızlara; LPG'ye yapılan zamma; 312. Madde tartışmalarına duyarsız kalmayı beraberinde getiren siyasal-toplumsal gelişmelerde kendisini göstermiyor; bilakis, hayatı bir bütün olarak kavrayamamanın getirdiği, hayata İslamca, müslümanca, mü'mince duyarlılıklarla bakamamayı da nefsi olarak beraberinde getiriyor. Hayatta, sadece siyasal ve toplumsal süreçlerle sınırlı olmayan "sınavın sünneti"ni kavrama ve "kulluk bilinci" de dumura uğruyor. Hayatın merkezinde yer alan sınavlar; kimi zaman ticaretten kesada uğrama ve mallardan eksilme; kimi zaman eşler ve çocuklar, kimi zaman da hastalık-savaş-sıkıntı iken; bu bütünlük gözden kaçtığında, herhangi bir alanda yaşanan sıkıntı bütün alanları etkisi altına alabiliyor. Herhangi bir alanla ilgili olarak içine girilen "süreklilik/devamlılık" beklentisi, olumlu ya da olumsuz etkileri de beraberinde getiriyor. Herhangi bir olayla ilgili olarak yaşanan bir ivmede, sürekli başarı, sürekli kazanç sağlama ve bunun hak edildiği kanaati ne kadar yanlış ise; olumsuzlukların devamlılığını zannetme de bir o kadar yanlışlığı içerisinde barındırıyor. İlkinde yaşanan hayal kırıklığı hedefleri dumura uğratırken, ikincisi tam bir ye's halini ortaya koyuyor. Sınav bilinci zedeleniyor. Büyük ya da küçük reel beklentiler, amelin değerini, sevabı-günahı, Allah rızasının lezzetini, sürekliliği olmazsa olmaz olan tevbe-istiğfar eyleminin şuurunu ve bedel ödeme denen ve karşılığı firdevs cennetleri olan yüce mükafatın ilahi hazzını unutturuyor. Küçük ama biriktikçe büyüyen doğruluk, güzellik, erdemliliklerin önüne, saman alevi gibi parlayıp tükenen günlük, anlık, konjonktürel emeller geçiveriyor.

Bütün bunlara harcanan, israf edilen, tüketilen zamanlar da eklenince kulluk bilinci, hiçbir siyasi, konjonktürel ya da nefsi bahanesi olmayan bir girdabın içerisinde debeleniyor. Ta ki, debelenme süreci tükenene kadar.

Bu fırtınalı süreç, hemen her kesimi girdabın içerisine çekiyor. Kimileri dünün revaçta ve uğrunda canlarını verecekleri siyasal sloganların toprağa gömülüşünü seyrederken; kimileri de teorilerinin hayatla örtüşmeyen yönlerini tespit ve tamir cihetinde bir debdebenin içerisine girmiş durumdalar. Aslında gerçeğin itirafı, pek çoğu da bunları bile irdelemekten uzak bir bezginliğin çoraklığını yaşamaktalar. Karamsarlık, sadece 28 Şubat'ın ektiği tohumlarla yeşermiş ve dal budak salmış olsa ala; ama bu daha çok sünnetullahın, her kesimin kendi hedefleri doğrultusunda yorumlanmasıyla yakından alakalı.

Siyasal ve toplumsal gelişmelerin kendi arzuladıkları yöne odaklanmadığını tecrübe edenlerin, kulluğun bütünsel bir çerçevesi olan ve hiç değişmeyen birtakım kanunlara tabi olduğunu gözlemlemeleri için en uygun zamanı yaşıyoruz belki de. Çünkü yalnızca psikolojik ve fiili savaşın getirdiği sıkıntı ile değil, "Allah'ın yardımı ne zaman?" dedirten bir mallardan eksilme ile de sınanmaktayız. Hayat bütün uzuvları ile üstümüze gelmekte. Elbette bu sürecin bir takım sorumluları, belli yerleri işgal etmiş konumda ve zulümlerini sürdürmekteler. Ama bazı şeylerin de hak edilmiş olduğunu unutmamak gerekir. Layık olduğumuz şekilde yönetiliriz düsturundan hareketle, tüm vebali zaten yeter derecede günahı olan bir zümreye yıkmak, nefsimizi haksız yere aklamak anlamına gelmiyor mu? Belki de sadece fütursuzca İsyan edebilme mertliğini göstermeden önce, günahlarımıza, hatalarımıza, bilerek ya da bilmeyerek yapıp ettiklerimize şuurlu bir tarzda tevbe etme; kendimizi yeterli görme yanlışından dönüp tevazuyu kuşanma; Allah'ın ilahi bildirimleri doğrultusunda kendimizi yeniden kuşanma ve kuşatma; şeytanın sağdan-soldan-önden ve arkadan vermiş olduğu siyasi, kültürel, toplumsal ve ekonomik vesveselerden sıyrılma gibi eylemlilikler üzerinde yeniden düşünmek gerekmez mi?

Bir hatırlatmadan ibaret olan bu tespitler, müslüman kesimin tortulaşmış komplekslerinden kurtulup, yakınlaşmalar oluşturması ile daha da pozitif bir trend içerisine girecektir. Birbirimizin sevaplarını paylaşmak, hatalarını deşifre etmekten daha kolay değil mi? Diyaloglar oluşturmada çekilen zorluklar, şeytanın sırat-ı müstakime bu derece şevkle oturduğu bir süreçte yaralarımıza onulmaz derinlikler oluşturmuyor mu? O halde ilk elde, stratejik ve dogmatik olan bu politika, hiçbir akidevi ön kabulü bahane etmeksizin terk edilmek zorundadır. Akidenin gerektirdiği pek çok zorunluluğun yaşanamıyor oluşunun üzeri, birbirimizi yiyerek örtülmemelidir.

Genç ve yeni gelişimlerin Türkiye coğrafyasındaki izdüşümlerinin oluşturduğu tortulaşmış zaaflardan kurtuluş, beraberinde "yalnız ben varım" ve "en doğru benim" şeklindeki müstağnilik İçeren anlayışları da bertaraf edecektir. İrili ufaklı tüm camialara sirayet etmiş bulunan bu hastalıktan kurtuluş; müdavimlerini de umutsuzluk ve çıkış yolu bulamama gibi çaresizliklerden de kurtaracaktır.

28 Şubat sürecinde bizzat tecrübe ettik ki; bir takım kesimler diğerlerini bu sürecin 'günah keçisi' ilan etmiş ve bu yanlışını halen sürdürmektedir. Oysa aynı kesim, benzer zulümlere duçar olma gibi bir girdabın içerisine girmiştir. İlki, ilke olarak benimsediği pek çok kavramı bugün terk etmek zorunda kalmış iken, diğeri de güvendiği dağlara yağan karlara ağlamaktadır. Aynı sürecin üçüncü tarafı olma konumundakiler ise kendilerini endeksledikleri siyasal sürecin dumura uğramasının şaşkınlığını halen üzerlerinden atabilmiş değillerdir. Siyasal hayata çöreklenen bu kara bulutları tanıma noktasındaki hazırsızlıklar, her kesimi onulmaz gibi görülen bir tufanın içine çekmiştir adeta.

Yukarıda vurguladığımız, sünnetullaha farklı gözlüklerle bakış; siyasayı doğru okuyamama; kendi stratejisini olmazsa olmaz olarak gören bu anlayışların tümü şu an seyirci konumuna düşmüştür. Hadi bazı noktaların günahını 28 Şubat'a yükleyelim ve stratejik hatalardan da yeter derecede ders aldığımızı düşünelim. Ancak İslam nokta-i nazarından içine girilen girdabın günahını hiçbir zalime yüklemek mümkün değildir. Hz. Musa'nın "Umulur ki Rabbim sizi bu toplumun üzerine yönetici de kılabilir ama bunu da sizi sınamak için yapar" mealindeki uyarısından hareketle, -tabir biraz ağır kaçabilir ama- buzağıya yeniden tapınmanın günahını Firavun'a yüklemenin alemi yoktur. Zira "her nefis ne yapıp öne sürdüğünü bilir".

Artık sadece büyük zannettiğimiz değil, küçük gördüğümüz şeylerin de önemsenmesinin vaktidir. Hicret, mekansal ve manevi alandaki yegane düsturumuz olduğunda, Ne firavuni düzenlerin tacizleri, ne de Samirilerin vesveseleri sırat-i müstakim üzere olanları tökezletemez. Dua, tevbe, tevazu, nefs muhasebesi, hoşgörü, diyalog ve birliğin hakkı verildiğinde ve bu düsturlar sünnetullaha uygun bir tarzda yerine getirildiğinde, başka reçete aramaya gerek yoktur.