Bir Babalar Günü Hikayesi Yılın Babası Belgeseli

Mustafa Bulur

"Hiç böyle hikaye olur mu?" demeyin. Ülkemde bundan daha fazla kepazelikler gırla gidiyor. Biz de, bir kara mizah örneği karalayıverelim dedik. İşin "mizah" yönü ukalaca eleştirilere açıktır ama "kara"sına kimse kara çalmaya kalkmasın, zira karınca kararınca yazdık. Elbette ki hikayeye konu olan şahısların gerçekle hiçbir ilgisi yok. Hatta ve hatta Oscar ödüllü American filmlerinden bazılarının başına yerleştirilen "This İs a true story"(Bu hikaye olanca çıplaklığıyla gerçektir) şeklindeki yarı yalan yarı doğru bir ibareye hiç gerek duymadık. Olur ya! Birileri bu yazıyı kale alıp da,-babalar gününü de fırsat bilip- bizi ödüllendirmek isteyebilir!!!

Şimdi tüm emniyet birimlerini alarma geçirip diyoruz ki:

Avrupa kupası maçlarını seyrederken çıtlattığınız kabak çekirdeklerini bir kenara koyup, lütfen hikayemize konsantre olunuz

Ağaçlar yapraklarını çoktan dökmüştü ve iki çocuk babası Sinan'la alakalı spekülasyonlara kimse inanmak istemiyordu. (Bu cümle oturmadı ama giriş babından idare ediverin) Bu doğru olamazdı. Bu olsa olsa Siyonistlerin bir komplosu olurdu ancak. Nasıl olup da Sinan gibi sağlam bir adam bu tür işlere bulaşabilirdi. Hayır hayır olamazdı; mümkün de değildi zaten. Kimle konuşursak konuşalım, kime sorarsak soralım inanmak istemiyordu; "Bizim Sinan ha?! hayatta olmaz" "Nasıl? Sinan mı, yahu siz kafayı mı yediniz?"

"Yok daha neler!" gibi tepkilerle karşılaşılıyordu.

Bırakın mahalle polislerini, bizim oradaki fabrikanın gece bekçisi bile inanmıyordu olan bitene. Sadece gece bekçisi mi, hademeler, overlokçular, kesimciler, hiçbirine tersini düşündürtmek mümkün değildi.

Bu konuyu bir de Sinan'la konuşmak gerekiyordu. Konuşmak lazımdı konuşmasına ama olan bitene Sinan'ın kafası basacak mıydı acaba? Hele hele bizden evvel polis konuşursa o zaman gel de çık işin içinden. Ne Filistin askısı, ne elektrik hiçbiri fayda vermeyecekti. Ah bir de neden bu muameleye maruz kaldığını bilseydi...

Korktuğumuz başımıza gelmiş ve Sinan, evinin önünde bisikletle seyir halindeyken, ani ve ilginç bir numarayla çuvala konmuştu.

Ama ne çuval!!! Adamlar önce kötü çuvallamış, hatta bir ara vazgeçmeyi bite düşünmüşler;

"Yahu bu çuval niye açılmıyo Mahmut?"

"Ben nereden bileyim, Eflatun kod adlı Nuri'den almıştım ama, bugüne kadar hiç aksilik olmamıştı. Ha pardon bi keresinde de adamı 'SABA iyi televizyon' yazan mukavva bir kutunun içine koymak zorunda kalmıştık".

"Bırak gevezeliği de yardım et. Rezil olduk, çuval açılmıyo ulan."

"Ya ben her seferinde söyledim, şunların ağzını lastikli yapalım diye, bak olmuyo işte."

"Hangi firma üretmiş bu çuvalları biliyor musun?"

"Niye? Cep telefonuyla arayıp küfür mü edeceksin?"

"Neyse uzatma, adam işe uyanacak şimdi." diyerek, cebinden çıkardığı deliksiz naneyi Sinan'a ikram etmişti. Sinan ise kendisine deliksiz nane uzatan memuru nazikçe reddetmiş; "Yok ben almiyim, ben delikli nane ya da lolipop'u tercih ediyorum" demiş; Polis de bunun üzerine Telsim kartlı cep telefonunu kafasına vurup; "Yürü hemşerim, internet çağında kaybedecek vaktimiz yok!" diyerek onu arabaya tıkmıştı. Sinan'ın iri yarı olana yönelttiği, "Abicim siz de mi Ftın Key'i tercih ediyorsunuz? O zaman daha ne istiyonuz?" şeklindeki suali üzerine, ince yapılı olan "Amirim aradığımız adamın bu olduğundan emin misiniz?" diye sormuştu.

İlk günler oraya neden getirildiğini hiç ama hiç anlamadı. Gerçi sonraki günlerde de anlamadığına dair sinyaller verecekti ama nafile. Bugün Babalar günüydü ama bunun konuyla ne alakası olabilirdi acep? Bütün babaların ödüle boğulduğu böyle bir günde, neden bu muamelelere maruz kalmıştı? Aslında babalar gününün sadece bir günle sınırlı olmasına da hiçbir anlam veremiyordu. Oysa her gün babalar günü olmalıydı. Gerçekte de öyle değil miydi? Kolombiya'dan Çin'e; Moskova'dan Susurluğa kadar bütün babalar her Allah'ın günü ödüle boğuluyordu. Ödüle boğulmayıp da, sadece boğulanlar ise işin bir başka veçhesini oluşturuyor ve bu Sinan'ı hiç mi hiç ilgilendirmiyordu.

Aradan üç ay geçmiş ve Gayrettepe karakolunu psikolog, psikiyatrist, uzman hekim, baytar her kim varsa ziyaret etmeye başlamıştı. Karakol çalışanlarının sinir sistemleri, Türk siyasal sisteminden daha bozuk bir hale dönüşmüş, görevliler birer birer tayinlerini istemeye başlamışlardı. "Hırsızın hiç mi suçu yok" deyişini burada kullanmanın gereksizliğini bir kenara bırakırsak, olan bitenin günah keçisi ilan edilen Sinan'ın buraya neden getirildiği adeta unutulmuş, dikkatler keklik, saka, kumru, şahin ve güvercinler üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. ("Bir taşla birkaç kuş vurmak" bkz. Bütün Türkçe Deyimler Sözlükleri)

Ne çare ki, en sonunda çaresiz kalan emniyet güçleri Sinan'ı İç İşleri bakanlığına şikayet etmişlerdi. Sebebi ise tutuklandığı ândan itibaren kafasını, duvarında 'Burada Allah yok, Peygamber de tatilde" yazısı asılı bulunan Gayrettepe şubesinin duvarlarına vurmasıydı. Hakkında hiçbir malumatı olmadığı konuları bir türlü hatırlayamıyordu. Hatırlayamadığı konuların neler olduğu hususunda da pek bir fikre sahip değildi. Ancak konuyla alakası olmasa da polisin sorduğu sorular da oldukça basitti. İlkokul çocukları bile bu sorulara cevap verebilirdi ama ya kendisi? Bu utanç verici bir durumdu; 'Allah düşmanını bile bu duruma düşürmemeliydi'. Kendisi ortaokul terkti ve İlkokul mezunu polislerden daha kıdemliydi ama tek bir sorularına dahi cevap verememişti. Halbuki geçen yıl Hürriyet gazetesinin verdiği üniversite kitapçığından iki soruyu gözü kapalı yapmıştı.

"Ah ulan ah kadere bak" diyerek kafasını duvarlara vurmaya devam ediyordu...

Onun yüzünden onlarca polis itirafçı oldular, yüzlercesi ise erken emekliliğini istedi. Yıllar sonra torunlarıyla yapılan röportajlarda, pek çoğunun ölüm döşeğinde Sinan'ın adını sayıkladıkları ifade edilecekti.(Gelecek zaman kipinden de anlaşıldığı üzre, bu daha sonra gerçekleşecek) İşkenceye tevbe edenler ise halen Türkiye'nin demokratikleşmesi için resmi görevlerini terkedip özel sektörde mücadele vermekteler(!)

Sinan mı? Şu an müze olarak kullanılan ve duvarında, 'Tevbekarlar türbesi' yazan Gayrettepe karakolunun yanından geçenler, zaman zaman garip seslerin yankılandığını ifade etmekteler.

Ama yok yok, Türbenin duvarına çapıt bağlayan kadınların çıkardığı seslerle Sinan'ın bir ilgisi yok. Bu sadece gençliğinde fazla gerilim filmi seyretmiş olan yazarın bir fantazisi; hem de bütün amerikan filmlerine konu olan bayat bir fantazi. Her şeyin doğrusuna merak saranların, bu ufak yalana tahammül edebileceklerini umuyoruz. Yani biz yetkili birimlerin yalancısıyız ve bilindiği üzre yalancının mumu bir dahaki operasyona kadar yanar.