Avrupa’nın İslam Fobisi ve Hollanda Olayları

Kudbettin Gök

11 Eylül'den sonra İslam'a ve Müslümanlara karşı yürütülen Haçlı zihniyetli savaşın, psikolojik etkilerini, Avrupa'daki Müslümanlar iliklerine kadar hissediyorlar. Yaşadıkları ülkenin vatandaşı olsalar da hâlâ "öteki" olarak kabul edilen ve uygulamalarda çeşitli sorunlarla karşılaşan Müslümanlar son zamanlarda, potansiyel bir iç tehdit, hatta 'terörist' muamelesi ile karşılaşmaktadırlar. Özellikle sağ partilerin önderliğinde başlatılan kampanyalarla Müslümanlar, artık bir güvenlik sorunu olarak görülmektedirler. Kimi çevreler de mevcut düşmanlığın boyutlarını dinler savaşına dönüştürmek istercesine kamuoyuna cüretkâr demeçler vermektedirler. Bunun en açık örneğini İtalya Başbakanı Berlusconi gösterdi. İtalyan Başbakan, Hıristiyan değerlerinin daha üstün olduğunu ve bu nedenle Hıristiyan uygarlığın tekrar canlandırılması gerektiğini patavatsızca söyleyerek İslam'ı da geri bir medeniyet olarak nitelendirmişti.

İslam, aslında Avrupa için yeni bir olgu değil. Batı dünyasında bitmez tükenmez hararetli tartışmalara konu olan Müslümanlar, çok önceleri bu topraklarda adlarından söz ettirdiler. İslam, tarih sahnesine çıktıktan sonra, Avrupa kıtasında hemen her zaman yaşamış bir din oldu. Peygamber'den 80 yıl kadar kısa bir süre sonra İspanya'ya gelen Müslüman Araplar bu bölgede, Endülüs'te, 1000 yıla yakın bir süre yaşadılar. O zaman kurdukları hoşgörülü medeniyetin yüceliğini bugün herkes kabul ediyor. Ayrıca Arap Müslümanlar, Güney Fransa ve Sicilya'da uzun süreler bulundular. Avrupa'nın doğusunda ise, Müslümanlar, İslam'ı Kafkasya'ya daha 650'lerde taşımışlar. Ayrıca Doğu Avrupa'da yüzyıllar süren Osmanlı egemenliği sonucunda İslam, Balkanlar'ın değişmez bir unsuru olarak hala etkisini ve varlığını sürdürüyor. Kimileri kabul etmese de, Avrupa'yı Avrupa yapan, ekonomik ve kültürel kalkınmasını sağlayan Rönesans devrinin başlamasında Müslümanların oynadığı rol yadsınamaz.

İslam'ın Avrupa'daki tarihsel kökenleri daha derin bir araştırma konusudur. Ancak yazının konusu daha çok Avrupa'da son zamanlarda tırmanan yabancı düşmanlığı olduğundan bu konuya daha fazla değinmeyeceğiz.

Avrupa'da, halen köken itibariyle Müslüman olanlar ciddi bir sayısal gücü elinde bulundurmaktadırlar. Farklı ülkelerden gelen ve sayıları 13-14 milyon arasında olduğu tahmin edilen Müslüman nüfusun, 4,5-5 milyonu Fransa'da yaşamakta; 3,2-3,4 milyonu Almanya'da; 1,5-1,6 milyonu İngiltere'de; 700-800 bini Hollanda'da; 400'er bini ise Avusturya'da ve Belçika'da bulunmaktadır.

Tabi elimizde resmi bir rakam yok. Çünkü hiçbir Avrupa Birliği ülkesinde -İngiltere hariç- dine mensupluk temelinde bir kayıt yok. Hatta bu verinin toplanması bazı ülkelerde kanun tarafından yasaklanmış. Bu bilgi daha çok göçmen gönderen ülkelerden gelen insan sayısına bakılarak elde ediliyor. Avrupa'ya göçmen veren Müslüman nüfuslu ülkeler: Türkiye, Fas, Tunus, Cezayir, Hindistan, Mısır, Pakistan, Afganistan, Irak, Bangladeş, Somali, Senegal, Mali'dir. Ayrıca geçmişte kimi Avrupa ülkelerinin işgali altında olup, sonraları buralara göç etmiş Endonezya, Surinam gibi ülkelerden gelen Müslümanlar da bu rakamın içine dahil edilememiştir.

Bunlarla birlikte Balkanlar ve Doğu Avrupa'daki Müslümanlar da bu sayıya eklendiğinde, Avrupa'da 25 milyona yakın Müslümanın yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu nüfusa, Türkiye'nin AB'ye girme olasılığı da eklenirse bu sayı 100 milyona ulaşabilecektir.

Bu denli artan bir Müslüman nüfus karşısında Avrupa'nın başından beri temel bir mesele olarak kabul ettiği entegrasyon, son zamanlarda daha bir gündemleştirildi. Dünyadaki İslam aleyhtarlığı, entegrasyonun hayata geçirilmesinde de bulunmaz bir sebep olarak görüldü. Entegrasyon çoğu Avrupa ülkeleri için dini temayüllerin ve motiflerin terk edilmesidir.

Avrupa ülkeleri içinde multi kültürel temalar bulunsa da, bu kültürel farklılıkların hiçbir zaman eşit ve adil bir seviyeye ulaştığı söylenemez. Uygarlık değerleriyle daha düne kadar caka satan bu ülkeler, özgürlük ve toleransın her geçen gün darbe aldığı, parçalanmış bir mozaik görüntüsü vermektedirler. Bugün özellikle Müslümanların bu ülkelerde karşılaştıkları problemlerin gittikçe derinlik ve yoğunluk kazandığı yaşanan bir gerçektir.

Entegrasyon adı altında sinsi bir asimilasyon politikası içine giren kimi birlik ülkeleri, yabancılarla kaynaşmaktansa kültürlerini eritme yoluna gitmeyi tercih eder duruma geldi. Almanya İçişleri Bakanı'nın son zamanlarda yüksek sesle dillendirdiği, "Entegrasyona giden en kolay yol, asimilasyondan geçer" sözü bir gaf olarak anlaşılmadı, aksine bir çok politikacı tarafından sahiplenildi.

Bunlar, sadece sözlerden ibaret kalmadı. Avrupalıların Müslümanlara ne kadar ikiyüzlü baktıklarının bir örneği Fransa'da yaşandı. Okullarda tüm tepkilere rağmen başörtüsü yasağı getirildi. Bu uygulamadan daha sonra kısmen Almanya da nasibini aldı. Bu gidişle uygulama, diğer demokrat ve özgürlükçü(!) ülkelere de sıçrayacak. Halen Hollanda, Danimarka ve Belçika gibi bazı Avrupa ülkelerinde, başörtüsü yasağı uygulanmamaktadır.

11 Eylül, Avrupa için de yabancılara ve özelde Müslümanlara karşı yeni ve kısıtlayıcı politikaların hayata geçirilmesinde bir milat oldu. Avrupa'da somut olarak gösterilebilecek bir tehlike olmadığı halde Müslüman toplum töhmet altında tutuldu. AB ülkeleri, bir iç tehdit unsuru olarak gördükleri Müslümanlara yönelik, terörle mücadele kapsamında, Aralık 2001'de "Common Positions and Framework" adında bir belge düzenledi. Birlik üyesi ülkeler, bunu kendi iç yasalarına yansıttı. Bu yasalardan güç alan birçok Avrupa ülkesi, bu düzenlemeler sonucunda istihbarat birimlerini devreye sokup, ülkelerinde yaşayan Müslüman topluma karşı fişleme çalışmalarına başladılar. Almanya, İngiltere, Danimarka, Norveç başta olmak üzere birlik ülkelerinde, Müslüman öğrenciler hiçbir gerekçe gösterilmeksizin şüpheliler olarak fişlendi. Bununla da yetinilmedi, şüpheliler arasına Müslümanlara ait sivil toplum kuruluşları, dernekler, yardım kuruluşları, işyerleri ve hatta cami cemaati bile dahil edildi. Kimi zaman bu kuruluşlar, polisin ani baskınlarına uğradı veya izlenmeye alındı.

Bu yasalar öncesinde de Müslümanların çifte standartçı uygulamalarla, bu ülkelerde yaşayan diğer topluluklardan farklı muamelelerle karşılaştıkları bir gerçek. Mesela Fransa'da 1.5 milyon Cezayirlinin yanı sıra 1.5 milyon Portekizli var. Fakat çoğu medya organı "Müslümanlar hep sorun yaratıyor" sabit fikri ile sürekli Müslüman azınlığı mercek altında tutuyor. Aynı şekilde benzer sosyal ve ekonomik sorunları yaşayan Portekizliler medyanın malzemesi olmuyor.

Avrupa'da yabancılar artık huzursuz ve kendilerini psikolojik baskı altında hissediyorlar. Bu durum geçtiğimiz günlerde özgürlüklerin kalesi olarak görülen Hollanda'da daha açık olarak yaşandı. Hollanda, Avrupa'nın en hoşgörülü ülkesi olarak bilindiği halde bir anda Müslümanlar hedef haline getirildi. İslami yaşamı eleştiren bir film çeken yönetmen Van Gogh'un öldürülmesiyle tırmanan gerginlik, kaos ve teröre yol açtı. Kur'an dersleri veren bir okulun yakılmasıyla başlayan olaylar sonrası, ülke genelinde yirmiye yakın cami ve bir çok İslam okuluna saldırılar düzenlendi. Müslümanlar camilerde nöbet tutmaya başladı. Avrupa'daki yabancı düşmanlığına örnek teşkil edecek bu olayı büyüteç altına alalım.

Hollanda'da Tırmanan Irkçı Gerginlik

Hollanda, "çok kültürlü bahçe" diye tanımlanan, özgürlükler diyarı, "dünyanın en toleranslı ülkesi" olmakla övünen bir ülkeydi. Amsterdam'da 200'ü aşkın milletten insanın yaşadığı, dünyanın ilk "sosyal polis"ini kuran, bakanların işlerine bisikletle gidip geldikleri, bir ülke… Eşcinsel evliliklerin resmen tanındığı, beş gram esrar taşımanın serbest olduğu, neredeyse 'hoşgörü'yü kutsal bir kriter haline getirip, mahkemelerinde "tanrıyı eşeğe benzeten birini bile beraat ettirmesini" (1960'ların sonunda yazar Gerard Reve'in yargılandığı dava) özgürlüklerin bir gereği görüp her şeyin serbest olmasıyla caka satan bir ülke Hollanda…

İslam okullarının, İslami dernek ve camilerin açılması önünde bir engelin bulunmadığı ve Avrupa'da ilk defa yabancılara seçme hakkının tanındığı bir ülke...

Tüm dinlere eşit mesafede yaklaşmasa da, farklı dinlerdeki toplulukların dini ihtiyaçları yönündeki anayasal taleplerine ket vurmayan bir ülke…

Yarım yüzyıla yakın bir süredir içinde yabancıları barındıran Hollanda'da, 1 milyona yakın Müslüman yaşıyor. Bu, Hollanda nüfusunun yüzde 6'sına denk düşüyor. Amster-dam ve Roterdam gibi büyük kentlerde ise, göçmenler kent nüfusunun neredeyse yarısına yaklaşmış durumda. Buna rağmen Hollandalılarla gelen yabancıların toplumsal ilişkide iç içe değil, yan yana yaşadıklarını, aralarında ciddi mesafelerin olduğunu söylemek için sadece kısa bir şehir turu atmak yeterli. Son zamanlarda konumları gereği toplumu yönlendirme gücüne sahip olanların büyük çoğunluğunun, popülist politikalarla köklerinden kopmuş bu insanları, kamuoyunda ekonomik ve siyasi tüm beceriksizliklerinin müsebbibi olarak gösterme gayretleri var.

Kimlik ve din sorunlarını aştığına inanan bir ülke, nasıl oldu da bugünlerde İslam'a ve Müslümanlara tepkisini gizlemeyen ve 'Bugün hepimiz ırkçıyız' gibi bir sloganla sokaklara dökülen bir ülke haline geldi.

Herkes bunun tek nedeni olarak ünlü ressam Vincent Van Gogh'un bilmem kaçıncı kuşaktan yeğeni, yönetmen Theo Van Gogh'un, Müslümanları aşağılayan 'Teslimiyet' adlı bir senaryoya film çektikten sonra Faslı bir Müslüman tarafından öldürülmesini neden gösterdi. Van Gogh'un filminde, yarı çıplak bir kadının vücudunda Kur'an'dan ayetlerin yazılı olduğu görüntülerin yer alması Müslümanların tepkilerini doruğa çıkardı. Üstelik tüm tepkilere rağmen film, ulusal kanallarda da gösterildi.

Van Gogh'un öldürülmesi sonrası gerçekleşen olaylar, ülkedeki yabancılara karşı biriken öfkenin bir patlamasıydı. Bu öfke tek başına yabancı düşmanlığını doğurmamıştır. Böyle düşünmek, meselenin içyüzünü göz ardı etmek olur. Arşimed'in dediği gibi: "Dereye fırlatılan bir çakıl taşı, okyanusların seviyesini yükseltir..."

Theo Van Gogh ve Van Gogh'un Sonunu Getiren Film

Aslında koyu bir antisemitik olan ve Amsterdam Üniversitesi dergisi Folia'da "Gaz odalarında yakılan şeker hastası Yahudilerin yayacakları karamel kokusunu hayal ediyorum" gibi laflarla dikkatleri üzerine çeken Van Gogh, gerçek bir provokatör ve ağzı bozuk bir yabancı düşmanı olarak nam salmıştı. Çalıştığı gazete ve dergilerde, yazdıklarından dolayı ya kovulan ya da kavga ederek ayrılan Van Gogh, Yahudi ve solculardan sonra tüm saldırılarının yönünü Müslümanlara ve özelde Faslılara çevirdi.

Kendisini eleştirenlere seviyesizce hakaret eden ve tehdit mektupları gönderip taciz eden, 'provokatörlerin kralı' unvanı verilen Van Gogh, Allah'ı 'domuz' olarak adlandırarak Müslümanların şimşek ve nefretini üstüne topladı. 'Veronica' adlı dergideki köşesinde, Faslıları ağır küfürlerle aşağıladı, İslam Peygamberi'nden "pedofili" diye söz etti.

1999 yılında bir grup Müslüman, dinlerine hakaret ettiği gerekçesiyle Van Gogh hakkında dava açtı. Ancak mahkeme, yapılan hakaretlerin "Müslümanların genelini kapsamadığı" gerekçesiyle başvuruyu reddetti.

47 yaşındaki Theo Van Gogh bununla da yetinmedi. Senaryosunu, İslam'a düşmanlığıyla adından sık sık söz ettiren Ayaan Hırsi Ali'nin yazdığı, görücü usulüyle evlendirilen, kocasından dayak yiyen, yakın akrabaları tarafından tecavüze uğrayan, zina yaparken yakalanan ve kırbaç cezasına çarptırılan bir kadının hikayesini konu edinen bir filme yönetmen oldu. Bu filmde İslami değerlere ağır iftiralar, hatta şok edici hakaretler içeren görüntüler yer alıyordu. "Submission" (İtaat) adlı film Hollanda'da saygın gazetelerden biri olan NRC Handelsblad Gazetesi tarafından Van Gogh'un 'yeni provokasyonu' olarak sürmanşetten verildi.

Annesi dahi oğlunda kişilik bozukluğu olduğunu, hatta bunun ırsi olduğunu, hırçın ve kavgacı davranışlarından bıktığı için onu 18 yaşından sonra evden kovduğunu söylüyordu. Öyle ya büyük ressam Vincent Van Gogh, büyük amcasıydı ve o da kulağını keserek intihar girişimlerinde bulunmuştu.

Garip olan gerçek, bu kadar tahrik ve provokatörlükten sonra öldürülen birinin Hollanda kamuoyunu keskin bir çizgiyle ikiye bölmesidir. Bir hukuk düzeninde suçun şahsiliği esastır. Ancak Van Gogh sonrası her Faslı ve Müslüman görünümlünün potansiyel birer el-Kaide üyesi olacağı kaygısı artık hakim. Bu türden algılamalara sağ iktidardan politikacıların talihsiz açıklamaları tuz biber oldu. Van Gogh'un öldürülmesini Başbakan Yardımcısı Gerrit Zalm, "Bu insanlar bize karşı savaş açtı. Bir kişi ile sınırlı değil bu, bir hareket söz konusu" sözleriyle değerlendirdi. Ayrıca VVD Meclis Grup Başkanı Jozias Van Aartsen, "Hollanda'da cihat ilan edildi" şeklinde açıklamada bulundu.

Aslında bu türden olaylar sağ partiler için bulunmaz fırsattı. Yıllardır uyum yasaları adı altında çıkaramadıkları ve yabancıların hayatlarını zorlaştıran yasalar tek tek çıkarılmaya başlandı. Hükümet ve basın, Van Gogh öldürülmesini, Müslümanlar üzerinde daha fazla baskı kurmak için bir fırsat olarak gördü. Bir TV programcısının deyimiyle, "sürekli hakaret eden biri" bir anda kahraman yapıldı.

Theo Van Gogh ile birlikte bugünlerde adı yine gündeme gelen biri daha var:

Pim Fortuyn… Bundan yaklaşık üç sene önce Hollanda seçimlerinin arifesinde, yabancıların aleyhinde keskin demeçler vererek adından söz ettiren ve başbakanlığa koştuğu söylenen Pim Fortuyn öldürüldü. Lideri olduğu sağ görüşlü parti, göçmen karşıtı kampanyalar yapmış ve 2002 yılındaki genel seçimler öncesinde yapılan kamuoyu yoklamalarında büyük başarı elde etmişti. Eşcinsel olduğunu saklamayan ve görüşleri, Hollanda'da pek çok partide hala kabul gören Fortuyn, Müslümanların, inançlarını eleştiriyor ve eşcinsellere yaklaşımlarına da şiddetle karşı koyuyordu.

Fortuyn'ın öldürüldüğü haberi duyulur duyulmaz, yabancılarda hemen bir korku havası hissedildi. "İnşallah öldüren bir Müslüman veya yabancı uyruklu değildir." gibi temenniler işitilmeye başlandı. Pim Fortuyn adlı internet forumunda, "Artık ne bekliyoruz, yakalım şu camileri" çağrıları yer alıyordu. Fortuyn, hayvan hakları eylemcisi biri tarafından öldürülmüştü ve neyse ki öldüren bir Hollandalıydı. Ne gariptir ki bu olay, Theo Van Gogh'un öldürülmesi sonrası yapılan gösteri ve yürüyüşlerin aksine, kısa bir sürede gündemden kalktı.

Pim Fortuyn suikastı failinin Hollandalı olduğunun anlaşılmasından sonra bazı iyi niyetli Hollandalılardan sık sık şu sözler işitiliyordu:

"İyi ki sizden birisi değildi."

Sadece yabancı düşmanlığıyla adından söz ettiren ve absürd politikalarla kendini gündemde tutan Pim Fortuyn, ne gariptir ki Van Gogh'un öldürülmesi sonrası "Hollanda'da tüm zamanların en büyük insanı" seçildi. Hollanda'da televizyon izleyicileri arasında yapılan ve tüm ülkede ciddiye alınan bir ankette Fortuyn, modern Hollanda'nın kurucusu kabul edilen 3. William'ı (bilinen adıyla Orange'lı William) bile geride bıraktı. Böyle bir sonuç, toplumun İslam'a karşı duygularını gösteren bir anket olarak da algılandı.

Gelinen noktada son olayların gerçekleşmesinde en önemli pay sahibi olan biri daha var. Theo Van Gogh'un öldürülmesine de birinci derecede neden olan Ayaan Hırsi Ali… İslam'a saldırmadan evvel hiç kimsenin tanımadığı Hırsi, Somali'den Hollanda'ya, 12 yıl önce geldi. Görücü usulü evlilikten kaçmak üzere ülkesini terk edip, sığınmak üzere başvurduğu Hollanda'da bir süre sonra vatandaşlık hakkı elde etti. Ayaan Hırsi Ali seçimlerde milletvekili olarak parlamentoya girdi ve Fortuyn'ın Müslümanlara karşı önerdiği siyasete verdiği destekle de tanınıyor.

Hırsi Ali olmasaydı şu an Van Gogh belki de yaşıyor olacaktı. Çünkü bu olayda Hırsi Ali, Van Gogh'u kendi emelleri için kullanmıştır. Van Gogh'un ölümü sonrası kendisi de basına bu yönde açıklamalarda bulundu. "Ben kendimi suçlu hissediyorum. Öldürülmesi benim yazdığım filmden dolayı oldu." diyerek, yaptığının infial uyandırabilecek kadar tahrik içerikli olduğunu bir anlamda kabul etmiştir. Olayın faili Muhammed B., Van Gogh'un cesedi üzerine Hırsi Ali'ye verilmek üzere yazılmış bir açık mektup bırakmıştır.

Bu olayla birlikte garip yorumlar da yapıldı:

Planet.nl sitesinde yayınlanan bir haberde, Hollanda'daki iki siyasi öldürülme hadisesi arasındaki günün 911 olduğuna dikkat çekildi. 11 Eylülün ABD'de 9-11 olarak yazıldığına işaret edilerek, New York ile Madrid saldırıları arasında da 911 gün bulunduğu vurgulandı.

Van Gogh olayı, ülkedeki tüm sorunları unutturdu. Günlerdir ülkenin tek gündem maddesi bu öldürülme olayı ve daha çok da "İslami terör, Müslümanların uyumsuzluğu" gibi konular. Bu ülkeye gelen yabancıların ağzında da son günlerde hep aynı söz:

"Hollanda eski Hollanda değil artık."

İfade özgürlüğünden, akla ne gelirse söylenmesi olarak anlaşılmasını savunanlara, söyleneceklerin başkalarını kıracağı, rencide edeceği ve bunları hakaret kabul edeceği hatırlatıldığında burası Hollanda denilerek, 'Beğenmiyorlarsa yabancılar bu aşağılayıcı ve onur kırıcı eleştiri tarzımızı, pılını pırtını toplayıp gitsinler' diyerek içlerindeki kurtları orta yere döktüler. Bu, aşina olduğumuz, 'ya sev ya da terk et' sözünün Hollandacası olmalı.