Ebâbil Kuşları

Murat Togan Uzuner

Gözü aşağılara kaydı bir an. Her şey ayaklarının altında isteksiz bir boyun eğişin burukluğuyla uzanıp gidiyordu, bir şerit gibi. Bu şeridi istediği zaman koparabilme imkanına sahip olmanın ne büyük bir haz olduğunu düşündü, kokpitin içerisindeki kısıtlı oksijenin büyük bir kısmımı şevkle ciğerlerine çekerken.

Yehova'nın Kartalı... Öyle diyorlardı çevresindeki bütün kargalar ona. Kendi kartallığının yanında onları kargalığa bile yakıştıramıyordu aslında.

- Hey Kartal!

Sesin nereden geldiğini anlayabilmek için etrafına bakındı. İşte sağ tarafındaydı. Bir F-16 kokpitinden gülümseyerek baş parmağıyla kendini selamlıyordu.

- Dalmışsın gene 30 saniyedir sinyal gönderiyorum, cevap vermiyorsun.

- Önemli bir şey yok ya?

- Yok, fazla önemli değildi aslında. Sadece merak etmiştik, Yaklaşık dört dakika sonra dalışa geçiyoruz da. Onu hatırlatayım dedim.

- Benim için endişelenmene gerek olmadığını sen de biliyorsun. Kendi işini doğru dürüst yap yeter. Tamam mı?

Tamam, derken Kartal'ın refiği, içinden aklına gelen bütün küfürleri Kartal'a dizmeyi de ihmal etmiyordu.

Bir akbaba sürüsü peydah olmuştu mazlum şehrin masum sakinleri üzerinde. Biri inerken üzerlerine, öteki havalanıyordu bu leş yiyicilerin. Her inişlerinde ölüm kokan kusmuklarını da bırakıyorlardı bülbüllerini beklerken bu kan içici akbabalarla karşılaşmanın şokuyla solmaya yüz tutmuş kan kırmızısı güllerin üzerine. Fakat nefretin parçaladığı her gülün bir başka baharda canlanmak üzere yeniden filiz verdiğini belki kendilerinden başka kimse bilmiyordu.

O leş yiyicilerden biri olduğu aklına geldi aniden. Fakat o bir akbaba değil, bir kartaldı. Başkalarından arta kalan kırıntılara kesinlikle tenezzül etmez, kendi avını kendi yakalardı. Bu sefer de öyle olmalıydı.

Önündeki uçağın birdenbire gözden kaybolduğunu fark etti. Anlaşılan dalışa geçmişti. Bu demektir ki, bir sonraki dalış kendisinindi. Kumandayı sımsıkı kavradı. Fakat bu kavrayış diğerlerinden değişikti sanki. Parmaklarıyla sımsıkı kavradığı metal bir kol değil, siyah gözlü esmer bir bebenin narin boğazıydı. Yutkunuyordu bu minicik boğaz, dünyaya geldiğinden beri hasretiyle yanıp tutuştuğu, o kainatın en tatlı şerbetini bir an önce tatmak istercesine.

- "Fazla beklemeyeceksin, p..." dedi. "Geldiğin Cehennem'e geri göndereceğim seni."

Bunları söylerken ağzından çıkan kanlı, kirli köpükler gösterge tablosuna yapışırken kendisine de o kutsal hedefini gösteriyordu.

Kolu ileriye itti. Uçağın burnu aşağıya yöneldi. Kan kırmızısı bir tabloyu yeryüzüne çivilemek isteyen bir çekiç, mis kokulu gül bahçesini darmadağın etme amacında olan bir tırpan, tok olduğu halde egolarını tatmin etme niyetiyle güvercin parçalama arzusunda olan bir kartal gibi..

Nesneler gitgide belirginleşmeye başlıyordu. Dağlar, ovalar, ağaçlar, binalar, arabalar, insanlar... Hepsinin kendi hakimiyet alanı içerisinde olduğunu düşündü. İstediğine istediği şekilde müdahale edebilirdi. Bir an durdu, sonra kesik bir kahkaha attı:

- "Yehova'nın Kartalıyım ben. O'nun ölüm meleğiyim. Belayım ben, bela. İntikam vakti geldi. İsrail'in Muhammed'den, Yehova'nın Allah'tan intikamını alma zamanı şimdi."

Ne dediğini kendisi bile bilmiyordu aslında. Damarlarında dolaşan kan değil, kin, nefret, öfkeydi. Gözleri kör olmuştu, kulakları sağır. Kalbinin olması gereken yerde koskocaman bir kaya parçası duruyordu.

Gittikçe yaklaştığı objelerden beyaz bir şey gözüne çarptı. Bomboş yolda süratle ilerliyordu. Biraz daha dikkatli bakınca bir ambulans olduğunu anladı. "Beyaz bir tabut" diye söylendi sırıtarak. "Bembeyaz. Kızıllıklara gebe. Alev kızıllığı. Ak güvercin. Yehova'nın Kartalı..."

Belli belirsiz kelimeler çıkıyordu iki dudağının arasındaki çukurdan. Camdan yansıyan görüntüsüne baktı. Kendinden ürkmüştü. Benliğine hakim olan başka bir şey, başka biri daha vardı sanki. Tam kestiremedi. Gözlerini tekrar ak güvercine çevirdi ve iki üçgenli parmağını kana susamış olan yeryüzünün ıstırabını dindirmek üzere küçük dairelerden birinin üzerine bastırdı. İki adet renksiz ölüm öpücüğü aşıklarına kavuşmak üzere yola koyulmuştu bile.

Kanalları karıştırıyordu. Yerli kanallardaki kahramanlık söylevlerinden gına gelmişti artık."Yabancı takılmaya başladı. Aniden birinde durdu. Tanıdık bir şey görmüştü sanki. Ak, beyaz bir tabut. Bir bebe, bebeler, güvercinler. Kurtuluşa kanat çarpan kuşçuklar. Her kanat çırpışlarında etraflara saçılan kan damlacıkları. Her kan damlacığının düştüğü yerde filizlenen gül fidancıkları. Karanlığın içinde parıldaşan ateş böcekleri, kelebekler, papatyalar, güneş, ay ve yıldızlar. Güzel olan her şey, çirkin olan hiç bir şey.

Gözünden yaş geldiğini zannetti. Yanılmış olmasını diledi. Elindeki viski şişesini duvardaki ters iki üçgene doğru kaldırdı.

- Senin için. Her şey yalnız senin içindi. Şerefine.

Şişenin dibini getirdikten sonra kalkarken büyük bir hışımla, dibinde bir kaç damla kalan şişeyi duvarın en anlamlı yerine fırlattı. Kapıdan çıkarken geride kan damlayan bir şekil bırakmıştı. Kıyamete kadar yeryüzündeki fitne tohumlarını devamlı sulayacak olan, milyonlarca bebenin tertemiz kanlarıyla...

Önünden hızla geçen otobüsün peşine takıldı. Kalbi çatlayacak gibi olmasına rağmen çılgınca koşuyordu. Bu otobüse niçin yetişmek zorunda olduğunu kendisi de anlayamıyordu. Sadece koşuyordu.

Şoför, hırıltılarla içeri giren bu adamdan ilk önce ürktü. Fakat göğsündeki armayı görünce rahatladı ve kendisini böyle bir ürküntü içerisinde kalmak zorunda bırakanlara lanet etti.

Ortalarda bir yere geçti. Oturacak yer kalmamıştı. Zaten kendisi de oturmak istemiyordu. Sadece ayakta durmak ve beklemek istiyordu. Beklemek ve görmek. Görmek ve öğrenmek. Öğrenmek ve anlamak. Ötesinin ne olacağını kendisi de kestiremiyordu.

Dışarıdaki insanlara baktı. Binalara, bulutlara. Gözlerini kapadı. Beyaz bir tabut, kızıl örtülerle bezenmiş. Bebeler, minicik ellerinde misket yerine küçük taş parçacıkları. Henüz atılmamış, atılmanın hasretinde. Yaş değil kan ağlayan kömür gözler...

"Allahu Ekber"

Bütün dünya durmuştu sanki. Yürüyen insanlar, uçuşan kuşlar, oynayan çocuklar, taş atan eller, kan içen vampirler..

İliklerine kadar kanının donduğunu hissetti. Ama gözlerini açmadı. Bütün bu olanların kötü bir kabus olmasını istedi içinden. Yağmurlarla ıslanmış gecelerden birinde gördüğü bir kabus...

Neden sonra gözlerini açtı ve başını sesin geldiği tarafa çevirdi. 14-15 yaşlarında esmer bir çocuk. Kardeşlerinin intikamının bilincine her nasılsa ermiş bir yavru. Ağlıyordu.

Çığlıklar arasında başını tekrar dışarı çevirdi ve gözlerini kapadı bir kere daha.

Korkunç bir ses ve ardından minicik ayaklarında küçücük çakıltaşları ile ebabil kuşları..