Değişim Tartışmalarında Sivil Toplum Örgütlerinin Oynadıkları Roller

Kenan Alpay

"Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" sloganı 17 Ağustos depremi ile yeniden geniş bir katılımcı kitlesi tarafından gündeme getirildi. Geniş bir katılımcı kitlesinden kastedilen, Sivil Toplum Kuruluşlarının farklı eğilimlerini temsil eden ve bu kuruluşlarla kâh beraber hareket eden, kâh bu kuruluşları teşvik edip reklam eden iletişim kuruluşlarıdır. Hatırlanacağı üzere "hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" sloganı yine aynı çevrelerce yaklaşık üç yıl önce, devletin tüm kirli işleri ile suç üstü yakalandığı Susurluk kazasının ardından (gerçek dışı bir umut ışığı olarak) ortaya atılmış; ancak kamuoyunu oyalamak, manipüle edip şaşırtmaktan başkaca hiçbir işe yaramamıştı. Esasen böyle bir amaca kurgulanmış olduklarını, bu durumun yapısal bir gereklilik olduğunu; yine aynı kesimlerin mevcut devlet anlayış ve işleyişi ile var olan göbek bağına veya dile getirilen söylemlerin arkasında durulup durulmadığına bakarak ifade edebiliriz.

"Hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması" için "eski"nin mağdur ettiği mezkur kesimlerin de "eskisi" gibi olmaması gerekir. Bu gerekirliğin malum olduğu üzere ilk şartı hem zihinsel ve pratik hem de organizasyon boyutlu olmak üzere hiçbir boşluk kalmamacasına bireysel ve toplumsal hayatın özgürlük, adalet ve cesaretle donanımlı kılınmasıdır. "Eskisi gibi olmama"nın bir bedeli vardır doğal olarak. Bedelini ödemeye hazır olmadığınız her şey eskisi gibi kalacaktır. Bu noktadan bakınca tıpkı Susurluk'daki kazanın ardından oluşan hava gibi 1 7 Ağustos depreminin ardından oluşturulan "milât" havasının da, herhangi bir mevsim değişikliğine gerek kalmadan dağılıp gideceğini tahmin etmek zor değil.

Türkiye'de kamu adına, toplumsal kesimleri temsilen öne çıkan sivil toplum kuruluşlarının söylem, eylem ve ilişki biçimleri ile değil mevcut durumu değiştirmek, tanımlamak dahi mümkün görülmüyor. Durum böyleyken toplumun sözcülüğüne, öncülüğüne soyunan, kendine böyle bir misyon biçen sivil toplum örgütü temsilcilerinin nitelik, netlik ve kararlılık açısından böyle bir işin altından kalkamayacaklarını ifade edebiliriz. Değişim ve dönüşümün gerekliliği "kaza ya da doğal afet" gibi insan iradesi dışında gelişen takdir-i ilâhiye bel bağlayıp, onun üzerinden nasiplenme kurnazlığı olarak tecelli etmemeli.

Değişim ve dönüşüm talebi mevcut bir statükonun karşısında dile getirilecektir. Bu talep ister istemez egemen iradeyi hedef almak ve ona karşı bir tez ile mücadele etmek zorundadır, işte bu noktada bir tıkanma, bir açmaz kendini göstermektedir. Karşı olunan "eski " ile taraf olunan "yeni" yani çatışan kimliklerin iktidar mücadelesi bu ülkede ilke ve özgüvenden yoksun bir şekilde sürmektedir. "Eski" ve "yeni" mücadelesi tam bir dengeler oyunu olarak maslahat ve fayda merkezli sürüyor. "Eski" yani statüko; dernek, vakıf, platform, cema'at, çevre vb her türlü formel-informel yapılanmaya karşı sürdüregeldiği düşmanca tutumun şiddetini deprem sürecinde dozajını arttırarak devam ettirdi. Egemen olduğu tebâda güven, itibar, umut adına en ufak bir kırıntı bırakamamış laik sistem, deprem sonrasında sergilediği tutum ve davranışları ile halk nezdinde tam bir nefret odağı oldu. Her düzeyde sergilediği yolsuzluğu örtmek için yeni bir şirretliği statükonun devamı için halkın başına musallat etti. Yalan, yolsuzluk, gasp, manipülasyon, tehdit, engelleme, el koyma trendi bu süreçte hızla yükselişe geçti. Bunların örnekleri sayılamayacak kadar çok. Fakat "silah zoru" ile ayakta tutulan bir düzenin en başat vasfı olan toplumsal ve kurumsal işleyişi "gerekirse silahla" devlete biat ettirme girişimine, yaşanan son gelişmelerden bir örnek vermek yeterli olacaktır. Laik-kemalist düzen deprem ile birlikte büyük bir mağduriyete uğrayan insanların mağduriyetini gidermek bir tarafa Türkiye içinden ya da dışından gönderilen yardımlara silahlı kuvvetleri ile el koydu. Asker ve polis denetiminde kaçırılan yardımların (özellikle çadırkent, aşevi, veya erzak depoları) Kızılay'a acilen devri için Kriz Yönetim Merkezi bir bildiri yayımladı (11 Eylül 1999). KYM'nin bildirisinde çadırkent, aşevi gibi oluşumları Kızılay'a devretmemekte diretenlerin Türk Silahlı Kuvvetlerince "ikna" edileceği resmen ilan edildi. Yani "eski" yine eskisi gibiydi: "Gerekirse silahla".

Eskinin karşıt görüş ve hareketlere uygulaya geldiği "caydırıcı yaptırımlar"ın hazır kıta bekliyor olması deprem sonrası ortaya çıkan tabloya bakarak değişim milât talep ve temennisinde bulunanları zülfü yâre dokunmaktan alıkoydu. İşte çeşitli şekillerde kendini gösteren bu caydırıcı yaptırımlar, farklı toplumsal kesimlerin düzene ilişkin değişim taleplerini dile getirme iddiasındaki Sivil Toplum Örgütleri'ni hem var olan durumu tanımlamak noktasında komplekse düşürdü hem de temsil ettikleri toplumsal kesimlerin bir hayli gerisine düşmelerine sebep oldu.

Devletin uzantısı, üniformasız sivil toplum kuruluşlarının veya resmi ideoloji ile açık-kapalı bir sorunu olmayan STÖ'lerin deprem öncesindeki seyirleri değişiklik olmadan devam etti. Bu tip STÖ'ler devlet menşeli her türlü baskı ve yolsuzluğun hesabını sormak, devlet ile hesaplaşmak bir yana yapılanların arkasında durdular hep. Devletin arkasında durmak ya da devleti arkasına almak bu " sözde " STÖ'lerin halka karşı açılan cephedeki yerlerini tayin ve beyan eder. Bu tip STÖ'ler deprem öncesinde olduğu gibi deprem sonrasında da hem devletin her türlü pisliğini örtmek hem de yolsuzluklardan pay sahibi olabilmek için adeta yarış halindeydiler. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Rotary Klübü bu tür devlet uzantısı ve sözde STÖ'ler için iyi birer örnektirler. Bu iki örgüt Kriz Yönetim Merkezi'nin kendileri için sağladığı imkanlar ile (ki bu imkanlar genelde İslami çevre ve cema'atlerin bölgeye aktardığı çadır, giyecek, yiyecek vb erzakların KYM tarafından el konulup adı geçen örgütlere aktarılması ile sağlanmaktadır) bölgede varlık göstermektedirler. Söz konusu kuruluşların örtülü ödenek dahil, banka ihalesi, reklam gibi imkanlardan nasıl semirtildiği ayrı bir yazı konusudur.

Bir de devlet ile ve resmi ideoloji ile açık - kapalı bir hesabı olan sivil toplum kuruluşları var ki; bu günkü "milât -değişim" tartışmalarının merkezinde olan ve yazımızın da asıl konusu olan kesimler bunlardır. Açık - kapalı bir hesabı bulunma tavrının daha çok devletin elinin altında bekletilen ve her an kullanılmaya hazır olarak konuşlandırılmış "caydırıcı yaptırımlar" ile ilişkisi olduğu bellidir. Fakat devletin bu bildik "caydırıcı yaptırımlar" söylenmesi ve yapılması gerekenleri engellemeye güç yetirebilecekken acaba bu STÖ'ler için söylenmemesi ve yapılmaması gerekenleri, söylenebilir ve yapılabilir kılmaya muktedir olabilir mi? Sahip olunan tezlerin, karşı çıkılan pratiklerin, hedef alınan odakların "değişime" değil de "dönüşüme" uğraması bu caydırıcı yaptırımlarla mı açıklanacak; yoksa söz konusu vakıanın oluşumunda "kandırıcı yatırımların" da herhangi bir etkisi olabilir mi? Bu açıdan deprem sonrasında daha bir yükselen "değişim- milât" talep ve temennilerinin şu an için pratikte değilse bile en azından zihinsel/irâdi alanda mevcut devlet anlayışı ve mekanizması ile bir hesaplaşmaya girmesi gerekir. Çünkü statükoyu temsil eden devlet ile zihinsel ve pratik bir hesaplaşmayı göze almadan mesafe kat etmeye çalışmak en başta toplumun öncülüğüne soyunmak ile bir çelişki arz etmektedir. Özellikle deprem sürecinde "Sokaktaki adam" olarak tabir edilen insanların "nerede bu devlet" refleksif tepkisini aşan ve tüm sansürlemelere rağmen gazete ve tv'lere yansıyan pratik içinde elde edilen gerçek devlet bilgisinin beyan edilişine şahit oldu kamuoyu. Devletin nerede ve ne için olduğu bilgisi, deprem bölgesinde yaşayan insanlarca tecrübe edilerek kazanıldı. Tıpkı daha önceki depremzedeler gibi, Olağanüstü Hâl Bölgesi halkı gibi, köyleri yakılan, boşaltılan, gözaltında işkence edilen, okul kapısından geri döndürülen insanların tecrübe edip öğrendiği gibi.

Türkiye'deki mevcut devlet ile toplumsal yapı arasında büyük bir farklılık ve zıtlık mevcuttur. Siyasi, iktisadi, hukuki, kültürel vd tüm alanlarda devlet ile toplumsal yapı arasında abartısız bir ifadeyle büyük uçurumlar bulunmaktadır. Dini ve siyasi alanı geçelim, sosyolojik anlamda dahi devlet ile toplumsal yapı münasebeti hep " biz" ile "öteki"nin münasebeti (çatışması demek daha doğrudur) oldu. "Devletin milleti" ve "ordunun halkı" resmi kabul ve icraatına rağmen sığınmacı ve pragmatik tavırlar ile gerçekler tersyüz edildi çoğu zaman. Sadece kendisini korumak için teşkilatlanmış, halka karşı devlet mekanizmasının çıkarlarını korumak üzere dizayn edilmiş devlet gerçeğini ters yüz etme tutumu deprem öncesinde olduğu gibi sonrasında da sürdü.

Deprem sonrasında yaptığı tüm propagandalara ve imaj tazeleme çabalarına rağmen nefret ve isyan ile karşılık gören devletin yardımına adeta STÖ'ler koştu. Önceki zamanlarda olduğu gibi deprem sonrasında da tüm yanlış, eksik, kötü, çirkin, pis, ahlâksız uygulamalar münferit gelişmeler bahsinde görülüp kapatıldı. Devletimiz, Ordumuz, Kriz Yönetim Merkezimiz üzerine en ufak bir eleştiri dahi alınmadı. Onlar hep halkın takdir ve teşekkürlerini kazanmışlar. İşte bu noktada deprem sürecinde yaşananlara ve yüzün üzerinde STÖ tarafından imzalanan ve kamuoyuna deklare edilen metine değinebiliriz.

Gazete ve tv'lerde "Sivil Toplum Manifestosu" olarak lanse edilen ve sağcı, solcu, İslamcı, Atatürkçü, liberal vd farklı kesimlerin kaleme alıp imzaladığı metin resmi söyleme tam bir sadakat içermekte. Deprem sürecinde enkaz altında kalan insanlara yardım için halkın düştüğü yolları güvenlik adına kesen, çadırkentlere ve aşevlerine silah zoru ile el koyan, bankalarda açılan yardım hesaplarını bloke edip bütçeye aktaran, üstüne tüm yardım faaliyetlerini terör amaçlı, irticai, bölücü, maksatlı vb ithamlar ile kamuoyunda küçük düşürmeye çalışanların yaptıklarının "devletimize" mâl edilmemesi için adeta çırpınan bir metin, ifade şu: "... yetkililerin bireysel olduğunu umduğumuz bu tür davranışlarının devletimize mâl edilmemesine..." (Eylül 1999 / Gazeteler). Metnin tamamını okuyunca şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor. "Devletimiz halkımıza bu tür bir muameleyi hiç uygun görür mü? Sûmme haşa! Bu tip gelişmeler hep münferid olaylar olarak ortaya çıkmıştır, öyle değerlendirilmiştir. Biz STÖ'ler olarak yüce devletimizden bu bir kaç haddini bilmeze hadlerinin bildirilmesini rica ederiz. Hepsi bu."

Söz konusu metni değerlendirirken ilk göze çarpan husus gerçeği ifade etmekten uzak olması ve gerçeği çarpıtmasıdır. İkinci olarak metinin altında deprem bölgesinde hemen hiçbir faaliyeti olmayan STÖ'lerin de imzasının bulunmasıdır. Bu STÖ'lerin en önemli özelliği cuntanın emireri olarak toplumsal provakasyonları örgütlemeleridir. 68'liler Vakfı, ÇYDD, Türk Kadını Güçlendirme Vakfı, KA-DER, Çaresiz vb teşekküllerin icraatlarını yakından takip edenler İslam'a ve Müslümanlara karşı bu cunta uzantısı örgütlenmelerin oynamış oldukları rolü gayet net hatırlarlar. Sahte bir birlik-beraberlik havası oluşturmak adına, ilkesiz bir hoşgörü-uzlaşma kültürü adına büyük toplumsal cinayetlere imza atmış katiller ile, halk düşmanı provaktörler ile bir araya gelmek, onları onure etmek hangi ahlâki ölçütler ile izah edilebilir? Mazlum-Der İstanbul Şubesi, Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, Gönüllü Teşekküller Vakfı'nın da aralarında bulunduğu İslami duyarlılığı ile bilinen Sivil Toplum Örgütlerinin bu tür çabalarının, temsil ettikleri toplumsal kesimleri manupüle etme girişimi olarak tanımlanmaması için hangi mazeret geçerli kabul edilebilir? Her türlü ahlâksız icraat ile birlikte anılan bir devlet ile hesaplaşmak ve karşı bir saflaşma oluşturmak onurlu insanların yapabileceği en uygun tercih değil midir?

17 Ağustos'u bir milât kabul edip, hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için toplumsal yapının öncülüğüne soyunan STÖ'lerin iddiaları ile sahip oldukları nitelikler arasında onulmaz zıtlıklar bulunmaktadır. Bırakalım derinlemesine bir tahlil ve tutarlılığı, slogan düzeyinde bile gerçek dışı ve çelişik olduğu her hali ile sırıtan iddialarla nasıl ve nereye kadar bir öncülük? Ciddi bir tasarım ve donanım ile özerk hareketlilik zemini oluşturmanın zarureti açıktır. Fakat sıcağı sıcağına yaşanan onca gelişmeye rağmen, devlet merkezli ve devlete bağımlı söylem ve pratik önermeler ile karşılaşılınca durumun vehameti ortaya çıkıyor.

Devletin deprem öncesi ve sonrasındaki hiçbir sabıkasına değinmeden bir sivil toplum örgütü başkanı / temsilcisinin "devlet" değerlendirmesini de içeren bir yazısına değinelim.

"Depremin Düşündürdükleri"1 başlığı ile kaleme alınan yazıda ilginç bir "devlet tasavvuru" göze çarpıyor: "17 Ağustos'da yaşadığımız deprem sonrasında ülkemiz devletin bu denli hantallığına, suistimal ve yolsuzlukların böylesine başının almış gitmişliğine ve yozlaşmanın sınırsızlığına rağmen bu devletin niye halen yıkılmadığının, ayakta kaldığının izahını yaşadı. Çünkü devlet zor zamanlarda omuz omuza olmayı refleks haline getirmiş muhteşem bir milletin, halkın devleti idi." Demek ki deprem toplumda devlet tasavvuruna ilişkin zihinsel bir kırılmayı sağlamış ama toplumun öncülerinde en ufak bir hasar dahi oluşturamamıştır. Devlet esprisini kavramaktan yoksun olan kitleler değil, devleti kutsayan, ona insan ve toplum üstü bir kutsiyet atfedenlerdir. Yine aynı yazıda devlet esprisinin önemli bir STÖ temsilcisi tarafından nasıl kavrandığına işaret eden anahtar kavramlar da mevcut. İşte devleti özenle koruyan bu anahtar kavramlar: "Bir takım devlet görevlileri, devlet bürokrasisi, bazı bürokratlar, devlet zırhının arkasına gizlenenler, bir takım paranoyaklar."2

Son olarak devletin sivil toplum örgütlerinden mümkün olduğunca maksimum fayda sağlaması için devlete biçilen rol şu: "Orkestra şefliği ve denetmenlik"3 "Devletin hizmetine koşulmaya teşne ve modern ulus devletin hayatın her alanını denetleyen teftişçi zihniyetine daha baştan teslim olmuş bir irade". Böyle işleyen bir mantık silsilesi ne kadar özgür ve özgürleştirici olabilir?

Liberal bir söylemle bezenmiş fakat pragmatik hesaplarla devletçiliğe yatan sentetik bir tarz. Muharref geleneği aşamayan muhafazakar devletçilikle, modern-ulus devleti tartışma dışı bir kutsallığa yükseltme çabası. Ne özgün ne de özgür.

STÖ'lerin siyasal ve toplumsal taleplerden arınmış ve üstten bakan bu sentetik söylemi, her türlü muhalif görüşü teorik ve pratik olarak düzene entegre etmek için biçilmiş bir kaftandır. İslami çevrelerin yeni bir mücadele alanı açmak için yöneldikleri STÖ'lerin temsil ettikleri kitleleri İslami literatür, mücadele mantığı ve hedeflerden uzaklaştırma tehlikesi geçen her gün büyümektedir. Oysaki sivil toplum örgütleri siyasal ve toplumsal mücadelenin bir parçasıdırlar. Parça bütünü değiştirmeye, yoldan çıkarmaya değil geliştirmeye ve yolunu genişletmeye çalışmalıdır.

Dipnotlar:

1- İ. Sadi Çarsancaklı " Depremin Düşündürdükleri" Mazlum-Der. İST. Ağustos- Eylül 1999

2- Agy

3- Agy