Devlet Haberalma Özgürlüğünü Kısıtlıyor

Özgür-Der

Bilindiği gibi, Marmara bölgesinde büyük bir deprem yaşandı. Can ve mal kaybı açısından bakıldığında, ülkedeki en büyük doğal afetlerden birisinin yaşandığı söylenebilir.

Depremin sebep olduğu kayıpların düzeyi vahimdir. Ölen insan sayısının on binlerle ifade edildiği dikkate alındığında bile vehametin düzeyi yeterince anlaşılabilir. Afetin boyutlarının bu kadar vahim olmasının nedenleri ayrı bir izah konusudur ama yerleşim alanlarının zemin araştırmalarının yapılmamış olması, bina yapımında gerekli hassasiyetin gösterilmemesi gibi kamusal hizmetlerin yapılmamasının bu afette büyük bir paya sahip olduğu ortadadır. Bu tür çalışmalarda bireysel hataların olduğu muhakkaktır. Lakin, afetin bütün maliyetini müteahhit hataları ile izah etmek tam da suçluların, suçu başkaları üzerine atarak kendilerini aklama operasyonu­dur. Planlama ve denetleme yetkileri olan resmi yetkililere sormak gerekiyor; müteahhitler bu yanlışları yaparken sizler neredeydiniz? Onların nerede oldukları hepimizce malum. Biz olayın bu boyutundan ziyade, deprem sonrası yaşanan kimi gelişmelere değinmek istiyoruz.

Bilindiği gibi, depremden sonraki ilk üç gün deprem bölgesinde bulunan hiçbir yerle haberleşme mümkün olmamıştır. Bu sayede hem felaketin boyutları tam anlaşılamamış ve gerekli tedbir almakta gecikilmiştir hem de, bölge insanı ile iletişim kurmak isteyen akraba ve yakınların perişanlığına sebep olunmuştur.

Türk Telekom ile Türkcell ve Telsim adlı haberleşme şirketlerinin, aldıkları büyük kazancın bedeli olarak yapmakla yükümlü oldukları hizmetleri yapmadıkları ortadadır. Beş yüz bin abonelik yatırımla üç milyon abone alan ve büyük bir vurgun yapan bu kurumlar yaptıkları bu ihmallerin bedelini ödemek zorunluluğunu duymuyorlar bile. Çünkü, bu vurgunun hesabını soran bir devlet ciddiyeti ve hukuku cari değil. Bu nedenle, sorumluluk sadece Türkcell ve Telsim şirketlerine ait değil, aynı zamanda kurumların sorumluluklarını takip ve denetleme yetkisini kullanmayan resmi kurumların aymazlıkları sebebiyle devlet de bu sorumluluğun ortağıdır.

Ayrıca, bölgede meydana gelen büyük facia karşısında devletin yaşadığı acziyeti ve depremzedelerin devlet kurumları ve yetkilileri ile ilgili söylediklerini gündemleştiren basın-yayın kuruluşları hem askeri yetkililer hem de hükümet yetkilileri tarafından ciddi bir şekilde uyarılmakta ve bu yolla insanların gerçeklerden haberdar olmaları engellenmektedir. Devletin sorumluluklarını hatırlatan ve yetersizliklerini anlatan haber organları 'vatan haini' muamelesi görmektedirler. Bizatihi devletin kendisinden çok önce medya kuruluşlarının bölgeye intikal etmiş olması ve verdikleri haberler ile olayın boyutlarını ortaya koymuş olmaları, halkın büyük bir duyarlılık gös­termesinde önemli ölçüde etkili olmuştur. Bürokratik handikaplar ve öncelikler içerisinde boğulan devlet mekanizması, halkın refleksleriyle kıyaslandığında ne kadar halkından kopuk, hantal ve vurdumduymaz olduğunu ortaya koymuştur.

Özellikle bu tür durumlarda işlev görmesi gereken Sivil Savunma Teşkilatları ve Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi adeta ölü ve yaralı saymakla yetinen birer takipçilik yapmaktadırlar.

Sivil Savunma için devletin ayırdığı yıllık ödenek toplamı iki trilyon iken, iç borçlar için ödenen sadece günlük faiz otuz trilyondur. Bu veri dahi devletin halkı için mi yoksa rantiyeciler için mi hizmet verme durumunda olup olmadığını bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

Ne hepimize çocukluğumuzdan beri 'kara gün dostu' olarak ezberlettirilen ve insanlardan bu amaçla yardım toplayan Kızılay, ne Sağlık Bakanlığı ne de on beş dakikalık yolu üç buçuk-dört saatte almak zorunda kalan insanların sorunlarını çözmek için Ulaştırma Bakanlığı'na ait herhangi bir çaba ilk iki-üç gün bölgeye ulaşabildi. Oysa aynı ilk üç gün kimi sivil toplum kuruluşları, sıradan vatandaşlar ve medya mensupları bölgeyi mekan tutmuşlardı. Yani, bu insanların kıt imkanlarla ulaşabildikleri afet bölgesine büyük imkanların ve sorumlulukların sahibi devlet ulaşamamıştı. Ve medya aracılığı ile toplum bu vakıadan haberdar oluyordu. Bu durumu içine sindiremeyenlerin çareyi aba altından sopa gösterme yöntemlerini kullanarak aramaya başladıkları görülüyor. Önce basın ve yayın kuruluşlarının devleti hedef alan yayınlarıyla haddini aştığı bizzat devlet yetkilileri tarafından ifade edildi. Ardından bölge insanına yardım elini uzatan İHH ve Mazlum-Der gibi sivil toplum kuruluşlarının hesaplarına el konuldu. Şimdi de ulusal yayın yapan bir TV kuruluşuna en uzun süreli ceza verildi; Kanal 6 televizyonu tam bir hafta boyunca yani, 7 gün süreyle kapatıldı. Böylesi bir denetim anlayışı ve ceza bir tek anlama gelmektedir; ya haddinizi bilin ya da biz size haddinizi bildirmesini biliriz.

Biz bu tarz bir sindirme operasyonunu kınıyor, sivil toplum kuruluşlarının çalışma şevklerini kıran ve insanların haber alma özgürlüklerini kısıtlamayı amaçlayan bu tarz uygulamalar karşısında kamuoyunu duyarlılık göstermeye çağırıyoruz.