Çocuk Tarlaları

Abdurrahman Çeliker

Ramallah'ta tarlalara çocuk ektik Nuveyba...

Mustafa İslamoğlu

Güneş, Ömer'in ayak izlerinde girmişti soluk soluğa, zeytin ağaçlarının yapraklarını incitmeden, tarihin hüzünlü koynunda uyuyan şehre. Ki şehir; çatlamış göz bebeklerinde kan, yıkılmış evleri, ana feryatları, memeden düşmüş, yanık bedenleri acıya kundaklı çocukları, ellerinde kana kesmiş yüreğiyle öyle onurlu ve direngen...

Cenin:

Alevlerin ve yıkıntıların arasından onura durmuş Davud sapanlı çocukların taş atan elleri üzerinde girdi bir akşamüstü evlerimize. Önce ölüler uyandı göz bebeklerimizde, sonra yıkıntılar arasından minik ellerinde tahta silahları, aç ve bir o kadar onurlu çığlıklarıyla ölüme nişanlı çocuklar. Yıkılmış binaları, kuşatılmış sokaklarıyla ölüm giyinmişti sanki şehir.

Evin her köşesine hüzün çökmüştü aniden. Çığlıklar eteklerindekini toplayarak tank sesleri eşliğinde odayı terk ettiğinde, yüreğini ıslatan gözyaşları avuçlarında duaya durmuştu. Odada dolaşan çocukların gülücükleri karşısında daha bir ezilmişti yüreği utançtan. Zoraki adımlarla balkona çıktı. Boğulacak gibiydi. Hüzün, kan ve gözyaşı anaforu onu dibe doğru çekiyordu. Gece, her adımında bir çocuk düşürüyordu ayakları dibine, gövdesine asılı yıldızlardan. Yakalamak ve tekrar yerine koymak için avuçlarını açıp uzandığında "Baba" sesiyle irkildi. Oğlunun; "Çocuklar öldürülmez, değil mi baba? Beni de öldürmezler, çünkü ben de çocuğum, sadece zalimler çocukları öldürür." sözleri tahrip gücü yüksek bir bomba gibi patladı kulaklarında. Duyduğu acı ve endişe nedeniyle iki gündür doğru dürüst uyuyamamıştı. Uyku göz kapaklarına asılmış ağırlıklar gibiydi. Ancak yüreğindeki sızı, bu ağırlıkları taşıyacak yoğunluktaydı. Usulca odaya girdi. Çocuklar henüz uyumuşlardı. Yatağa uzanmıştı ki aniden kalkıp salona gitti. Masada duran kâğıtları toplayıp bir şeyler yazmaya başladığında ağırlıklar galip gelmişti, bitkin bedenine.

* * *

Gün acıya durduğunda, bir tohum daha düştü. Ki henüz on ikisindeydi, avucunda en iyi arkadaşını sıkı sıkıya tutmuştu. Kalabalık, mezardan hep birlikte ayrılıp, yıkılmış evler ve anne feryatlarıyla dolu dar sokaklardan geçerek devriyelerin bulunduğu bölgeye gelmişti. Onca acının, zulmün ve yıkımın ağırlığı altında bedenini taşıyamayacak durumda olan ve üzerinde "Cenin Şehri" yazısı zar zor okunan tabeladan şehrin çıkışında olduğunun farkına vardı. Kan ter içinde kalabalığın ortasında bulmuştu kendini. Buraya nasıl gelmişti, yoksa bir film setinde miydi? Evet öyle olmalıydı. Birazdan yönetmen 'motor" diyecek, kalabalık hep birlikte bağırmaya ve gelişigüzel koşuşturmaya başlayacaktı. Başrol oyuncusu, karşısındakileri bir bir haklayacak, o sırada uzaktan güzel sevgilisini görecek ve birbirlerine doğru koşacaklardı. Fakat senaryoda bir gariplik vardı. Bütün oyuncular çocuktu, yoksa bu bir çocuk filmi miydi. O halde çocuk filminde tankların ve silahların işi neydi ya da kan içinde hepsi birbirine benzeyen ve hiç tanımadığı çocuk yüzlerinin? Sahi kimdi bu çocuklar ve onların arasında ne arıyordu?

Her sabah acıyla yıkadıkları yüzlerinde onurlu gülümsemeleri ve kapkara gözleriyle küçük çocukların oluşturduğu gurup, yanlarında getirdikleri lastikleri yola döşeyip yakarak devriyelerin kolayca yaklaşmalarını önleyecek bir barikat kurdular. Kesif lastik kokusu ve kara bir duman her tarafı kuşatmıştı. Kitaplarıyla birlikte çantalarında taşıdıkları sapanları öylesine ustalıkla kullanıyorlardı ki devriyeler taş yağmuru altında çaresiz kalıyordu. Tarihin herhangi bir yerinden toynakları kıvılcımlar saçan, ateş yeleli atların üzerinde kavga yüklü heybeleriyle dört nala çıkıp gelen savaşçılar gibiydiler. Sanki her biri bir ebabil. Atılan her bir taş, acı yüklü bir hayat sanki.

Yüksek yerlere mevzilenmiş keskin nişancıların mermileri küçücük bedenleri dalından koparıyordu. Ölenlerin yerini hemen bir başkası alıyordu. Toprak sanki çocuk doğuruyordu ya da her yer çocuk tarlasıydı... Arkadaşının verdiği sapanla geçirdiği ufak kazalardan sonra nihayet devriyelerin üzerine taş atmayı başarabilmişti. Yoğun taş altında kalan devriyelerin rastgele ateşiyle yanındakiler birer birer düşüyorlardı, ambulanslar yaralıları hastanelere yetiştirme gayretiyle yoğun ateş altındaki çatışma bölgesine giriyor ve sanki hiç gelmemiş gibi sirenden izler bırakarak uzaklaşıyordu...

Öğleye doğru tarihin başlangıcından beri tanıdığını hissettiği kalabalıktan ayrılmak zorunda kaldılar, yüreklerini rehin bırakarak çatışma alanlarına. Biraz zeytin ve ekmekten oluşan yemeklerini yiyip tekrar yola koyuldular. Geriye dönüp tepelerden son bir kez baktılar şehre. Toprak kan sızıyordu çatlamış damarlarından, homurdayarak.

Tavanındaki oyuklarından yıldız damlayan iki odalı kerpiç eve geldiklerinde güneş henüz batmaktaydı Ramallah'ın kalbine. Yirmili yaşlarda, abanoz sakallı, gözlerindeki parıltılar geceye yakamoz düşüren, orta boylu, yüreğini avucunda taşıyan hali ve onurlu yüz hatlarıyla konuksever bir insan olan ev sahibi onları evin avlusunda karşılayıp ayrı ayrı kucakladı. O kadar yalın ve samimi bir hali vardı ki sanki yıllar öncesinden aniden çıkıp gelen ve hemen ayrılıp gidecek olan kadim bir dost gibiydi. Hayatı, omuzunda her an uçacak bir kuş gibiydi ve bir sabah kanat sesleri ile uyanmıştı Kudüs.

Mütevazı sofrada yemeklerini yedikten sonra sıcak yaz günlerinin bunaltıcı havasından kurtulmak ve o güzelim Filistin gecelerinin limon çiçekleri ve sardunyalarla bezeli havasını teneffüs etmek üzere neredeyse tamamı asma yapraklarıyla örtülmüş avluya çıktılar. Avlunun ortasında küçük bir şadırvan vardı. Mermi seslerinin uzağından çöl türküleri fısıldıyordu kulaklarına. Gece yarısına kadar konuştular. Hayatlarının nasıl işgal edildiğini anlatmıştı. Gözlerini yaralılarla dolu bir ambulans içerisinde açmıştı hayata. Savaştan başka bir hatırası yoktu, çocukluğunun acı dolu kucağında büyümüştü ölüm çığlıklarıyla birlikte. En güzel oyuncakları tahta silahlar ve patlamamış mermilerdi, birde, sürekli yanında gezdirdiği, bir zamanlar dedesinin onurla ve inatla sürdürdüğü kavga sırasında aldığı yaralarını sardığı kuşaktan yaptığı sapan. "Ölüm bize yaşamayı öğretiyor. Umudu sapanlarımızın içinde taşıyoruz her çatışmada. Filistin, bizim yiğit, doğurgan ve yürekli annemizdir. Her günün sonunda sıcacık göğsüne saklar bizleri." derken öylesine parıldıyordu ki gözleri, annesinin etekleri etrafında sağa sola koşuşturan yaramaz bir çocuk gibiydi. Yere açılmış yatağına uzandığında hemen uykuya daldı. Sabahın ilk ışıklarıyla bir daha göremeyeceği ev sahibi ile vedalaşıp yola koyuldular.

Güneşin yakıcı etkisini henüz yitirmediği bir vakitte kontrol noktasına ulaştılar. Diğer tarafa geçmek bir hayli zordu. İki farklı ülkeydi her bir taraf. Kimlik ve pasaport kontrolü öylesine can sıkıcıydı ki, sanki kendi yaşadığınız topraklarda değil de bir başka ülkeye giriyormuşsunuz izlenimi vermeye çalışıyorlardı. Onca şiddet yetmiyormuş gibi bu türden psikolojik işkenceler daha bir yıkıyordu insanı. Kontrol noktasından güç bela geçip Kudüs'e doğru hızla ilerlediler. Yol boyunca gördükleri manzara karşısında etrafı tel örgülerle çevrili binlerce kilometre karelik bir cezaevinde yaşıyormuş hissi uyandı içinde. Hemen her yerde silahlı askerler ve tanklar vardı. "Şaşırma." dedi arkadaşı: "Burası Filistin. Hayatın ölümle dirildiği topraklar! Eskiden olduğu gibi üzerinde Golyat'ın kirli ayak izleri de var, onurlu bir yığın Davud çığlığı da."

Nihayet Kudüs'e ulaştılar. İlk kez bu kadar yakından görüyordu bu kutsal ve kadim mekânı. İlk kıble, onca acıya rağmen ayakta ve bir akşamüstü dönecek çocuklarını beklemekte, sıcak kucağı, tepelere çevrili nemli gözleriyle. Kutsal mekânları, dar sokakları ve çarşılarıyla derin bir hüznü yaşıyordu sanki. Ürkek bedenine her değişinde kirli eller, geceyi yüzüne gerip, güneşle yıkanan soylu bir sevgili gibiydi, yüreğinde sevdasıyla. Şehir keskin bir hatla ikiye ayrılmış gibiydi. Bir tarafta olanca zenginlik ve kibir diğerinde acı ve hüzün. Şehrin çocukları daha önce kendilerinin olan sokaklardan, çarşılardan ve evlerinin önünden geçerken büyük bir çöküntü yaşıyorlardı. Daha dün evinin bahçesinde oturan anneler, sokak aralarında koşuşturan çocuklar bugün bir misafir gibi geliyorlardı kendi topraklarına ve her gelişlerinde ya hapse atılıyor ya da öldürülüyorlardı. Yıllarca uzaktan izlediği resmin içerisine girmiş ve daha bir kahrolmuştu. Bir an göz göze geldi arkadaşıyla. Hiçbir şey konuşmadan yürüdüler yüzleri doğuya çevrili. Arkadaşının kendi kendine bir şeyler mırıldandığını farketti. "Gözyaşlarını kurutma ey Filistin, ki yeşersin topraklar, güneş yüzlü çocuklar büyütsün, baştan başa onura kesmiş." diyordu, gözlerinden akan yaşları arkadaşına göstermeme uğraşı içerisinde.

* * *

Ellerine düşen yaşların sıcaklığıyla ürperdi, masanın önünde uyuyup kalmıştı. Ayağa kalktı, neredeyse sabah olmak üzereydi. Işıkları kapatıp küçük odaya geçti. Çocukların masum yüzlerinden öptü, elleri titriyordu, usulca yastığa başını koyduğunda derin bir uykuya dalmıştı.

Salonda, masanın üzerindeki kâğıtta belli belirsiz birkaç mısra duruyordu:

Filistin; onurlu anne

yüreğe gerili taş Filistin

usulca geceye yatıran çocuktan

yarına büyüten usulca

zeytin gözlen Filistin

taş, sapan, kavga...