Değişen Dengeler içerisinde Türkiye-İsrail işbirliği

İslam Özkan

Ortadoğu'nun kültürel ve siyası olarak izole edilmiş iki ülkesi Türkiye ve İsrail, bölge ülkelerinin tepkilerine aldırmadan ilişkilerini en yüksek düzeye çıkarma konusunda ısrarlı görünüyorlar. 15 Kasım'da gerçekleşecek olan tatbikat bunun bir göstergesi. Taraflar, birkaç yıldır bölge ülkelerine inat sürdürdükleri ilişkileri, ortak düşmanlarına karşı caydırıcı bir araç olarak kullanmak ve bölgede başka yollarla hayata geçiremedikleri amaçlarını gerçekleştirmek için güç dengelerini kendi lehlerine çevirmek istiyorlar. Diğer taraftan bölgede yaşanan kutuplaşmalar ve stratejik güç dengelerinde meydana gelen değişiklikler de Türkiye-İsrail işbirliğinin süreç içerisinde görünümünün değişmesine neden oluyor. İlk başlarda çok masum bir görünüm (silahların modernizasyonu vs.) altında baş gösteren ilişkiler, yavaş yavaş İsrail'in Ortadoğu'daki stratejik çıkarları doğrultusunda (örneğin Suriye'yi barış masasına oturtmak, Arap ülkelerini bölgenin iki güçlü ülkesi karşısında dize getirmek vs.) şekillenen bir niteliğe bürünüyor. Bir yönüyle sadece ticari bir işbirliği görüntüsü verilmek istenen ilişkiler, giderek her alanı kapsayan stratejik bir işbirliğine doğru yol alıyor. Bu işbirliğinin doğasını daha iyi kavrayabilmek için mevcut konjonktürün iyi değerlendirilmesi ve bölgesel güç dengelerinin tahlil edilmesi gerekiyor

Bölgesel dengeler

Türkiye-İsrail ilişkilerinin aleni bir işbirliğine dönüştüğü ve Çiller'in işgal edilmiş topraklara ziyaretinin gerçekleştiği tarihlerde, İsrail'de İşçi Partisi iktidardı. İşçi Partisi'nin Oslo anlaşmasıyla birlikte başlattığı yumuşama politikaları meyvelerini vermiş ve Ortadoğu'da barışın gerçekleşeceği yönünde iyimser bir hava oluşmuştu. Bu havaya eşlik eden ekonomi politikaları, Ortadoğu'nun İsrail'in merkezde yer aldığı bir pazar ekonomisine dönüşmesini öngörüyordu, Şimon Peres'in teorisyenliğini yaptığı bu stratejiyle İsrail, 20 yüzyılın başından beri sürdürdüğü politikalarda radikal bir değişiklik yaparak Ortadoğu üzerinde toprak işgaline dayalı bir egemenlik kurmak yerine ekonomik merkezli bir yayılma stratejisi izlemeyi benimsiyordu. Buna göre İsrail, teknolojisi ve yaratıcı aklıyla söz konusu projenin beyni fonksiyonunu görüyor. Peres'e göre bunlardan yoksun Araplar'a ise, petrol ve dolarlarıyla katkıda bulunmak gibi mütevazı bir rol kalıyor. Türkiye ise demokratik ve laik bir düzene sahip olması itibariyle kültürel açıdan, kapitalist düzenin yerleşmeye başladığı bir ekonomiye sahip olması itibariyle de iktisadi açıdan İsrail'e en yakın ülkeydi ve söz konusu projede İsrail'e partnerlik yapabilme özelliğini taşıyan tek rejim olarak görülüyordu.1

Ancak Netanyahu liderliğindeki radikal Likud Partisi'nin iktidara gelmesiyle, tüm bu barış hayallerinin odaklandığı Yeni Ortadoğu Projesi dumura uğradı. İsrail, gerek Güney Lübnan'da İslami Direnişin, gerekse Filistin içerisinde İslami hareketin halk tabanında kazandığı büyük destek karşısında, barış politikalarının, bölgede Arap-Yahudi dostluğunu mümkün kılacak doğal bir zemin yaratmaya ve bölge halklarının kimliğini bir çırpıda Siyonist politikalarla uyumlu hale getirmeye elverişli olmadığı kanaatine vardı ve içinde bulunduğumuz sürece kadar uzanan sertlik yanlısı politikaları uygulamaya koydu. Bu politikalar, Ortadoğu literatüründe "önce güvenlik" olarak bilinen, İsrail halkının güvenliğinin her şeyden, hatta barıştan da önce geldiğini savunan dış siyaset anlayışına dayanıyor. Ancak bu politikanın takıntı derecesinde bir hassasiyetle uygulanması, Arap-İsrail ilişkilerini savaşın eşiğine getirecek kadar çatışma ortamının doğmasına yol açtı.

İşte, Türkiye-İsrail ilişkileri de söz konusu karmaşık konjonktürde, uygulamaya konulduğu ilk şeklinden çok daha farklı bir anlam kazanmış oluyor. Artık bölge ülkelerinin barış(!) içinde yaşayacağı, ekonomik bir pazarın eşit tarafları olarak ilişkide bulundukları bölgesel işbirliği söz konusu değil ve Filistin-İsrail görüşmeleri de, İsrail'in Oslo anlaşmasında imzaladığı taahhüdleri yerine getirmemesi yüzünden Madrid Konferansından bu yana en bunalımlı dönemini yaşıyor. Bu konjonktür içerisinde Türkiye'nin, işbirliğini İsrail'le askeri tatbikat yapacak düzeyde ilerletmesi Arap ülkelerine meydan okumaktan başka bir anlama gelmiyor. Özellikle de Refahyol döneminde genelkurmayın mevcut siyasal iktidara inat zirveye çıkardığı ilişkilerle içe dönük bir mesaj izlenimi verilmeye çalışıldıysa da gerçekte amaçlanan İsrail'e tavır alarak bölgede Netanyahu iktidarını çıkmaza sokan Arap ülkelerine "İsrail'in Ortadoğu'da yalnız olmadığı" mesajını vermekti. Türkiye'nin İsrail'le gerçekleştirilmesi beklenen askeri tatbikat, Amerika'nın da katılımıyla tam bir gövde gösterisine dönüştürülmek isteniyor.

İşbirliğinin Kafkaslar ve Orta Asya Boyutu

Türkiye jeo-stratejik açıdan bölgenin en önemli ülkelerinden biri. Onun bu konumu kendisine bazı avantajlar sağladığı gibi, bölgede izlediği politikaların hiç de küçümsenmeyecek etkisiyle bir takım handikaplara da yol açıyor. Nitekim kendisine sınır olan bütün ülkelerle ciddi boyutlarda sorun yaşayan Türkiye, bu sorunları söz konusu ülkelerle diyalog ve farklı politik yönelimlerle aşmak yerine, sorunları belki daha da büyütecek ve bölgede kutuplaşmaya yol açacak stratejik müttefik arayışlarına giriyor İsrail'le girdiği işbirliği de bu arayışın bir ürünü. Bilindiği gibi bu işbirliği, İran ve Suriye gibi ülkeleri doğrudan hedef alıyor. Ancak işbirliğinin etki alanı sadece bu iki ülkeyle, hatta doğrudan hedef tahtası olan Arap ülkelerindeki milliyetçi akımlar ve İslami hareketlerle de sınırlı değil. Orta Asya ve Azerbeycan'daki petrol kaynakları ve ticari ilişkilerden, Rusya ve Ermenistan'a kadar siyasi açıdan çalkantılı, iktisadi açıdan iştah kabartan koskoca bir jeo-stratejik bölgeyi içine alıyor.

SSCB döneminde petrollerinin önemli bir bölümünü Moskova'ya vermek zorunda olan ülkeler, yaşanan çöküş süreci ve onu izleyen bağımsızlıklarla birlikte kendi petrolleri üzerinde tasarrufta bulunma hakkını kendiliğinden elde ettiler. Ancak bu, hiç bir zaman söz konusu cumhuriyetlerin 80 yıla yakın bir zamandır içinde bulundukları sömürü ağından kurtuldukları anlamına gelmiyordu. Nitekim Orta Asya ülkeleri bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz başıboş bırakılmayacaklarını anladıkları anda, bir taraftan yeni Milliyetçi Rusya'nın, diğer taraftan ABD'nin soluklarını enselerinde hissettiler. Son derece bakir ve el değmemiş enerji kaynaklarından hisselerine düşeni almak için akbaba gibi Orta Asya ülkelerinin üstüne üşüşen ülkelerin arkasında bölgede sessiz ama derinden faaliyet gösteren bir başka ülke vardı: İsrail Siyonistler hem bu ülkelerde İran'ın nüfuzunu kırmak hem de alternatif bir pazar geliştirme kaygısıyla ilişkilerini gizliden gizliye geliştirmekteydiler.

İsrail ilk etapta bölge ülkelerinden Özbekistan'la sıkı ilişkiler kurdu, bu ülkeye önemli yatırımlar yaptı. Aynı düzeyde olmasa da diğer cumhuriyetlerle de ilişkiler kuran İsrail'in şu anda üzerinde en çok durduğu ülke Azerbeycan. Uzakdoğu gezisinden dönerken 29 Ağustos tarihinde son durağı Bakü'ye uğrayan Benjamin Netanyahu, burada Haydar Aliyev'in alışılmamış sıcak tutumuyla karşılandı. Tüm teamülleri alt-üst eden Aliyev, protokol gereği Netanyahu ile ilgilenmeyi başbakan'a bırakmak yerine bizzat kendisi ilgilenmeyi tercih etti ve başbaşa oturup tam 4 saat ayrıntılarını açıklamadıkları bir görüşme yaptılar2. Görüşmeden sonra Aliyev ve Netanyahu birbirlerine daha sıkı işbirliği çağrısında bulundular.

Azerbeycan ve İsrail arasında yeni yeni su yüzüne çıkmaya başlayan bu ilişki şüphesiz İran'ı hedeflemekteydi. Ancak İran'la ilişkileri iyi olan Rusya da, bu ilişkiyi kendine yönelik bir tehdit olarak algıladığını ifade eden siyasi girişimlerde bulunmakta gecikmedi.

Aslında bu karmaşık ilişkilerin ve çıkar hesaplarının arkasında yatan gerçek, Azerbaycan'ın sahip olduğu zengin petrol yatakları. Yakında kurulması planlanan ve Azeri petrolünü sanayileşmiş ülkelere ulaştıracak petrol boru hattı, bu ülkelerin birbirine düşmelerinin gerçek nedenini oluşturuyor. Azerbeycan kendisinin Ermenistan'la olan çekişmesinde İran'ın Erivan'ın yanında yer aldığını düşünüyor ve İran-Rusya-Ermenistan ittifakına Tel-Aviv ve Washington'la ilişkilerini geliştirerek cevap vermek istiyor.

Tabii ki Türkiye bu dengeler içerisinde İsrail ve Azerbeycan'ın yanında yer alacak. İşte Türkiye-İsrail işbirliğinin etkin olarak hayata geçirilmek istendiği ve zannedildiğinden de çok daha geniş yankıları olduğunun ifadesi olan bir boyutu. Kutuplaşmalar sadece Ortadoğu'yla sınırlı değil ve Türkiye bu işbirliğini, yaşadığı kuşatılmışlık hissinden dolayı olabildiğince ileri götürmek istiyor. Bu yüzden kendisine yönelen tepkileri anlamamakta direniyor.

Halbuki çok açık bir gerçek var. İsrail tüm dünya barışını tehdit eden bir misyonun temsilcisi. Bu konuda örnekler sıralamaya gerek yok. Çünkü Siyonist tehdit, kuruluşundan bu yana ırkçı, diktatör ve faşist devletlerle girdiği karanlık ilişkiler ve sahip olduğu yayılmacı mantaliteyle bu konudaki sicili hiç bir ispata gerek bırakmayacak derecede açık olan bir ülke. Dünyadaki tüm özgürlükçü hareketlerin iktadara gelmesi önünde fiili engel olan İsrail'in sadece adı bile hukuk dışılığın, gizli kapaklı ilişkilerin sembolü. Bu açıdan Türkiye'nin İsrail'le derin ilişkilere girmesi, bu konuda ciddi bir incelemeye gerek kalmadan söz konusu ilişkilerin kirliliği hakkında çok ciddi şüpheler uyandırıyor. Son olarak bir gazetede yayınlanan haber, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu karanlık yönünü teyit eder mahiyette. Habere göre MOSSAD ajanları, Türkiye'de Güneydoğu'da savaşa katılacak özel tim ekiplerine Antalya'da kurulan kamplarda eğitim veriyor. Bu gibi kirli ilişkiler, işbirliğinin sadece basına ve kamuoyuna yansıyan boyutunu oluşturuyor. Kamuoyuna yansımayan bölümlerinin hangi ilişkileri kapsadığı, hangi ülkeyi somut olarak hedeflediği ve üçüncü taraflara yönelik ne tür askeri tehditler içerdiği ise tam bir muamma. İlişkilerde ısrarla geri adım atılmaması ise İsrail'in vuruş sahası içerisinde olan ülkeleri haklı olarak ürkütüyor. İsrail'in yakın tarihe kadar bütün uluslararası hukuku ve teamülleri hiçe sayarak gerçekleştirdiği operasyonlar (1982 yılında Irak'ın nükleer reaktörü, Tunus'ta FKÖ karargahının basılması ve Filistin Direniş örgütlerine yönelik düzenlenen suikastler) ise bu işbirliğinin civar ülkelere oluşturması muhtemel tehditleri hakkında bir fikir veriyor.

Siyonizmle Her Türlü ilişki Bir İnsanlık Suçudur!

İsrail'le kurulan her türlü ilişki bir insanlık suçudur. Çünkü her şeyden önce İsrail ırkçı bir rejimdir. Kendi vatandaşlarını bile etnik kategorilere bölen Siyonist rejim, ırkçı politikalarını açığa vurmaktan da çekinmemektedir. Diğer taraftan her geçen gün daha fazla geliştirdiği teknolojisiyle ürettiği silahları ilk önce bölgenin masum halkları üzerinde deneyen İsrail, kendi çıkarı dışında hiç bir değer tanımayan düşünceyi, en uç mantıksal sonuçlarına kadar götüren zihniyeti temsil etmektedir. Sivillere yönelik katliamlar, hedef gözetmeden yapılan bombardımanlar, hukuk tanımazlık ve insan hakları ihlalleri Siyonist devletin varlığını borçlu olduğu temel olgulardır ve İsrail'in yaşamının bir parçası haline gelmiştir. Bölgenin azgelişmişliği de dahil olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin, güçlenmesi ve insani bir yaşam sürmesinin önünde engel olmakla yükümlü ve emperyalizmin sürekli boyunduruğunda kalmasının sağlanması için görevli İsrail'le ilişki kurmak, hele hele bu ilişkiyi işbirliği derecesine götürmek, bölge halklarını düşman görmek ve işlenen insanlık dışı suçların tümüne ortak olmaktan başka bir anlama gelemez.

Dipnotlar

1) Kazım Haşim Nu'me, Türkiye-İsrail işbirliği: Dışsal Etkenler Hakkında Bir Yorum, (el'Müstakbelü'l-Arabi, Eylül 97).

2) Mahmud Şeyh Ahmed, Tel Aviv ve Washington'un desteğini kazanmaya çalışarak Aliyev Ermenistan'ın eline mi oynuyor? (Crescent International, Eylül 97)