Depremin Ardından Bir Yıl ve Yiğit Gazze

Celal Kurşun

Gecenin bir vakti tuhaf bir uğultu, zifiri karanlığı aydınlatan garip bir ışık ve titreyen vücudunuza anlam vermeye çalışırken apansız bir şekilde gözlerinizin açılması. Kimi gözlerin ise açılmaya bile fırsat bulamaması. Allah'a sığınan yüz binlerce yürek şaşkınlık, tipik bir sarhoşluk eşliğinde beton yığınlarının arasında kalmamak için mücadele içinde. Binaların bu kadar elastiki bir yapıda olabileceğini hiç hayal etmezdim. Yüksek katlı binalarda neredeyse bir metreye kadar sağa sola eğimlenen yapıların yıkılmayacağını düşünmek imkânsız. 4.17 itibariyle başlayan sarsıntı sonrası ölmeyeceğini düşünen bir kişiye rastlamadım henüz.

Anneler bebeklerini kucaklarından bir an olsun indirmezken hatta göğüslerine yaslarken emzirme halinde akıllarına gelen ortak içgüdü ile çocuklarını hayatta tutmaya çalışırlar: “Belli ki binamız yıkılacak, en azından kuzum kucağımda, ölsem de biri onu bulana kadar emerek hayatta kalabilir.” Kimisi kuzusuyla dışarı çıkmayı başardı ise de kimisi aynı pozisyonda yavrusunun -düşündüklerinin aksine- boğulmasına sebep oldu; anne hayatta, bebeği ise vefat etti. Allah'ım bu nasıl bir ıstırap, nasıl bir çaresizlik hali?

O hafta yağmur duasına çıkmıştık. Rabbimiz duamıza icabet etti. Fakat bizim o yağmur ve kar altında kafamızı sokacak bir mekânımız yoktu artık. Aracı olanlar bir şekilde o soğuğun içinde az da olsa kendini korumaya çalışıyordu. Saatler 06.00 civarı idi, minarelerden ezan sesi gelmemiş ve geri sayım çoktan başlamıştı.

İlk iki gün sanki her şeyin eski haline döneceği yönündeki iyimser his depremin büyük çaplı etkisini öğrendikten sonra kaçacak yerimizin olmadığı hissine dönüştü; ufkumuz daraldı, zihnimiz boğuldu. Tek kelimeyle sağ kalanlarımız açlık, susuzluk ve temel ihtiyaçlarını giderememe sıkıntısı yaşarken göçük altında kalanlarımız hayata tutunmaya çalışıyordu. Yıkılmış binaların içinden gelen çığlık sesleri kulak zarımızı yırtıyor, elimizden bir şeyin gelmemesi ise bizi her an kahrediyordu. Çocukların/bebeklerin sesleri, ağlamaları, yetişkinlerin ise takatleri kadar "Yardım edin!" sızıları yüreğimize akıyordu enkaz altından. Bir askerin veya görevlinin onlarca çalışan aracın arasından "Sessiz olun!" komutu ile araç motorları durduruluyor, yüzlerce insan ise olduğu yerde sabit kalıyordu. Deyim yerindeyse nefesler tutuluyordu, çünkü onca hengamenin içinde yeni bir ses hayat belirtisi veriyordu. “Hayy ismi ile hayat veren Allah'ım onları bize bağışla. Kehf ashabına verdiğin uykuyu onlara da ver ki biz onlara ulaşalım!” diye dilimizde dualarımızla kan ağlamak bu olsa gerekti.

Yüzlerce yardım tırı deprem bölgelerine girmeye çalışırken yüz binlerce insan da bölgeyi ya kendi imkânlarıyla terk ediyor ya da devletin sağladığı imkânlarla tahliye ediyordu. Kalanların da o soğuk şartlarda kafalarını sokabilecekleri çadır ihtiyacı en elzem duruma ulaşmıştı. Esasen yiyecek, giyecek, içecek vs. her şeye ihtiyaç vardı. Depremin üçüncü günü elimizdeki poğaça, simit ve sandviçleri yıkılmış binaların arasında kurtarma çalışmaları son hız devam ederken dağıtmaya başladığımızda; depremzedelerden birisinin "Edem o poğaçaları şuradan yukarı dağıt ama aşağı inme. Orada Suriyeliler var, onların ihtiyacı yok, jeneratör bulmuşlar, telefonlarını şarj edip keyif yapıyorlar." demesi üzerine kuruyan dilim damağımla zar zor konuşabiliyordum: "Bunu nasıl söyleyebiliyorsun? Annesinin kucağındaki bebek damlayacak bir damla sütü beklerken; el insaf! Biz de şu an göçük altında çoktan gözlerimizi kapatmış olabilirdik. Belki de bu imtihanı Rabbimiz bize bundan dolayı vermiş olmasın?" Bu tutumun münferit bir mevzu olduğunu düşünmüştük o vakitler. Hayatta kalanlarımıza yeni bir sayfa açma imkânı veren Allah'ım! Bunca yıkımın, yardım çığlıklarının arasında bunu konuşmuş olamazdık. Her neyse...

Etrafımızda acı haberler giderek artıyor, sevdiklerimizin, yakın dostlarımızın kayıp haberleri sinelerimizi dağlıyordu. Yakınlarından en az 15 kişiyi kaybetmiş olanlarımızı ise artık normal karşılamaya başlamıştık bile. Çok gariptir bir gecede hayatımız tamamen değişmişti ama sanki bizim normal yaşantımız böyleymiş gibi adapte olmuştuk ölmeye, acılar içinde haykırmaya, açlığa, susuzluğa, soğukta ellerimizin kurumasına, dudaklarımızın çatlamasına. Hele hele enkazın altında çıplak elleri ile yakınını çıkarmaya çalışırken parçalanan ellere. 2017 yılında Suriye ziyaretimizde içinden su akan çadırlarda ellerini tuttuğumuz minik yavrularla artık aynı mekânı paylaşıyorduk. Sırılsıklam olmuş çadırlarda hayatta kalmak ne zormuş. 600 binden fazla Suriyeli kardeşimizin hemen yanı başımızda katledilmesine şahitlik ederken çok mu sükût etmiştik acaba? Suriye’de pişirilen ekmeklerin deprem bölgesine gönderiliyor olması bize neyi anlatıyordu?

Ve Gazze…

6 Şubat saat 4.17 gözümüzdeki ve kalbimizdeki perdelerin açıldığı dakikalarda bir adım sonra dehşetli ölüme ramak kala dilimizde "La ilahe illallah, la ilahe illallah. Allah'ım bağışla!" diye yalvarırken ne kadar acizmişiz meğer.

Ey mahzun ve bir o kadar da yiğit Gazze! Göçük altında kalmanın ne demek olduğunu bize Rabbimiz o gün öğretti. O yüzden biz göçük altında kalmak nedir iyi biliriz. Yıkık binaların arasından gelen yardım çığlıklarını, inlemeleri… Yüreklerimizi paramparça eden ve kulak zarımızı yırtan o çığlıklar! Çaresizliğin verdiği ıstırap…

Senin sızılarının bir kısmına şahit olduk bizler fakat sadece 75 saniye sürmüştü ve aylar geçti hâlâ toparlanmış sayılmayız. Bizimle birlikte şehirlerin de nasıl can verdiğini gözlerimizle seyrettik. 7 Ekim'den bu yana her gün sarsılan sen nice şehitlerini hâlâ enkaz altında insanlığın bağrına bir hançer gibi saplamaya devam ediyorsun. 38 bin bina yıkılmıştı ilk seferde 11 ilimizde. 365 km2 alanda üzerine yaklaşık 3 atom bombası atılmış şimdiye kadar, şehirlerin en direngeni Gazze’ye. Kişi başına en az 15 kg bomba! Sahi bir bebek kaç kg idi? Bilim insanları bir araya gelip bu zor matematik sorusunu, bu garip denklemi çözmeli! 70 binden fazla bina yıkılmış, 300 binden fazlası ise ağır hasar almış 2.3 milyon nüfusluk bu küçük coğrafyada. Deprem ve sonraki yaşanılanları TV’lerde ve sosyal paylaşım ağlarında seyrederken bir şey hep dikkatimi çekmiştir: Hiçbir video, canlı yayın bizim yaşadığımız ıstırabı ve yıkıntıyı tam olarak veremiyordu. En iyimser haliyle onda birini ancak deprem bölgesinin dışındakiler görüyor, anlıyor veya hissedebiliyordu. Bu açıdan bakınca Gazze’de yaşanılan acıların ve ıstırabın kanaatimce yüzde birini ancak görebiliyoruz veya hissedebiliyoruz.

Buna rağmen sahayı terk etmeyen, ye’se asla düşmeyen gökyüzünün öğrencileri yeryüzüne son yüzyılın en mukaddes öğretmenliğini yapmaya devam ediyor. Ellerinde isimleri ile cennet belgelerini meleklerin mühürlediği öpülesi minik yüreklerin, zamanın kokuşmuş yoz bataklığında modern dünyaya en büyük dersleri verecekleri kimin aklına gelirdi? Gazze Şeridi’nde büyük bir destan yazılıyor. Hududullah’a ve Gayretullah’a dokunan Siyonist zalimler Allah’ın kendilerine verdiği süre zarfında tüm İslam âleminin yüzüne utanç tablosu olarak çarpılmaya devam ediyor ve yüreğinde kardeşleri için büyük sızı taşıyan müminler ise Allah’a karşı duydukları mahcubiyet ve çaresizlikten başlarını kaldıramıyor. Bebeklerin gülümsemeden elveda ettiği bir dünyada tüm insanlık bu büyük imtihandan kaldı. Bu “insanlık” içerisinde yer alan Türkiye sekülerleri ise eşi benzeri olmayan bir mantalite ile utanmazca hâlâ Filistin’in gasp edilmiş ve yağmalanmış topraklarındaki hak mücadelesine laf edebiliyor. Bu zehirli ve ırkçı mantalitenin tezahürünü esasen deprem sonrası yaralarımızı sarmaya başladığımız ilk haftalardan itibaren bizler de görmüştük. Duygularımızın, aklımızın bu mevzuyu anlatma/anlama noktasında takatinin bittiği zamanlardı. Onca yaşadığımız felakete rağmen sahada hepimizin aç kaldığı bir zamanda Suriyeli yavrucaklara ekmek vermemizi istemeyen, onları çeşitli iftiralar ile karalayan dahası onları bitik halimizde bile öteleyen zihniyet bizi derin derin düşünmeye, kalbimizin sıkışmasına sebebiyet veriyordu.

Yaklaşık 30 bin Hamas’lı mücahidin dünyanın en donanımlı silahları ile saldıran Siyonist çete, ABD, Avrupa, topyekûn Batı’ya karşı yerin altında kurduğu labirentler şehri ile direniyor olması göğsümüzü kabartıyor. Mücahidlerin, ellerinde tuttukları esirlerin köpeklerine bile yiyeceklerini vermelerini Batı’nın hiçbir “ileri seviye” normu anlamlandıramıyor. Aksine Pensilvanya, MIT, Harward gibi sözde özgürlükçü dünyanın en iyi üniversitelerinin yönetimleri baskıyla istifa ettiriliyor. Tam o sıralarda ise Gazze İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sufyan Tayeh çocuklarıyla birlikte şehit ediliyor. Yapay zekâyı kullanarak özellikle kadın ve çocukların şehit edilmesini büyük bir “onur” vesikası sunuyor; tüm dünyanın gözleri önünde tarihe nasıl esfele sâfilin olunacağının ibretlik tablosunu çiziyorlar. Yavrularımızın şehadet haberleri yüreklerimize sızı olarak düşerken Siyonist çete soykırım ile izzetli direnişi kırabileceğini zannediyor. Bilmiyorlar ve anlamıyorlar ki Filistinli anneler çocuklarını Allah’a adar ve aziz Kudüs’ün ayaklar altına alınmasına asla izin vermezler. Bundan sonraki yüzyıllarda iki şey kalın harflerle yad edilecek; birisi Siyonist çetenin hayvanlardan aşağı yaptıkları, diğeri ise izzetli direnişin erleri Hamas’ın şanlı mücadelesi.

Gönüllerimize mücahidlerin sevgisini bahşetti Allah. Yüzünü bile görmediğimiz Ebu Ubeyde milyonlarca Müslümanın kalbinde sevgi yumağı oldu, büyüdü. Tam da Resulullah’ın (s) bahsini ettiği gibi.

“Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrâil’e:

‘Allah filanı seviyor, onu sen de sev!’ diye emreder. Cebrail de o kulu sever, sonra gök halkına:

‘Allah filanı gerçekten seviyor; onu siz de seviniz!’ diye hitap eder.

Göktekiler de o kimseyi severler. Sonra da yeryüzündekilerin gönlünde o kimseye karşı bir sevgi uyanır.”

Direnişin öncüleri Yahya Sinvar, Muhammed Sinvar ve Muhammed Dayf da Allah’ın onlara bahşettiği bu sevgiden nasiplerini alırken zalimlerin ise yüreklerinde korku çığı gibi yuvarlanmaya devam ediyorlar.

Peki, Şeyh Ahmed Yasin’in Allah’a şikâyet ettiği biz ümmetin ahvali ne olacak? 200 binden fazla kardeşimizin şehit edildiği Bosna Hersek’te bir yavrunun “Çocukları küçük mermilerle öldürürler değil mi?” diye seslenişinin kulaklarımızdaki yankısı hâlâ diri iken, 1,5 milyondan fazla Iraklı kardeşimiz sessiz sedasız katledilmiş iken, ne olduğundan bile tam haber alamadığımız Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz zulüm çemberinde iken ve daha nice İslam toprakları kan ağlıyorken bu ümmetin ahvali ne olacak? Anlaşılması gereken bir hakikat var ki o da Allah içimizden kimilerini şehit kimilerini de adil bir şahit olarak seçmeye devam ediyor. Herkes kendisinin hangi seçim aralığında olduğuna iyi bakmalı.

Karaya ulaşınca Rablerine verdikleri sözü unutan gemi ahalisinden olmamak için 6 Şubat saat 4.17’de Allah'a verilmiş sözleri ve yakarışları hatırlamak; 7 Ekim’de Müslümanlar konforlu koltuklarında oturuyorlarken aziz Kudüs’e sahip çıkan Gazze’nin izzetli direnişine hakkını vererek sahip çıkmak duasıyla…