Cemaleddin Afgani -2

Mehmet Serdar

IV. Afgani'ye Karşı Oluşturulmak İstenen Şüpheler ve İftiralar

Afgani hayatı boyunca iki şeye karşı mücadele etti: Emperyalizm ve emperyalizme sebebiyet veren iç unsurlar. Dolayısıyla iki düşmanca tavırla karşılaştı: Cebr ve cehalet. Cebr ona karşı emperyalizm ve işbirlikçi yerli müstebitler tarafından kullanıldı. Cehalet ise onun uyarmaya çalıştığı ulema ve halk kitlelerinden geliyordu. Bu cehalet sahiplerinin bir kısmı onu anlamıyor ve onu Batı'nın karşısında maceracı birisi olarak görüyorlardı. Diğer bir kısmı ise muhtemelen onu, kendi bulanık din anlayışları ve geleneksel alışkanlıkları karşısında bir tehlike odağı olarak görüyor, ona karşı mücadelede bulunuyorlardı. Bu son ikisi ya hayatlarından çok memnundular ve içinde bulundukları zilletten bihaberdiler ya da Batı'ya ellerindeki bidat ve hurafe yığınıyla ve bu yığının biçare kütleleriyle karşı durabileceklerini sanacak kadar safdildiler.

Tabii şunu gözardı etmemek gerekir ki, o devirde Batı'ya karşı mücadele farklı şekillerde algılanıyordu. Ortada yıkılmış bir yapı vardı ve insanlar bu yapının çevresinde şaşkın duruyorlardı. Bu devirdeki hareketler genelde iki eğilim gösterir:

Birincisi; içine kapanma, yıkılan yapıyı gene eski dokusuyla yeniden örme ve eski şaşaalı çağlara dönme isteklisi geleneksel kitle ve ulemaydı. Bunlar az önce bahsi geçen kitleydi. Eski hayatlarından memnundular ve onun sürmesi taraftarıydılar.

İkinci akım ise, Türkiye'de Tanzimatçılarla, Mısır'da Kavalalı ile ve Hindistan'da -daha önce de bahsi geçen- Sir Seyyid Ahmed Han'ın Aligarh'ı ile başlayan modernist hareketti. Bu hareketin mensuplarının birçoğu Kur'an ve İslam diye yola çıkmışlardı. Sözde, Batı'dan kurtulmak istiyorlardı, fakat her hareketlerinde Batı'nın batağına biraz daha saplanıyorlardı. Onların hareketlerinin sonucu milliyetçiliğin, bölgeselciliğin, loyalizmin, laikliğin ve bugünki mevcut yapılanmaların doğup hayat bulması ve yerleşmesi oldu.

Aslında bu insanların temel eksiği İslam'ı tam kavrayamamış olmaları ve kendilerine olan güvensizlikleriydi ve istisnasız hepsinin de aldıkları eğitim Batı patentliydi.

İşte Afgani bahsi geçen her iki akımın da karşısında; Kur'ani bilinç sahibi, gerçek bir ıslahatçı olmasına rağmen, gelenekçiler tarafından her zaman bu ikinci kategoride gösterilmek istenmiştir. Fikri yoldan onunla baş edemeyen bu insanlar ona her zaman iftiralar atmış onu Şiilikle, masonlukla, mezhepsizlikle, modernistlikle, dinsizlikle, işbirlikçilikle suçlamışlardır. Onun akılcılığını rasyonalizmle, gerçekçiliğini materyalizmle hatta -ileride de sözünü edeceğimiz- onun bir strateji olarak öne sürdüğü her müslüman topluluğun kendi bölgesinde güçlü bir iç yapılanmaya gitme fikrini milliyetçilikle karıştırmış ya da öyle görmek istemişlerdir. Bu kişiler ona hiç bir zaman fikirle karşı koyamamış ve hep duygusallığı ön plana çıkaran hakaretlerle yaklaşmışlardır. Türkiye'deki ya da diğer İslam ülkelerindeki saldırganların ortak özelliğiyse onun eserlerini doğru dürüst incelememiş ya da önyargıyla yaklaşmış olmalarıdır. Ve ne gariptir ki, Afgani'yi işbirlikçilikle suçlayanlar doğrudan ya da dolaylı işbirlikçidirler ve tevhidi hareketin de en büyük engelleyicisidirler.

Afgani'ye gelince, elbette onun da her insan gibi hataları olmuştur ve elbette özellikle o devirde Afgani gibi durmadan gezip dolaşan bir insanın hayatı hakkında her şeyi bilmek imkansızdır. Fakat çalışmaları, yazdıkları, söyledikleri incelendiğinde; fikirleri ve mücadelesi anlaşıldığında hüsnü niyetinden, samimiyetinden şüphe etmek imkansızdır.

Hakkındaki iddia sahipleri pek çok olmakla beraber 1963 yılında İran'da basılan Cemaleddin Esadabadi Hakkında Yayınlanmamış Vesikalar adlı yazarı belirsiz kitap ve 1979'da Beyrut'ta Suud finansmanıyla basılan ve sonradan Türkçe'ye de çevrilen M. Muhammed Hüseyin'in Modernizm'in İslam Dünyasına Girişi adlı kitaplar en şümullü olanlardandır. Tamamen duygusal karalamalarla yüklü bu kitapların basım tarihleri de ilginçtir. Birincisi 1963'e, yani İmam Humeyni önderliğindeki hareketin İran'da ilk olarak İslami kıyam başlattığı sene, ikincisi de İslam İnkılabının gerçekleştiği yıla denk gelmekte ve biri Şah, diğeri Suud tarafından finanse edilmektedir. "Afgani hakkında yazılanların hepsi bu 63'de basılan kitaptan sonraki tarihlere aittir. Tabi burada akla şu soru geliyor, 63'den evvel bu kitaba kaynak teşkil eden belgeler neredeydi ve neden 63?. Öyleyse bunun bir komplo olduğunu anlıyoruz."47 Afgani'nin İran üzerindeki gerek Tömbeki Kıyamı'nda, gerek Anayasa Hareketi'ndeki (1905) etkisi herkes tarafından bilinmektedir ve İslam İnkılabı'nın erleri de ondan etkilendiklerini gizlememektedirler.48

Diğer kitap İskenderiye Üniversitesi edebiyat hocalarından Muhammed Muhammed Hüseyin'in çeşitli tarihlerde Kuveyt, Libya, Riyad gibi güdümlü platformlarda verdiği konferansların bir araya getirilmesiyle, yukarıda da belirttiğimiz gibi 1979'da Suud finansmanıyla basılmıştı.49 Daha sonra Muhsin Abdulhamit50 ve Muhammed el-Behiy51 tarafından etraflıca cevaplandırılan ve kimler tarafından finanse edildiğini gözardı eden hezeyan sahibi bir edebiyatçının yazdığı bu kitap; bir müslümana ve aslında inkılabi İslami harekete karşı açılan karalama kampanyasının bir maşası olmaktan öte bir şey değildir.

Ayrıca bu karalama kampanyasını Batı'dan yönlendirmeye çalışan emperyalizmin keşif kolu bazı oryantalistler ve konuyla ilgili çalışmaları şunlardır: Elie Kedourie, Afahani and Abduh An Essay on Religious Unbelief and Political Activism in Modern İslam, London-1966.; Homa Pakdonan, Djamual ed-din Assad Abadi dit Afghani, Paris-1969.; Nikki R. Keddie, Sayyid Jamal al Din at-Afghani Apolitical Biography, Berkeley-1972, ve An Islamic Responce to Imperialism: Political and Religious Writings of Sayyid Jatnel ad-Din al-Afghani, Los Angeles-1968.

Aşağıda Afgani'ye yöneltilen saldırılara topluca değineceğimiz için M. Hüseyin'i fazlaca ele almayacağız, fakat ondan bir iki traji-komik örnek almadan da geçemeyeceğiz. Kitabın bir yerinde M. Hüseyin onu "Allah'a inanmayan bir tabiatçı" olarak vasıflandırıyor.52 Anlaşılmaktadır ki gözleri iyi görmeyen edebiyatçımız er-reddi aled-dehriyyin'i gözden kaçırmış. Gözlerini kim köreltti acaba? Başka bir yerde de onu, İslam toplumlarında gizli örgütler kurmakla ve suikastler düzenlemekle suçluyor.53 Edebiyatçımız suikastten Şah Nasırüddin olayını kastediyor ki, bu kesinlikle kanıtlanamamıştır. Ayrıca belirtilmelidir ki, Allah'a, Kitab'a, peygambere dil uzatanları, zulmeden zalimleri hükmetme mevkilerinden devirmek için her fırsatı değerlendirmek her müslümanın boynunun borcu olsa gerektir. "Örgüt" işine gelince, edebiyatçımız Rasulullah'ın Erkam'ın evinde ne yaptığını zannediyordu acaba? Ya da Hz. Hüseyin'in Kerbela'dan önce nasıl beyat topladığını zannediyordu? Ama tabii edebiyatçımız için zalimlerin kılıcına boyun eğmek "fitne kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar savaşmak"tan daha hayırlıdır. Suud altınlarıyla gözleri kamaşan edebiyatçımız, bu ayeti görmemiş olsa gerek,

Suçlama ve iddialara gelince, Afgani hakkındaki ilk iddia soyu, memleketi, kavmi hakkındadır. Birçokları onun İranlı bir Şii olduğunu ileri sürerek suçlamaktadırlar. Akıl ve vicdan sahibi bir müslüman için bir kişinin İranlı ya da şii olması bir suç teşkil etmediği gibi, bu suçlamaları yapanların Afgani'yi Sünni dünyada bir fitneci olarak göstermek istedikleri apaçıktır. Zaten Afgani gibi mezhep taassubu gütmeden, mezhebi sorulduğunda "ben yalnızca müslümanım" diyerek tüm ümmetin birliği için çalışanların kaderi böyle olmuştur: İran'da sünni, Arabistan'da şii olarak suçlanmak. Yine de şunu belirtmek gerekir ki, kendisi bizzat Afganlı olduğunu söylemesine rağmen, onu tanıyan, bilen birçok kimse başta İranlılar olmak üzere onu Cemaleddin Esadabadi olarak bilmektedirler ki, bunun ne bizim için, ne de kendisini Dar'ül-İslam vatandaşı sayan Afgani için menfi yönü yoktur.

Bu arada Mehmet Emin gibi milliyetçilerin onu Türk gibi göstermek ve kendi ağzından şahit getirmelerine şaşmamak gerekmektedir. Zira gezdiği tüm ülkelerde İnsanlar onun ilminden feyz almış, dinamizminden etkilenmiş ve onu kendilerinden göstermekte tereddüt etmemişlerdir. Biz bu konuda onlardan gelen haberleri muteber kabul edecek değiliz. M. Emin, Afgani'yi yanlış anlamışsa suç onundur, Afgani'nin değil.55

Başka bir saldırı Afgani'nin sadece İngilizler'e karşı bir şeyler yaptığı Fransızlar'a ve Ruslar'a karşı seyirci kaldığı üzerinedir.

Şu açıkça bilinmelidir ki Afgani'nin yaşadığı tüm yerler; Afganistan, Hindistan, Mısır, İran ve Osmanlı Devleti ya İngiliz sömürgesidir ya da İngiliz baskısı altındadır. Bu durumda Afgani'nin yaptığı; o devir ve hatta günümüz müslümanlarının sıkça uyguladığı ehven-i şer politikası olarak görülebilir. Bugün biz de Asya'daki Çin emperyalizminden ya da eski Sovyet emperyalizminden vs. ziyade onlardan çok daha güçlü olan ve bizzat evimizi işgal etmiş bulunan Amerikan emperyalizmiyle mücadele ediyoruz. Biz nasıl Amerika nezdinde tüm küfür odaklarıyla mücadele ediyorsak, Afgani de bunu, devrin büyük şeytanı İngiltere nezdinde yapıyor.

Mısır'ı İngilizler'in işgal etmesine karşılık Fransızlardan yardım istiyor görünmesine ya da Rusları İngilizler'e karşı kışkırtmak istemesine ve sanki onlardan yanaymış gibi görünmesine gelince, bu aslında bir tür birbirine düşürme politikası olarak adlandırılabileceği gibi -ki maalesef sonuç vermemiştir ve aynı politikanın bir benzerini Abdulhamit de kullanmıştır- o devirdeki (ve bu devirdeki) müslümanların çaresizliğinin ve bu çaresizlik içindeki çözüm üretme çabalarının, çırpınışlarının bir göstergesidir.

Bunların ardından Afgani'nin masonluğu meselesi gelir. Bugün anlaşılmaktadır ki Afgani'nin yaşadığı devirlerde masonluğun, siyonist emelleri tam olarak bilinmemekteydi. Teşkilat Doğu'ya insanlık, özgürlük, kardeşlik gibi her devirde hoşa giden vaatler ve sloganlarla girmiş, kısa zamanda Mısır ve Türkiye başta olmak üzere birçok aydın ve devlet adamını içine çekmiştir. Afgani ise tam bir siyasi olarak bu teşkilatı hem öğrenmek, hem de siyasilerle, ileri gelenlerle ilişki kurmak için bir vesile saymıştır. Onun M. Abduh'la masonluğa girişini Reşid Rıza şöyle anlatır: "Seyyid Cemaleddin İslam'a şeref ve şanını iade edecek bir İslam devletinin tesisi için olanca gücüyle çalışacağına ve elinden geleni yapacağına ahdetmişti. Fakat bu hususta pek aceleciydi. Çalışmasının semeresini ve eserinin başarısını hayattayken görmek istiyordu. Bunun için hükümet ve otorite yolunu seçti ve bu yolu da ilimle aşmak istediği için Mısır'da talebeler edinerek onlara felsefe, usulü din ve siyaset okuttu. Hidiv İsmail Paşa'nın istibdadının, arzu ve maksadına engel olacağından korkarak talebesiyle beraber mason derneğine girdi. Burada bir mahfilin reisi olarak talebesini hitabete, milletlerin hayat ve ölümü devletlerin yükselme ve sükutu meselelerini araştırmaya alıştırdı. Bu mahfile Şerif Paşa, Butros Gali Paşa (BM Genel Sekreteri Butros Gali'nin dedesi) gibi önde gelenlerden çoğu da girmişti. Hidivliğin veliahdi Tevfik Paşa da aynı mahfilde olduğu için Afgani bu sayede Mısır hükümetinin girdisini çıktısını, aksayan taraflarını öğrenmek, Mısır'ın önde gelenleriyle temas kurmak, ıslah çalışmalarını buna göre ayarlamak fırsatını elde etmiş oldu... Üstad M. Abduh, uzun zamandan beri masonluğu terketmiş bulunuyordu. Sürgünden Mısır'a avdetinde masonlar -ki içlerinde kendi eski öğrencileri de vardı- onu birçok kereler mahfillerine davet ettilerse de icabet etmedi, verdikleri madalyayı da reddetti. Bir defasında ona masonluğun mahiyetini sormuştum. Şöyle cevapladı: 'Bir zamanlar bazı ülkelerde ilim ve hürriyete karşı mücadele eden kral ve papaların sultalarına direnmek üzere oluşturulan bu cemiyetin şimdi işi oralarda bitmiş olmakla birlikte hala daha eski bir eser gibi onu korurlar. Zira Avrupa'nın inkişafında rol oynayan etkenlerden birisidir. Fakat artık sadece insanların birbirine yaklaşmasını sağlayan edebi bir cemaat olarak telakki ediyorlar. Gene anlattığına göre Beyrut valilerinden birine bir locayı kapatması için uyarmışlar, zira öğrenmişler ki, Devlet-i Aliye'ye karşı bazı Avrupa devletlerinin lehine çalışmaktadırlar. Vali önce bunu yapmaktan çekinmiş, fakat merhum Afgani'nin verdiği cesaret ve yol göstermesiyle locayı kapatmış. Gene Abduh şöyle demişti: Seyyid masonluğa bazı siyasi ve içtimai maksatlarla girmişti ve çoktanberi onunla ilgisi kesilmişti.

Seyyid ve Abduh'un masonluğu terketmeleri şu hadiseyle başlar: O zaman İngiltere veliahdi olan mason şark reis-i azamı Mısır'a gelmiş ve localar onun şerefine bir merasim yapmışlardı. Seyyid Cemaleddin bilhassa şöyle şöyle yapan İngiltere gibi bir devletin veliahdi şerefine böyle bir şeyin tertibini hazmedemeyerek şiddetli bir münakaşadan sonra locadan çekildi..."56

Görülmektedir ki onun masonlarla ilişkisi bile gene İslami hareketin çıkarları doğrultusunda olmuştur.

Anayasal Sisteme Bakışı

Cemaleddin Afgani'nin istibdada karşı olduğunu bir çok yerde halka dayanan meşruti bir yönetimden yana tavır koyduğunu gördük. Fakat tüm bunlara rağmen onu siyasilerin, devlet adamlarının yanında görüyoruz. Bunun sebebi, muhakkak, Reşid Rıza'nın da yukarıdaki alıntının başında belirttiği gibi acele etmek zorunda olmasından kaynaklanıyordu. Zira kaybedecek zaman yoktu. Akif'in onun ağzından "İnkılap istiyorum hem çabucak..." demesi gibi emperyalizm her yönden İslam ümmetini sarmışken en kısa yoldan bir şeylerin yapılması gerekiyordu. İşte bunun için şahlarla, sultanlarla teşriki mesai ediyor, masonlarla yüz göz oluyor, yaklaşan yıkım tehlikesine karşı henüz elden her şey gitmeden en azından yöneticileri uyarmak ve yönlendirmek istiyordu. Bu yüzden bu insanlarla ilişki kurmak zorunda hissetti kendini. Belki onun devrinde yapılabilecek başka bir şey yoktu, belki tarihin kurallarının böyle işlemesi gerekiyordu, belki de o saltanat-hanedan sisteminin pragmatik mantığını değiştirebileceğini umuyordu. Ama o bunu hiç başaramadı. Afgani Batı etkisinde olmayan bir İslami şura, Kur'an ölçeğinde bir anayasa arzuluyordu. Tüm halkının düşünüp akl edebildiği, söz söyleyebildiği, bilinçli, zaaflardan uzak bir toplum tasarlıyor ve asıl böyle bir toplumu hakiki bir İslam toplumu, gerçek manada Kur'an'a ve sünnete uygun yaşayan müslümanlar olarak kabul ediyordu ve bunda da şüphe yok ki son derece haklı idi.

Afgani'nin sultanlarla ilişkisini incelerken Abdulhamit'in ona karşı tutumlarını da gözden kaçırmamak gerekir. Abdulhamit onun hakkında bazen müsbet fikirler serdederken,57 bazen de alenen tahkir etmekte ve şöyle demektedir: "Ebu'l-Huda yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım... Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim."58 Görülen oydu ki Abdulhamit, Afgani'den ölesiye şüpheleniyor ve gölgesinden korktuğu gibi59 ondan da korkuyordu. Gerçi Abdulhamit'in onu çağırmasına sebep olarak Pan-İslamizm, İslam Birliği politikalarında yardım almak istemesi gösterilir ki biz de buna yukarıda değindik, fakat onların İttihad-ı İslam fikirlerinin taban tabana zıt olduğu görülür. Evet Abdulhamit, bir İslam politikası izliyordu, fakat (tüm hanedanların doğaları gereği sahip olduğu) Osmanlı Devleti'nin pragmatizmi onda da vardır. O, Osmanlı bayrağı altında, hanedanın bekaası için bir İslam birliği hayal ediyordu. Afgani ise bu fikrinde pragmatik değil, gayet samimiydi. Afgani'nin kafasındaki İslam birliği politikası o günün (ve hatta bugünün de) şartlarına uygun, ortakların eşitliğine dayalı bir tür konfederasyon sistemini içeriyordu. Bu sistemde her bölgenin müslümanları kendi şuralarını oluşturacak, bağımsızlığını kazanmış her birim iç işlerinde özgür, bölgeler arası ilişkilerde ve dış işlerinde eşit ortakların oluşturduğu Kur'ani istişareye dayalı bir şuraya bağlıydı. O böylece gelişmelerin ve savaşımların daha kolay olacağını umuyordu. Bu sistem elbette Osmanlı'nın merkeziyetçi sistemine zıttı ve Osmanlı ne kadar eşit ortaklardan biri olmayı kabul edebilirdi?

Bu çerçevede ele alındığında; bir hanedanın ağırlığını taşıyan Abdulhamit'in pragmatik yapısının yanında sadece Allah'a karşı sorumluluk duyan ve sırf ümmeti düşünen Afgani'nin politikaları çok net, çok sivri kalıyordu. İşte onun Abdulhamit'le olan ilişkisi ve şüpheli akıbeti bu açıdan ele alınmalıdır.

Afgani'ye yöneltilen suçlamalardan biri de Renan'a yazdığı cevapla ilgilidir. Daha önce belirtildiği gibi bu cevap Arapça yazılmıştır. Ne yazık ki tam metninin orjinali elde değildir ve biz onu Reşid Rıza gibi talebelerinin alıntılarından öğrenmekteyiz. Asıl spekülasyona sebep olan metin ise 18/5/1883'de Afgani'ye Paris'te mihmandarlık ve aracılık yapan Mısırlı Kıpti Selim el-Ancari gibi onun ders halkalarını kenarlardan takip eden hıristiyan gençler tarafından yapılan Fransızca tercümedir.60 Bu metnin tamamı incelendiğinde61 apaçık tutarsızlıklar hemen farkedilir. Zira mektubun başında İslam övülmekte, sonunda yerilmektedir. Anlaşılan müfteri hesabını iyi yapamamıştır. Zaten onun Tabiatçılığa Reddiye'si ve Urve'deki makaleleri incelendiğinde apaçık tezat görülecektir. Fakat asıl acı olan yukarıda adı geçen zevatın bu metne mal bulmuş mağribi gibi saldırmalarıdır. Halbuki bu metin bir Hıristiyan tarafından tercüme edilmiştir ve Afgani hakkındaki namaz kılmadığı, içki içtiği62 gibi karalamalar hep bu ve bunun gibi bir iki hıristiyan tarafından gelmektedir. Bu konuda Hamper adıyla sözde bir İngiliz ajanının Muhammed Abdulvahhab hakkında karalamalarda bulunmak amacıyla kaleme alınan ve dilimize Bir İngiliz Ajanının Hatıratı ismiyle çevrilen kitabla oynanan şeytani oyun hatırlanmalıdır.63 Oryantalistlerin Cemaleddin Afgani'yi gözden düşürme çabaları yanında Türkiye'de de ona karşı aynı kampanya Hüseyin Hilmi Işık, Necip Fazıl, Ahmet Davudoğlu gibilerince sürdürülmüştür. Onlar Şeyhülislam Hasan Fehmi ve şürekasının yolunu takip ve karalamalarını devam ettirmişlerdir. Ne yazıktır ki kitlelere hitap eden bu insanlar eleştirilerinde yukarıda belirtilen çerçevenin dışına çıkmamış, duygusal karalamalardan ve hatta kendilerine verilen mevkilere yakışmayacak hakaretlerden ve basitliklerden kurtulamamışlardır. Örneğin A. Davutoğlu64 gibi bir hadis alimi, ilmine yakışmayacak bir şekilde eserlerini hiç okumadan, ikinci elden bilgilerle, hem de Cemil Meriç gibi Türkçü, Osmanlıcı ve İslam'ı Türklüğün bir parçası, bir hadimi sayan hezeyanlar sahibi bir kişiden sıhhatini hiç tetkik etmeden olduğu gibi alarak bunu Afgani gibi bir müslümanı tekfir için yeterli görmektedir.

Halbuki müslüman olduğunu söyleyenlerin şu ayete uymaları gerekmez miydi?: "Ey inananlar. Size fasık bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz"

Ne yazık ki bu kişiler baştan beri anlatılan sebeplerden dolayı böyle bir araştırmaya hiç girmemişlerdir. Bu konuda son olarak Mümtaz'er Türköne adlı hangi derede ne amaçla yüzdüğü, hangi yolun yolcusu olduğu bizce belli olmayan bir akademisyen kalemşörün; kendilerini bilgi ve hikmetin arayıcıları sayan aslında kal ehli olmaktan hal ehli olmaya fırsat bulamamışların çıkardığı bir dergide yazdığı bir yazıya değinmekte fayda görmekteyiz. Yazı yukarıdan beri anlattığımız kalıplar içerisinde sözde akademik bir dille, fakat apaçık bir şekilde İslami hareketle istihza için yazılmıştır ve satır aralarında muhafazakar Tükçülük hain hain sırıtmaktadır.

Kalemşörümüz yazısına bir "Modern İslami Düşünce" modeli çizerek başlamaktadır. Fakat bu modelin sıhhatini tartışmak yerine çabucak sadede gelerek bu düşüncenin başlangıcı Afgani'ye dayanmaktadır diye bir hüküm verip, bu hükmün asıl çıkış noktasının batılılar olduğunda karar kılmaktadır.65 (Hemen belirtelim. Afgani bir şeyin başlangıcı değil, tevhidi mücadelenin bir devamcısıdır. Bu konuda başlangıç arayanlar Seyyid Ahmed Han'ı alabilirler. Ayrıca şunu da ekleyelim: Kalemşorumuzun 1 nolu dipnotu yukarıda dikkat çekilen tarihin ardından yazılmış kitaplarla doludur.)

Daha sonra kalemşorumuz, Pan-İslamizm'den rahatsızlık duyan Batılıların bunu kendileri yaymaktaymış gibi görünmek istediklerinden bahseder ve ikinci bir dipnot koyarak asıl niyetini gösterir. Meğer İslam Birliği'ni -her şeyde olduğu- gibi ilk olarak Türkler ortaya atmışlar.66

Batılılar bu görüntüyü Afgani gibi bir maceraperesti ön plana çıkararak gerçekleştirmekte ve Türkler'in planlarını baltalamaktadırlar. Afgani adlı hain Şii İranlı da buna alet olmaktadır. Zaten onun fikir dünyası çelişik, yazdıkları da yalın kat ve basit şeylerdir67(!).

Ne diyelim; Afgani tabii zat-ı alileri gibi akademisyen değildi, öyle payeleri, diplomaları, tezleri filan yoktu. Sadece bir an önce bir şeylerin yapılması gerektiğini, müslümanların en kısa yoldan uyandırılması gerektiğini gören samimi bir imanı vardı ve tabii onun derdi İslam'ı yaşamaktı, bazılarının yaptığı gibi yazmak değil.

Bunun ardından kalemşorumuz Mehmet Emin referansıyla Afgani'yi Türk milliyetçiliğinin müdafii gibi görmeye başlar ki, bu konuya yazımızın çeşitli bölümlerinde değinmiştik. Bu yüzden sadece şunu belirtelim. Milliyetçiler işlerine gelince Rasulullah'ı bile milliyetçi yapmaktan ve onun ağzından bazı uluslara övgüler ve yergiler düzen uydurma hadisler yaymaktan çekinmezler.

Sonuç kısmında kalemşorumuz müslümanlara "ayaklarınızı yere basın, efsanelere değil" çağrısını samimiyetle (!), istihsasız olarak(!) yapmaktadır. Ona göre modern müslümanlar aynı şeyi tekrar tekrar keşfetmektedirler, yani hep aynı şeyi (Lailahe İllallah Muhammedun Rasulullah) söylemektedirler.

Ne yapalım insanlar tevhidin manasını anlamadan fıkhi meselelere geçemeyiz ki? Bizim işimiz insanlar bunu anlayana kadar tekrar tekrar aynı şeyi söylemektir. Onun için Afgani, Abduh, S. Kutup, A. Şeriatı aynı şeyleri söylemişlerdir. Rasulullah'a dek tüm nebiler de aynı şeyi söylemişlerdir ve bu yüzden her biri eskilerin masallarını anlatmakla suçlanmışlardır.

Ayrıca kalemşorumuz engin bilgisini göstererek dipnotlarda Afgani hakkında okuduklarını okuyucuyu etkilemek için kendisini konuya hakim bir araştırmacı olarak tanıtıyor.68

Diyeceğimiz, Turan Dursun, Kur'an-ı Kerim ve Siyer-i Nebevi'den ne anlamışsa, kalemşörümüz de bu temiz ve tevhidi mücadeleyle dolu hayat hikayesinden ancak onu anlamış.

Son olarak bize İslam düşüncesinin kaynağı olarak maceraperest Ali Suavi'yi ve vatan şairi Namık Kemal'i teklif ediyor.69 Müslümanın vatanı İslam bayrağının dalgalandığı yer olduğu için Osmanlıcı vatan şairi bize pek bir şey ifade etmiyor. Tabii kalemşörümüzden bunu bilmesini bekleyemeyiz. Zira "Türk" okuyucusuna durmadan göndermeler yaptığı makalesinden anladığımız kadarıyla, onun için mühim olan "Türk Yurdu"dur, "İslam Yurdu" değil. Tekliflere gelince; bizim için kaynak Kur'an'dır, önder Rasulullah'tır. Dolayısıyla bu ikisine bağlı olmayanların tekliflerine ihtiyacımız yoktur.

Son olarak bu kalemşoru müslümanların karşısına çıkaranlara "hatırlat, belki öğüt alırlar" ayeti gereğince ümidimiz olmadığı halde bir iki hatırlatmada bulunalım: Fasıklara yüz verip tevhidi mücadele çizgisini bir avuç çıkara temah ederek karalamayın. Aynı derginin ilk sayısında da Afgani hakkında iftiralar düzmekle kendini görevlendiren ve "Büyük Türk Kültür Sistemi" bağlılığından kendini kurtaramamış bir kişinin yazdığı deli saçması hezeyanlara ise, burada yer vermeye gerek görmüyoruz. Ancak bu dergiyi çıkartanları bir kere daha uyarıyoruz: "Öyle bir fitneden sakının ki aranızda sadece zulmedenlere değmekle kalmaz. Bilin ki Allah'ın azabı çetindir" (8/25)

V. Eserleri

Afgani'nin yazılı iki eseri vardır. Birincisi Afganistan Tarihi, diğeri Türkçe'ye de çevrilen Tabiatçılığa Reddiye. Daha önce de bahsettiğimiz bu eser, mahalli şartlar da gözetilerek yazıldığı için; devrinde modern bir kelam ilmi olarak tanımlanmasına rağmen günümüz bilgi birikimi açısından ele alındığında iç bütünlüğünü sağlamış bir eser olsa da içerik ve üslup olarak tatmin edici değildir.

Afgani'nin geri kalan eserleri el-Urvetü'l-Vuska gibi kendi yayınladığı dergi ve gazetelerdeki makalelerinden ibarettir.

Görüşlerinin bir kısmı da M. Abduh, R. Rıza gibi talebe ve takipçileri tarafından aktarılmaktadır.

VI. Sonuç

Sonuç olarak; 19. yüzyılda ümmeti düştüğü durumdan kurtarmak için birçok kişi ileri atılmış, birçok fikir ileri sürülmüş, birçok harekete kalkışılmıştır. Bunların bazıları daha başlangıçta yok olmuş, bir kısmı da kısmi başarılar elde etmekle beraber ya asliyetinden uzaklaşıp entegre olmuş ya da uzun süre yaşayamamıştır. Fakat bu hareketlerin hiç biri Cemaleddin Afgani'nin öncülüğünü ettiği hareket kadar net ve sağlam olmamıştır. Hiç biri onun Kur'ani anlayışına ve mesajla içinde bulunulan durum arasında irtibat kurma gücüne, siyasi yorumlamalarına ve dinamizmine yetişememiştir.

Afgani gerçi hayatında çabalarının semeresini görememiştir, fakat ondan sonra gelişen bir çok harekete damgasını vurmuştur. Muhammed Abduh'lar, Reşid Rıza'lar, Sekip Arslan'lar, Mehmed Akif'ler onun talebesi; Hasan el-Benna'lar, Malik b. Nebiler, Seyyid Kutuplar, Ali Şeriati'ler, Murtaza Mutahhari'ler onun devamcısıdırlar. Afgani onların Tevhidi çizgilerini kazanmalarında önemli bir etken olmuştur. İşte onun en önemli eseri de, İslami uyanışa ve tevhidi bilinçlenme sürecine yaptığı bu yaygın katkıdır.

Afgani'nin elbette tartışılabilir hataları yok değildir. Fakat bu hatalar o zamanın konjonktürel durumu, onun ve içinde yaşadığı dünyanın bilgi, imkan ve görgü seviyesi göz önünde tutularak ele alınmalıdır ve unutulmamalıdır ki Cemaleddin Afgani, Rasulullah (s)'ın Kur'ani mücadele metodu ve yaşam tarzını; Hz. Ali'nin, Hz. Hüseyin'in, İmam Zeyd'in, İmam Ebu Hanife'nin Kur'ani ve inkılabi çizgilerini yakalamaya çalışmış; bu konuda öncülü olan İbn Teymiyye'nin muharref değerlere, mistisizme, Moğol istilasına karşı verdiği mücadeleyi, o bu kez hem Batı emperyalizmine, hem de İbn Teymiyye'nin maalesef hem kendi konumu, siyasi şartlar, hem de devrin anlayışları, söylemleri yüzünden karşısında pek başarı sağlayamadığı ve zaman içerisinde İslam'a iyice yerleşip bugüne dek bir kambur olarak gelen mistik ve batıl unsurlara karşı vermiştir.

Devrinde bir sonuç alamamasına gelince; bunu şu hikaye belki daha iyi açıklayabilir: "Abbasiler devrinde bir Harici lidere niçin isyan etmediği sorulunca kendisi gibi on kişi (ya da üç yüz kişi) bulsa hilafeti ele geçireceğini söyler. Bu söz devrin halife-sultanına aktarılınca, sultan şöyle der: Onu rahat bırakın, bu millet içinde kendisi gibi on kişi asla bulamaz."

Afgani rahat bırakılma şansına bile sahip olmadı.

Onun ve onun gibi sıkıntılı anlarda mücadeleden yılmayan, İslam mücahitlerinin durumunu belki şu ayet daha iyi açıklar: "Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara, 134)

Evet, biz onların hatalarından sorulmayacağız. Bize düşen onların Rasulullah'dan bize taşıdıkları İslam bayrağını, tevhid şiarını hakkıyla taşımak, İslam öncülerinin eksik bıraktıklarını tamamlamak, hatalarını tekrarlamamak, Kur'ani mücadeleyi sürdürmek, tağutlara karşı cihad etmektir.

"Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah'tan yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir... Sabredenleri müjdele! Onlar, kendilerine bir musibet değdiği zaman biz ancak Allah içiniz ve O'na dönücüleriz derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (Bakara, 153, 156-157).

Dipnotlar:

47. Afgani-Abduh, Urvetü'l-Vuska, Bir Yay., İstanbul, 1987, s. 53-54 vd.

48. M. Mutahhari, Son Yüzyılda İslami Hareketler, Sahra Yay., Ankara, 1988.

49. M. M. Hüseyin, Modernizmin İslam Dünyasına Girişi İnsan Yay., İstanbul, 1986, s.

10-11.

50. Muhsin Abdulhamid, Cemaleddin Afgani, Fecr Yay., Ankara, 1991, s. 97-121.

51. Muhammed El-Behiy, Çağdaş İslam Düşüncesinin Oluşumu ve Batı S, Girişim Yay., İstanbul, 1986, s. 75-121.

52. M. M. Hüseyin, a. g. e., s. 95.

53. A. g. e-, s. 83.

54. Mehmet Emin, "İran Türkleri", Türk Yurdu, Sayı 21,23 Ağustos 1328, s. 650.

55. Afgani'nin milliyetçilik ve ırkçılık hakkındaki görüşleri için bkz.: Urvetü'l-Vuska, s. 83,117-118.

56. Reşid Rıza, el-Menar, Cilt 8, s. 401-403, Mısır, Ağustos 1905.

57. Sultan Abdulhamit, Siyasi Hatıratım, Dergah Yay., İstanbul, 1987, s. 179.

58. İsmet Bozdağ, S. Abdulhamit'in Hatıra Defteri, Pınar Yay., 9. Baskı, İstanbul, 1992, s.73.

59. Akif, "Köse İmam"da Abdulhamit'i şöyle tanıtır:

"Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek

Otuz üç yıl bizi korkuttu şeriat diyerek."

Görülüyor ki muhafazakarların aksine bir müslüman olarak Akif, saltanattan ve sultanlardan pek hazzetmemektedir.

60. Selahattin Kılıçaslan, Fikir ve Sanatta Hareket Dergisi,  Sayı. 108, S.19-26, Aralık-

1974.

61. Bu sahte mektubu incelemek isteyenler için: Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Afgani ve Türk Siyasi Hayatı Üzerindeki Etkileri, Osmanlı Yay., İstanbul, 1991, s. 144-159. Türkçü hezeyanlarla yazılan kitapta sonuç olarak Afgani, takiyyeci bir Şii olarak gösterilmektedir ve tabiî onun bir suçu da İran ajanı olmak ve İslam inkılabını hazırlayan etkenlerden biri olmaktır. Nedense bu ithamlar hep Türkçü muhafazakarlardan gelmektedir. Fakat asıl acı olan müslümanların bu haberleri getirenlere kanmalarıdır.

62. M. M. Hüseyin, a. g. e., s. 95 vd.

63. Hikmet Zeyveli, Tenkid Ahlakı, Hak Söz Dergisi, s.13, İstanbul -1992.

64. Ahmet Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, İstanbul, 1978, Eskin Mtb-, s. 56-69. Bu yazıda Davutoğlu'nun beddualarından başka hiç bir katkısı mevcut değildir. Sadece C. Meriç'ten iktibas ettiği notlarla iktifayı yeterli bulmaktadır. Ayrıca bkz.: Cemil Meriç, Mağaradakiler, s. 305-366. Buradada Afgani, iştiraki komünist olmakla itham edilmekte, 'Tabiatçılığa Reddiye"de yazdıkları gözardı edilip küçümsenmekte ve referans olarak da Hanna ve Gardener'in Arap Socialism (1969, Leiden) adlı kitabına başvurulmaktadır.

65. Mümtaz'er Türköne, "Modern İslam Düşüncesinin Başlangıcı Meselesi ve Cemaleddin Afgani Efsanesi", Bilgi ve Hikmet, Bahar 93/2, s. 93.

66. A. g. d., s. 95,2 nolu dipnot.

67. A. g. d., s. 94.

68. A. g. d., s. 95.

69. A. g. d., s, 95.