Büyük Bir Cihad Olarak Tebliğ (Furkan Suresi Tefsiri –V)

Mustafa Siel

Önceki ayetlerde, afaki ayetlerden olan tarihî veri ve kalıntılar üzerinde durularak, inkârcıların bu ayetleri hevalarını ilah edindikleri için göremediği açıklanmıştı.

Bu ayetlerde ise afaki ayetlerden olan tabiat olayları üzerinde durularak, herkesin yakından tanık olduğu ve hatta bir parçası olduğu tabiat olaylarının arkasındaki hakkın işaretlerine dikkat çekiliyor, bunlar üzerinde gözlem ve tefekkür yapabilenlerin kolaylıkla hakkı idrak edebileceği hatırlatılıyor.

Ayetlerde dikkat çekilen tabiat olaylarının (gölge, gece vs.), ilk muhatapları olan Mekkelilerin hayatlarında çok önemli olduğunu, bu olaylarla iç içe yaşadıklarını, bu ayetlerde bahsedilen hususları çok iyi bildiklerini ve ayetlerin neyi kast ettiğini bilerek bu ayetleri anlamlandırmak gerekiyor. Furkan ayetlerinin ilk muhatapların anlamadığı anlamlar yüklemek kesinlikle doğru değildir.

45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzatıp yaydığını görmüyor musun? (Rabbin) eğer dileseydi onu hareketsiz (sakin) kılardı. (Nitekim gördüğünüz gibi) güneşi gölgeye bir delil/kılavuz kıldık (da bu şekilde gölgeyi hareketli kıldık).

46- (Yine gördüğünüz gibi) onu (güneşi) avucumuzla tutup yavaş yavaş kendimize çekerek (güneşi ve gölgeyi kaybederiz de gece olur).

Hayatımızda Genelde Göremediğimiz Gölge Ayeti

Ayetlerde geçen gölgeden (zıll) kasıt, güneşin doğması ile batması arasında, güneş ışınlarının cisimlere teması ile oluşan gölgedir. Sabah güneşin doğmasıyla (sabah namazının bitiş vakti) gölge en uzun ve geniş iken, öğle zeval vaktinde neredeyse yok olacak kadar kısalıp daralır. Zevalden sonra (öğle namazı vaktinin girişi) uzayıp genişlemeye başlayıp, gölge cismin boyu kadar olunca ikindi vakti girer. Gölge akşam güneşin batışı esnasında en uzun olup, güneşin batmasıyla (akşam namazı vakti) gölgede kaybolup gece karanlığı başlar.

Her ne kadar güneşin doğuşu ile batışı arasında gölge hep söz konusu ise de gerek ayette gölgenin uzatılıp genişlemesinden bahsedilmesi gerekse sıcak Arabistan’da (ve diğer memleketlerde sıcak yaz günlerinde) gölgeye en çok ihtiyaç duyulduğu süreç olması nedeniyle, öğleden sonra gölgenin uzamaya başladığı süreçteki gölgenin kastedildiğini söylemek mümkündür.

Fatır Suresi 19’dan 21’e kadar olan ayetlerde, kör ile görenin, karanlıklar ile aydınlığın, gölge ile hararetli sıcağın eşit olmadığı beyan edilmiştir. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, ışığın zıddı karanlık (gece) iken, ısının (hararetin) zıddı ise gölgedir.

Gölge ve Güneş En Önemli Nimetlerdendir

İnsanların çoğu zaman farkına bile varamadığı, farkına varmak isteyenlerin ise hepsini tespit edemediği sayısız nimetlerden birisi de gölge nimetidir. Şöyle bir düşünelim: Sıcak yaz aylarında gölge olmasaydı ne olurdu halimiz? Ya da gölge hareketsiz olsaydı? Nitekim gölge öyle bir nimettir ki Vakıa Suresi 30. ayette, cennetin en önemli özelliklerinden birisi olarak sayılmıştır.

Gölge ile güneş arasında ayette de vurgulanan vazgeçilmez bir ilişki vardır. Bizler varlıkları ancak güneş ışığı ile görebildiğimiz gibi, gölgeyi de ancak güneş ışığı delaletiyle görebiliyoruz. Gölge ancak güneş ışınlarının cisimlere vurmasıyla söz konusu olduğundan, güneş ışınları olmayınca gölge de olmaz. Hem güneş ışınları hem de gölge insan için vazgeçilmez nimetlerdir. Hem de birbirlerinin zararlarını dengelerler. Yani güneşin hararetinden gölge ile korunduğumuz gibi, gölgenin soğuğundan da güneş ışınları ile kurtuluruz.

47- Ve O (Rabbin) geceyi (mahremiyetiniz için) bir elbise, uykunuzu da (dinlenmeniz için) bir (hayattan kesilme süreci) kılan olduğu gibi, gündüzü de (adeta yeniden dirilmeniz gibi) dünyaya açılma ve yayılma süreci kılmıştır.

Deniz Sayesinde Yaşayan Balıklar Denizin Nimetlerinin Farkında Bile Değiller

Yüce Allah’ın insanın farkında bile olmadığı başka nimetleri hatırlatılıyor bu ayette. Balıklar deniz içinde denizin (nimetlerinin) farkında olmadığı gibi, (hayvanlar gibi kör ve sağır olan) insanlar da dünya üzerindeki nimetlerin farkında değildir çoğu zaman.

Ayette gece bir elbiseye benzetiliyor. Nasıl ki elbise insanın kamusal alanda kısmi mahremiyetini sağlarsa, gece de insanın tam mahremiyetini sağlar. İnsan için kamusal alanda elbise ile kısmi mahremiyet nasıl ki zaruri ise gece evinde tam mahremiyet de öyle zaruridir. Devamlı açık alanda ve insanlarla iç içe olmak insanın kaldırabileceği bir durum olmayıp, insan mutlaka gece–ev–mahremiyet alanına ve zamanına ihtiyaç duyar.

Uykunun insan için sübuta kılındığı bildirilmiş olup, tatil, rahatlık, hayattan kopma anlamına gelen bu kelime ile Yahudilerin sebti (Cumartesi çalışma yasağı) aynı köktendir. Demek ki bizim sebtimiz gece uykumuzdur.

Sübutanın zıddı ayette nuşura olarak verilmiş olup, bir yerden çıkıp etrafa dağılmak anlamına gelen nuşur/neşir terimi, hem gündüz insanların evlerinden çıkıp çeşitli amaçlarla etrafa dağılmaları hem de yeniden diriltiliş (kabirden çıkıp hesap yerine doğru gidiş) için kullanılmıştır. Başka ayetlerde mecazen uyku ölüme, uykudan uyanış ise yeniden dirilişe (nuşur) benzetilmiştir.

Allah’ın Nimetlerini Saymak Bile Mümkün Değil

İbrahim Suresi 32’den 34’e kadar olan ayetlerde, Yüce Allah’ın insanlara verdiği belli başlı nimetler (ve aynı zamanda ayetler) hatırlatıldıktan sonra, insana ihtiyacı olan her şeyi verdiği; insanın nimetleri saymaya kalksa, bunları doğru bir şekilde tespit bile edemeyeceği, bütün bu nimetlere karşın insanların genelde hakkın üstünü örtmede ve nankörlükte çok ileri gittikleri bildirilmektedir.

Güneş, gölge, gündüz, gece, uyku gibi sıradan, rutin ve kanıksanmış tabiat olayları aslında insanlar için vazgeçilmez, olmazsa olmaz nimetler (ve ayetlerdir). Düşünelim hep gece olsaydı ya da hep gündüz olsaydı, güneş ışığı olmasaydı ya da güneş ışınlarına karşı koruyacak gölge olmasaydı, hep uyusaydık ya da hep uyanık kalsaydık, hep evlerin içinde oturmak zorunda olsaydık (hapis) ya da hiç evimiz olmayıp hep tabiatta açıkta (ya da insanlarla iç içe olsaydık), ne olurdu halimiz?

İnsan için gündüzün hareketi de elzem, gecenin sükûneti de. İnsan bu tabiat döngüsüne dâhil olarak yaşamalı mümkün mertebe. Yani güneşle güne doğmalı, gündüz dünyaya yayılmalı, aşırı sıcaklarda gölgeye sığınmalı, akşam evine dönüp mahremiyet elbisesine bürünüp istirahat etmeli.

Anlayana Karasinek Saz, Anlamayana Davul Zurna Az

Tüm nimet (ve ayetleri) değil, sadece şu 3 ayette vurgu yapılan gölge, gece, uyku ve bunlarla alakalı nimetleri (ayetleri) idrak etmek bile yeterlidir aslında hakkı kavramak için. Bunlar varken tabiatüstü ayetler/mucizeler istemenin ne hikmeti olabilir ki? İşte her yanımız mucize, her şeyimiz mucize, her yerden mucize fışkırıyor. Güneş, ay, yağmur, dolu, kar, soğuk, sıcak, çiçek, böcek, bitki, kedi, köpek, sinek, arı, fare, her şey ama her şey mucize değil mi?

Beğenmediğimiz, tiksindiğimiz bir karasineğe dikkatli bakalım bir. O bile bir nimet ve ayet/mucize değil mi? (Bkz. Bakara Suresi 26 ile Hac Suresi 73. ayetler) Bu sinekler ve böcekler olmasaydı, dünyada pislikten geçebilir mi idik?

Haydi, sayalım şu nimetleri/ayetleri/mucizeleri. Ne sayması, varlıklarının farkına bile varamıyoruz trilyonlarcasının. Bırakın hayvan ve bitki sayısını sayabilmeyi, kaç çeşit oldukları bile belli değil, her geçen gün yeni türler, çeşitler tespit edilip duruyor.

Bu Ayetleri Okuyup Anlamakla İşimiz Yeni Başlar

Bu ve benzeri ayetleri bu şekilde okuyup anlamakla, gerçeğin kapısının anahtarını ele geçirmiş oluyoruz. Bu anahtarı kullanarak gerçeğin kapısından girmeli ve içeriyi görmeliyiz mutlaka. Aksi halde bu anahtar işe yaramaz.

Bu nedenle günün her anında bu olaylar (güneş, hararet, gölge, gece, uyku, sabah evden çıkış vs.) üzerinde bu ayetlerdeki işaretler çerçevesinde tefekkür etmek suretiyle, gerçeği/hakkı idrak edersek bu ayetlerdeki görmeyi gerçekleştirmiş, imanımızı yakinleştirmiş, tazelemiş, yenilemiş oluruz ancak.

Aksi halde imanımız zayıf kalır, olanı da gün geçtikçe taşlaşır/sertleşir, ölür ve zamanla görmeyen, işitmeyen, hayvanlar gibi olan kâfirlerin kalbine döner kalbimiz. Ondan sonra da tarihî olaylar ve kalıntılar da mezarlar da fayda vermez.

48- (Yine) O’dur (birazdan yağmur olarak tecelli edecek) rahmetinin öncesinde (yağmur yağacağına delalet eden) müjdeciler olarak rüzgârları gönderen. (Bunun ardından) gökyüzünden, tertemiz olan ve dokunduğu her şeyi tertemiz eden bir su olan yağmuru indirdik.

45. ayetle başlayan Allah’ın tabiattaki nimetlerinden (ve aynı zamanda ayetlerinden) en bariz ve önemli olanlara dikkat çekilmeye devam ediliyor bu ayetlerde de.

Yağmurlar Olmasa Hayat Olmazdı

Bu nimetlerden en önemlilerinden (ve olmazsa olmazlarından) birisi de yağmur nimetidir ki ayette Allah’ın rahmeti olarak vasıflandırılmıştır. Burada suya değil, yağmura dikkat çekilmiştir. Çünkü sadece suyun olması insanlığın yaşayabilmesi için yeterli değildir. Bu suyun mutlaka yağmur olarak, düzenli ve yeterli seviyede yeryüzüne inmesi gerekir ki insan hayatı devam edebilsin.

Yağmur öyle bir nimettir ki o olmazsa hayat olmaz. Hatta yeryüzünde yeterli su bulunsa bile, yağmur döngüsü olmazsa yine hayat olmaz. Çünkü yeryüzündeki su kısa zamanda kirlenir ve hayat kaynağı olmaktan çıkıp, zehir haline dönüşür. Yağmur suları her defasında gökyüzünden tertemiz olarak inip dokunduğu her şeyi tertemiz kılmakta, bu arada kendisi kirlenip zehirlenmekte, lakin tekrar buharlaşarak tertemiz olarak gökyüzüne çıkıp bulut olmakta ve tekrar tertemiz olarak yeryüzüne inmektedir. Tüm bunlar da devamlı ve gözümüzün önünde cereyan eden hususlardır.

Bundan daha büyük nimet, bundan daha büyük ayet/mucize olur mu? Bir an yağmur yağmadığını düşünelim. Elimizde yeterli su bulunsa bile, bu su belki de birkaç ayda zehire dönüşecek olup, bu suyu hangi tesiste temizleyebiliriz? Nitekim denizlerdeki deniz suyunu sadece biraz tuzlu olduğundan dolayı kullanamıyoruz; ya yeryüzünde kirlenmiş olan suyu nasıl arıtıp kullanabilirdik?

Rüzgârlar Olmasa Yağmurlar Olmaz

Ayette ayrıca yağmurların oluşmasındaki hava hareketlerine, bilhassa bulutları çeşitli yönlere sevk eden rüzgârlara dikkat çekilerek, tabiatta istisnasız her şeyin bir görevi olduğu ve vazgeçilmez olduğu hatırlatılmaktadır. Evet, yağmur olmasa hayat olmazdı ama rüzgârlar olmasa yağmurlar olmazdı. Yani bir zincirin büyük küçük tüm halkaları önemli olup, bir halka bile kopsa zincir zincir olmaktan çıkar ve görevini yapamaz.

Tabiatta bu şekilde birbirini tamamlayan zincirin sayılamayacak kadar halkası söz konusudur. Bu durum İbrahim Suresi 32’den 34’e kadar olan ayetlerde insanın Allah’ın nimetlerini tespit bile edemeyeceği gerçeğinin bir yansıması olarak anlatılır. Aynı zamanda, Yüce Allah’ın kudret ve rahmetinin sınırsızlığını ortaya koymaktadır. Öyle ya, yarattıklarına adeta akıl sır ermeyen Allah’ın, bizzat kendisinin kudret, yücelik ve rahmetine akıl sır erer mi?

49- (Böylece o yağmur suyu ile) ölü bir beldeye (yeniden) hayat verdiğimiz gibi, (o su ile aynı zamanda) yarattıklarımızdan pek çok (insanların etinden ve sütünden yararlandıkları) evcil hayvan toplulukları ile insan topluluklarını sularız.

Yağmurun Faydaları Saymakla Bitmez

Yağmur hayatın olmazsa olmazlarındandır. Yağan yağmurlar olmasaydı bitkiler yetişmez, bitkilerle beslenen hayvanlar ve insanlar açlıktan ölürdü. Yağan yağmurlarla sadece bitkiler değil, bizzat biz insanlar ve etleri ile sütlerinden faydalandığımız evcil hayvanlarımız da içerek yaşamımızı devam ettiririz. Bunlar, tabiattan iyice uzaklaşmış ve bu nimetlere çeşitli aracılar vasıtasıyla ulaşabilen bizlere göre, nimetlere direkt ulaşmak zorunda olan o günkü Mekke müşriklerinin bizden daha iyi vakıf oldukları ve kıymetini daha iyi hissettikleri durumlardı.

Her bahar bitkilerin yeniden bitmesini, ağaçların yeşermesini, bizim ve evcil hayvanlarımızın içtiği yağmur sularını bizlerden daha iyi görüyor ve biliyorlardı. Hatta çöl şartlarında, yağan bir yağmurun ardından bir anda pıtrak gibi çölde biten bitkiler, adeta ölmüş bir yerin yeniden diriltilişi gibi idi ve (bizim göremediğimiz bu durum) onların sık sık gözlemlediği ayetlerden idi. Bu nedenle bu tabiat olayları bu kadar sık olarak hatırlatılmıştır onlara.

Bizler de halkımıza hatırlatmalarda bulunurken, onların hayatlarının içinde olan ve çok iyi vakıf oldukları şeyler üzerinden misaller vermeliyiz ki mesajımızı iyi anlasınlar. Zira maksadımız edebiyat yapmak ve yeni bir şeyler öğretmek değil, hakkı en açık ve yalın şekilde ulaştırmaktır.

50- Muhakkak ki (yağmuru) onların arasında çevirip durmaktayız ki hakkı hatırlasınlar. Bütün bunlara rağmen ne var ki insanların çoğu ancak (hakkı görmezden gelmek suretiyle) nankörlükte diretmekten vazgeçmemektedirler.

Yağmurun Yağması da Yağmaması da Ayettir

Bu ayette o günkü müşrik Arapların sık sık şahit oldukları bir nimet daha hatırlatılmaktadır. Rüzgârlarla gelen yağmur çeşitli beldeler arasında çevrilip durmakta, yani bir o beldeye, bir bu beldeye yağdırılmaktadır. Belde sakinleri kendileri için hayati öneme haiz olan yağmurun yağmasını dört gözle beklemekte, yağdığı zaman sevinmekte, yağmadığı zaman tedirgin olmakta ve hatta ümitsizliğe kapılmaktadırlar. Nitekim memleketimizde de sık sık bu durumlar yaşanmıştır.

Bu durum onların yağmur rahmetinin değerini daha iyi anlamalarına, Yüce Allah’ın üzerlerindeki nimetlerini hatırlamalarına ve hakkı kabullerine vesile olması gerektiren bir durumdur. Eğer devamlı ve yeterli yağmur yağsaydı nimeti unuturlar ve hatta çok yağarsa ürünleri çürür, hiç yağmasa idi helak olurlardı. Böyle fasılalı yağmur yağması başlı başına bir nimet ve ayettir. Dolayısıyla sadece bu ayet bile iman etmeleri için yeterlidir aslında.

Nimette Ayettir, Nimetten Mahrumiyette

Yağmurla ilgili bu saydığımız hususlar Arap müşrikleri için bizden daha önemli idi. Çünkü kurak bir beldede yaşadıklarından dolayı yağmurun kıymetini bizden daha iyi biliyorlardı. Bu durum onların fıtratlarında işli olan hakla daha fazla yüz yüze gelmelerine, denizde fırtınaya tutulanların hakkı hatırlaması gibi, hakkı hatırlamalarına vesile oluyordu şüphesiz. Yani hem nimetten mahrumiyet onların hakkı hatırlamasına vesile oluyor hem de peşinden gelen yağmur nimeti o hakkı hatırlamalarını pekiştiriyordu.

Buna rağmen hâlâ bile bile hakkın üstünü örterek Allah’ın nimetine şükür yerine nankörlükte (küfürde) direnmeleri, önceki ayette bahsedilen hevalarını ilah edinmeleri neticesi hakka karşı sağır ve körleşmelerinden başka bir şeyle izah edilemez.

Bizler için sadece nimetler değil, nimetlerden mahrumiyet de ayettir. Zira bu şekilde çok daha iyi idrak ederiz nimetin kıymetini, Allah’a olan ihtiyacımızı ve acizliğimizi. Doğrusu bizler nimetlerden mahrum edilmeyi sevmiyoruz ama bu mahrumiyetler ebedi saadetimiz için verilen nimetlerden daha faydalı olabilir bize. Hatta belki de nimetlerden mahrum edilmemek demek, ebedi nimetten mahrum edilmek anlamına bile gelebilir bizler için.

51- (Sen onların bu tavırlarına kafanı takma, işine bak. Eğer biz insanların mutlaka iman etmesini) dilese idik, (bunu sağlamak için) her bir yerleşim yerinden bir uyarıcıyı (o yerleşim yeri halkı için) görevlendirirdik.

Surenin girişinde hakkı batıldan ayırıcı (furkan) olan Kur’an aracılığıyla, tüm insan topluluklarına bir uyarıcı olması için Peygamberimizin görevlendirildiği hatırlatılmıştı.

Peygamberimiz, kendi zamanında yaşayan ve kıyamete kadar yaşayacak tüm insan toplulukları için uyarıcı olarak gönderilmiş iken, daha kendi şehrindeki insanların çoğunluğunun bile iman etmemiş olması Peygamberimizi bunaltmış olmalıdır ki bu ayette Peygamberimize bir destek ve hatırlatma yapılıyor olsa gerektir.

Her Peygamber Ulaşabildiği Tüm İnsanlar İçin Gönderilmiştir

Zaten Peygamberimizden önceki uyarıcılarda kendi şehirlerine değil, ulaşabildikleri tüm insanlara gönderilmişti. Lakin o zamanın şartlarında ulaşım imkânları kısıtlı ve vahyin zamanla bozulması söz konusu olduğundan, (teoride olmasa da pratikte) bölgesel ve belli bir zamana kadar görevli uyarıcılar gönderiliyordu.

Peygamberimiz zamanından itibaren ulaşım imkânları geliştiğinden ve vahyin bozulmadan korunması imkânları oluştuğundan, Peygamberimiz teoride ve pratikte kendi zamanında yaşayan ve kıyamete kadar yaşayacak tüm insan toplumlarına gönderilmiştir.

52- Kâfirlerin (seni tebliğinden engelleme çabalarına sakın) itaat etme ve onların bu çabalarını aşmak (ve Kur’an’ı tüm insanlara ulaştırabilmek) için o (furkan olan) Kur’an aracılığıyla onlara karşı çok büyük bir çaba ile kesintisiz mücadele (cihad) et.

İslam’da Değil Küfürde Zorlama Vardır

İslam’la ilgili önyargılardan birisi de insanları zorla Müslüman olmaya zorladığına dairdir. Oysa Bakara Suresi 256. ayet kesinlikle imanda zorlamanın söz konusu olmayacağını, cihadın insanlara hakkı net olarak ulaştırmak ve dileyenlerin baskı görmeden iman etmelerine imkân sağlamak için yapılması gerektiğini apaçık ortaya koymaktadır.

Gel gör ki İslam’ı zorla Müslüman yapmakla itham eden kâfirler iman edenleri İslam’dan vazgeçmeye, bunu başaramazlarsa tebliğden vazgeçmeye zorlamaktadırlar. Yani asıl zorbalar kendileri iken, İslam’ı zorbalıkla itham etmektedirler.

Nitekim bu ayet, bu durumun bir ifadesidir. Peygamberimiz inkârcıları imana getirmekle sorumlu değildir ama başta kendi şehrinin sakinleri olmak üzere ulaşabildiği tüm insanları, furkan olan Kur’an’ın mesajları aracılığıyla kesintisiz olarak hakka davet etmek ve uyarmakla sorumludur.

Müşrikler ise iman etmemekle kalmamakta, bir de Peygamberimizin getirdiği mesajdan ve çabalarından rahatsız olmakta, onu ve iman edenleri tekrar atalarının şirk dinine döndürmeye, bunu yapamazlarsa tebliğ çabalarını engellemeye çalışmaktadırlar. Yani Peygamberimizin yapmadığı zorlamaları müşrikler yapmaktadırlar.

Bu nedenle Peygamberimizin inkârcıların inkârını kafaya takmaması gerektiği gibi, onların engelleyici çabalarına aldırış etmeden görevine devam etmesi gerektiği bildirilmektedir. Çünkü uyarılacak pek çok insan topluluğu söz konusu olup, Mekke müşriklerinin iman edip etmemesi görevin ifası açısından öncelikli olmakla beraber elzem değildir ve yeterince uyarının ardından başka toplumlara yönelmelidir.

Hidayete Eriştirmekle Değil, Tebliğ ve Uyarı İle Sorumluyuz

Bu nedenle Peygamberimiz başta Mekke müşrikleri olmak üzere kimseyi iman etmeye zorlamamış, sadece yeterince uyarmaya gayret etmiştir. Bu durum ‘Dinde zorlama yoktur.’ Kur’ani ilkesinin bir gereğidir zaten. Peygamberimiz kimseyi imana zorlamadığı gibi, bu ayette de emredildiği üzere, kimsenin de kendisini imanından dönmeye zorlamasını ve tebliğ görevini yerine getirmekten alıkoymasını da kabul etmemiştir.

Nitekim Peygamberimizinde bu konumunun farkında olarak imkân bulduğu nispette başta Taif olmak üzere başka toplumlara tebliğ için gittiği, hac ve panayırlara çevre toplumlardan gelen insanlara hakkı tebliğ ettiği ve imkân bulduğu anda Medine’ye hicret ederek görevini burada devam ettirdiği bilinen hususlardır.

Bu durum bizler içinde yol gösterici işaretlerdendir. Bizlerde en yakınımız olmak üzere ulaşabildiğimiz her insanı imani hakikatler hakkında, zorlama olmaksızın yeterince uyarmaya gayret etmeli, lakin bu hakikatleri insanlara ulaştırmaktan alıkonulmayı da asla kabullenmemeliyiz.

Tebliğde Direnmek Büyük Bir Cihaddır

Ayette büyük bir cihad ile cihadı emredilen husus, imanından taviz vermemek ve hakkı tebliğden vazgeçmemektir. Bu büyük cihadın tebliğ boyutu furkan olan Kur’an’ın mesajları aracılığıyla yapılacak, kimse imana ve verdiğimiz mesajları kabule zorlanmadığı gibi, kimsenin de kendi anlayışını tebliğine engel olunmayacaktır. Lakin kimsenin Kur’ani anlayışımızı değiştirme yada gizleme baskısı da kabul edilmeyecektir.

Bizim cihadımız imanımızdan taviz vermemek, bizi imanımızdan ve tebliğimizden taviz verenlerin çabalarını bertaraf etmek, tüm insanlara hakkın net olarak ulaştırılacağı ve dileyen herkesin rahatça iman edeceği imkânların sağlanmasına dairdir ve bu şartlar sağlanana dek devam edecektir.

Bu cihad zaruri durumlarda silahlı da olabilir lakin silahlı cihad (qıtal) asıl değil feridir. Yani asıl olan Kur’an mesajlarını insanlara ulaştırmak için sözlü, yazılı vs. tebliğ ve mücadeledir. Ancak zaruri durumlarda silahlı cihad söz konusu olabilir ki bunun için Peygamberimizin sireti ile bu siret eşliğinde okunması gereken ayetlerde yeterli bilgi vardır.

Ayet bize Kur’an’la cihad etmemizi emrederken, feri olan silahlı cihadı asıl sayıp, asıl olan Kur’an mesajının insanlara ulaştırılması cihadını ikinci plana atmak çok büyük bir sapma ve çok büyük bir fitnedir.

53- (Yine gördüğünüz gibi) O’dur biri tatlı, içimi hoş ve kolay; diğeri tuzlu, içimi nahoş ve zor olup, yan yana geldiklerinde birbirlerine karışması beklenen (merace) iki ayrı su kitlesinin (el bahreyni) arasına, birbirleriyle karışmalarını engelleyen bir engel (berzah) kılıp, yan yana gelen bu iki su kitlesinin, birbirine karışmadan yan yana akmasını – durmasını (hıcranmahcuran) sağlayan.

İki Deniz Arasındaki Engel Neydi?

Bahr terimi, büyük su kitleleri olan göller ile denizler için kullanılmaktadır. Ayette tatlı su kitleleri ile tuzlu su kitlelerinin karşılaştığı yerlerde (nehirlerin yada göllerin denizlere karıştığı yerler ile okyanuslardaki su akıntıları gibi), yüzey gerilimi nedeniyle bu su kitlelerinin birbiriyle karışmadan, sanki arada görünmez bir engel varmış gibi yan yana akmasına işaret edilmektedir.

Bu durum, Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekkelilerin bir kısmının ticari yolculukları esnasında bizzat görerek şahit oldukları ve yolculuktan dönüşte kavimlerine anlatmaları nedeniyle tüm Mekke ahalisinin adeta görür gibi bildikleri bir durumdu.

Dolayısıyla bu ayette Mekkelilerin hiç vakıf olmadıkları bir tabiat olayından değil, görerek yada duyarak vakıf oldukları, olayın içyüzünü (yüzey gerilim kanununu) bilmediklerinden dolayı onları hayrete düşüren, adeta mucizevi bir tabiat olayından bahsediliyor ve ibret almaları gerektiği hatırlatılıyor onlara.

Kaptan Kusto Müslüman mı Olmuştu?

Bu olayın 1980’lere kadar bilinmediği, Kaptan Kusto (Jacques-Yves Cousteau) isimli bir Fransız deniz araştırmacısının okyanuslarda yaptığı bir araştırmada bunu keşfettiği ve Kur’an’daki bu ayet ile Rahman Suresi 19 ve 20. ayetlerin bu olaya işaret ettiğini duyunca Müslüman olduğu iddia edilmiştir. Bunun üzerine Kur’an’ın bu olayı 1400 sene önce haber verdiği ve bunun Kur’an’ın bilimsel bir mucizesi olduğunu söylemek, 1980’lerde bilimcilik karşısında komplekse girmiş bazı İslamcı çevrelerin bir çeşit savunma/avunma psikolojisinin tezahürleridir. Zaten Kusto’nun Müslüman olmadığı da sonradan ortaya çıkmıştı.

Kur’an bu ve benzeri tüm ayetlerde, Mekkelilerin çok iyi bildikleri tabiat olaylarına işaret ederek, bu olaylardan ibret almalarını istemektedir. Yoksa 1400 yıl sonrası Müslümanlar için bilimsel mucizeler göstermek yada o günkü Mekkelilere bilmedikleri bilimsel gerçekleri öğretmek değildir amacı.

54- (Yine gördüğünüz gibi) O’dur (basit bir) su/sıvı olan (meniden) etiyle kemiğiyle mükemmel bir varlık (beşer) olan insanı yaratan ve (o basit bir sıvı vesilesiyle) o insan için soy bağları ve evlilikle kurulan bağlar (ve bağlılık fıtratı) kılan. (Tüm bu durumlarda gördüğün gibi) senin Rabbin her şeyi (rastgele değil) bir ölçüyle gerçekleştirendir.

İnsan Hangi Sudan Yaratıldı?

Bu ayetten de bilimsel mucizeler çıkarılmış, ilk insanın sudan yaratıldığı yada insanın vücudunun büyük bir kısmının sudan oluştuğuna dair yeni ortaya çıkan bilimsel iddia ve gerçeklerin 1400 sene önce haber verildiği ve Kur’an’ın günümüze hitap eden bir mucizesi olduğu iddia edilmiştir.

Ayette geçen mae terimi hem suyu hem de diğer sıvıları, bu arada, bu ayette olduğu gibi, bir sıvı olan meniyi ifade etmektedir. Enbiya Suresi 30. ayette tüm ‘hayat sahibi şeyler’, yani insanlar ve hayvanlar içinde meniden yaratılmanın geçerli olduğu; Nur Suresi 45. ayette ise tüm hayvanların (dabbe) sudan yaratıldığı bildirilmektedir. ‘Hayat sahibi şeyler’ insanlar ile tüm hayvanlar (hareket eden varlıklar) olup, bitkiler için mecazi anlamda kullanılır.

Mekkeliler İnsanın Sudan Yaratıldığını Bilmiyorlar mıydı?

Mekkeliler gerek hayvanların ve gerekse insanların bir damla su olan meniden yaratıldığını çok iyi biliyor, bu bir damla sudan etiyle kemiğiyle mükemmel bir insan oluşmasındaki kudreti, nimeti ve ayeti görüyorlardı.

Yine bu bir damla su vesilesiyle soy açısından oluşan dikey akrabalık (neseb) ile evlilik yoluyla oluşan yatay akrabalık (sıhriyye) ve bu akrabalığın fıtri bir duygu olduğunun; bu akrabalığın hayatlarında ne derece önemli bir nimet ve ayet olduğunun farkında idiler. Zaten onların sosyal yapıları büyük ölçüde bu nesep ve sıhriyye akrabalıklarına dayalı idi ve akrabalık onlar için bize göre çok çok önemli bir nimet idi.

Bu nedenle, ayette Mekkeli müşriklerin bilmediği bilimsel bir gerçeğe değil, çok iyi bildikleri bir nimet ve ayete işaret edilerek ibret almaları gerektiği hatırlatılmaktadır.

Ayetin sonunda başta Peygamberimiz olmak üzere iman eden kişiye, Yüce Allah’ın her şeyi bir ölçüyle gerçekleştirdiği hatırlatılarak, imtihanın da kendine has ölçü ve süreçlere, yani sünnetullaha sahip olduğu, dolayısıyla sabretmesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

55- (Allah’ın tüm bu nimet ve ayetleri apaçık ortada iken yine de tutuyor) Allah’tan başka, onlara herhangi bir fayda yada zarar vermeyecek olan şeylere (tabiatüstü güçlere sahip birer ilah oldukları vehmiyle dua etmek yada kurban kesmek ve başka şekillerde) ibadet ediyorlar. Zaten (nimeti görmezden gelen) inkârcı kişi (kaçınılmaz olarak) Rabbine karşı sırtını dönmekte (ve şirk koşmaktadır).

Mekkeli Müşriklerin Şirki Nasıldı?

Buraya kadar olan ayetlerde ifade edildiği üzere, Mekkeli inkârcılar aslında her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, O’ndan başka hiçbir şeyin Allah’a rağmen insana zarar yada fayda veremeyeceğini çok iyi biliyorlardı.

Zaten ilah edindikleri şeylerin Allah’a rağmen tabiatüstü güçlere sahip varlıklar olduğunu değil, Allah’ın bizzat yaratıp izin ve yetki verdiği melekler, cinler, salih insanlar gibi, Allah’ın yardımcıları pozisyonunda (mindunillah) varlıklar olduğu iddiasıyla bu varlıklara dua ediyor, kurban kesiyor yada başka sembolik şekillerde ibadet ediyorlardı.

Günümüz Müslümanların İçine Düştüğü Şirk

Yani Mekkeli müşriklerin bu sahte ilahlara bakışı ile günümüzdeki Müslümanların çoğunun meleklere, cinlere, evliya dedikleri yaşayan yada ölmüş salih (olduğu sanılan) insanlara bakışı arasındaki fark şudur: Mekkeli müşrikler, bu sahte ilahlarının Allah’ın yetki verdiği yardımcı ilahlar olduğuna, Allah’ın bunları kendi ortağı kıldığına ve Allah katında sözü geçen aracılar (şefaatçiler) olduklarına inanıyorlardı.Nitekim Yunus Suresi 18. ayette bu husus net olarak ifade edilmiştir.

Günümüz Müslümanlarının çoğunluğu ise evliya dedikleri (salih olduğu iddia edilen) insanların, hayatta ve ölümlerinde Allah katında mevki sahibi olduklarına, dolayısıyla Allah indinde dünya ve ahirette sözlerinin dikkate alındığına ve şefaatçi olabildiklerine inanıyorlar ancak onları ilah diye ve Allah’ın ortağı olarak nitelemiyor, ‘Bunlar Allah’ın sevgili kulu ve Allah’ın rızasına vesile’ diyorlar.

Oysa Yunus Suresi 18. ayetin sonunda ifade edildiği gibi, Yüce Allah bu varlıklara ortak olarak yada sözü geçen olarak bir yetki verdiğine dair bir ayet indirmemiş olup, gerek Mekkeli müşrikler ve gerekse günümüz insanlarının çoğu Allah’ın bildirmediği bir şeyi (haşa) Allah’a haber vermekte,bildirmektedirler.

Kâfir Rabbine Karşı Sırtını Dönendir

Ayetteki bu ifade iki anlama gelebilir. Birinci anlamı, inkârcı kişinin Rabbinin buraya kadar sayılan (ve sayılmayan) nimet ve ayetlerini görmezden gelerek, Rabbine şirk koşmak suretiyle hakkı inkâr etmesinin Rabbine karşı sırtını dönmesi anlamına geldiği ve Rabbinin nimetine sırt döndüğünden dolayı kaçınılmaz olarak şirke düştüğüdür.

Ayete verilecek diğer anlam ise (Rabbinin nimetini görmezden gelmek suretiyle nankörlük eden) ve şirk koşmak suretiyle hakkı inkâr eden kişi, (bununla da kalmayarak) Rabbine (O’nun peygamberine ve dinine) karşı mücadele edenlere sırt vermekte şeklindedir ki bu, ayetin siyak ve sibakına daha uygun bir anlamdır. Çünkü Mekkeli müşrikler sadece tevhidî mesajı inkâr etmekle kalmamakta, bu mesajı susturmak ve ortadan kaldırmak için mücadele etmekte ve/veya mücadele edenlere destek vermektedirler.

56- (Onların bu tutumlarına kafanı takma, çünkü sen onları zorla doğru yola eriştirip kurtarmakla sorumlu değilsin, biz seni sadece) bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. (Sen bu görevini yerine getirdiğinde sorumluluğunu ifa etmiş olursun.)

Peygamberimizin Tüm İnsanlığa Karşı Sorumluluğu

Bu ayette tekrar Peygamberimize bir teselli ve destek verilmektedir. Tüm bu açık gerçeklere rağmen gerek mesajın inkâr edilmesi gerekse mesajı ortadan kaldırmak için mücadele edilmesi karşısında yılmaması gerektiği hatırlatılmaktadır.

Görevinin sadece insanlara hakkı tebliğ etmek, iman edenleri cennetle müjdeleyip inkâr edenleri cehennemle uyarmak olduğunu hatırlatılmaktadır. Bu görevini imkânları çerçevesinde gereğince ve yeterince yerine getirdiği takdirde, insanların olumsuz tavırlarına kafayı takmaması ve müsterih olması gerektiği ifade edilmektedir.

Peygamberimizin İman Edenlere Karşı Sorumluluğu

Peygamberimizin sadece müjdeci ve uyarıcı olması, tüm insanlığa karşı olan sorumluluğu olup, kendisine iman edenlere karşı başka sorumlulukları vardır. Zira iman edenlerin peygamberlere itaat ve ittiba sorumluğu olduğu gibi, peygamberlerin de iman edenlerden kendisine itaat ve ittiba edenlere karşı sorumlulukları vardır.

Şuara Suresi 214’ten 219’a kadar olan ayetler ile ilgili diğer ayetlerden anlaşılacağı üzere, onlara kol kanat germek, hakkı öğretmek, rehberlik etmek, temizlemek ve tezkiye etmek, onlara güzel örnek olmak, yönetmek gibi pek çok sorumluluğu söz konusu olup, konuyla ilgili ayetler ve siyerden bu sorumluluklarını ayrıntılı olarak anlamak mümkündür.

57- (İnkârda direnenlere) deki: Benim (risalet görevimin gereği çabalarımın) karşılığında sizden (maddi yada manevi en ufak bir) şahsi beklentim söz konusu değildir. Sizden (şahsi olmayan) tek beklentim ise, dileyen kimselerin kendi özgür iradeleriyle Rablerine (rızası ve kurtuluşa) doğru olan hak yolu tutabilecekleri (bir tebliğ ve özgür tercih ortamına müdahale etmemeniz, dinde zorlamaya başvurmamanızdır).

Resuller Allah Rızası Dışında Hiçbir Beklentiye Girmezler

Bu ayette Kur’an’da sık vurgulanan bir risalet gerçeği tekrarlanmaktadır. Sebe Suresi 47. ayette ve benzeri ayetlerde vurgulandığı gibi, tüm peygamberler gibi Muhammed (s)’inde görev ve çabaları için insanlardan maddi yada manevi en ufak bir beklentisi olmadığı, görev ve çabalarının tüm karşılığını ancak Yüce Allah’tan beklediği gerçeğidir bu gerçek.

Şahsi beklentiler maddi ve manevi olabilir. Görevi ve çabaları nedeniyle direkt insanlardan para, mal, yer gibi maddi beklentilere girmek peygamberlere (ve onların izindeki tüm tebliğcilere) yakışmadığı gibi; itibar görmek, lider tanınmak, seçkin sayılmak, çokluk ve destekleyiciler bulmak gibi manevi beklentiler de yakışmaz.

Görev ve çabaları nedeniyle direkt değil endirekt olarak bile bir beklentiye girmek yakışmaz elçilere ve izlerini takip edenlere. Mesele görev ve çabaları nedeniyle direkt bir karşılık beklemediği gibi, dolaylı olarak böyle bir beklentiye bile giremez. Mesela tebliğ ve cihad faaliyetleri nedeniyle birilerinden bir iş–kadro beklemediği gibi, bu faaliyetleri nedeniyle kendisine iş–ücret bulma konusunda (yada başka bir konuda) koltuk çıkılmasını da bekleyemez.

Peygamberler (ve izlerindeki tüm tebliğciler) bu görev ve çabaları karşılığında sadece ve sadece Allah’ın rızasını ve kurtuluşu beklemeli, bu niyetlerine başka maddi yada manevi beklentiler karıştırarak niyetlerinin halisliğini bulandırmamalıdırlar.

Aksi halde hayır yerine şer söz konusu olacaktır ki bu durum peygamberler için elbette söz konusu olamaz ama izlerini takip etmeye çalışan tebliğciler için sıklıkla söz konusu olmaktadır maalesef.

Gölge Etmeyin Başka İhsan İstemez Resul

Peygamberlerin şahsi beklentileri söz konusu olmadığı gibi, onlar diğer insanların hayrına olan meşru beklentilere sahiptirler ve bu tür beklentiler de onlara yakışan yüce ve güzel beklentilerdir.

Bu ayette dile getirildiği üzere, peygamberler insanların özgür iradelerini kullanarak hakkı tercih ve hidayete erişebilmelerini, bunun mümkün olabilmesi için de özgür tebliğ ve tercih ortamlarının sağlanmasını beklerler insanlardan.

Mesela Abese Suresi 1’den 10’a kadar olan ayetlerde Peygamberimiz tebliğ ve dileyenlerin özgürce iman edebilmesi zemini için müşrik liderlere yönelmiştir. Bu beklenti şahsi değil, işlediğimiz ayetteki beklentinin bir yansımasıdır. Lakin bu yöneliş esnasında yanına gelen kör mümine gereken ilgiyi göstermeyerek yanlış içtihat yaptığından dolayı uyarılmıştır, yoksa müşrik liderlerden şahsi bir beklentiye girdiğinden değil.

Herkes Değil Hak Eden Hidayete Ersin

Burada peygamberlerin beklentisi herkesin hidayete ermesi değil, özgür iradeleri ile nefislerinin hevasını aşarak hidayete erebileceklerin hidayete ermesi ve bunun için kendilerine güçlük çıkarılmamasına dairdir.

Zira tüm insanların hidayeti hem gerçekçi değil hem de hakkaniyete uygun değildir ve Allah’ın iradesi de bu yönde değildir. Hakkaniyetli olan ve Yüce Allah’ın iradesi, ancak hak edenlerin hidayete ermesidir ki burada hakkın insanlara ulaştırılması ve iman etmek isteyenlere zorluk çıkarılmaması beklentisi gerçekçidir.

Peygamberler inkârcıların kendi görev ve çabalarına destek olmalarını değil köstek olmamalarını, tebliğcileri tebliğden ve insanlardan özgür iradesini kullanarak iman etmek isteyenlere zorluk çıkarmamaları ve engel olmamalarını ve Allah yolundan alıkoymamalarını talep etmektedir. Yani İslam’ın diğer dinlere tanıdığı dinde zorlama olmaması beklentisidir söz konusu olan. Zaten adalet esaslı İslam’ın kendisi için istediğini başkaları için istememesi, kendisi için istediği tebliğ ve din seçme özgürlüğünü başkaları için tanımaması söz konusu olamaz.