Atını Kaybeden Oyuncu

Nurettin Özcan

Yürek ne yeminler ettirir dile, bilirim,
Bu alevler kızım, çok parlar az ısıtır;
Kutsal biçimlere bürünmeleri
Daha iyi aldatmak içindir insanı...

Polonlus

Geçen zaman içinde, aydınlar ve halk aynı topraklar üzerinde yaşamalarına rağmen, kültür ve davranışları tamamen farklı; birbirleriyle kaynaşmaları imkânsız iki sosyal grup olarak belirmiştir. Batıcı aydınların bu teşebbüsleri, ekseriya batılıların çizdiği çerçevelerde yürütülmüş, neticede, aydınlarımız bir safhada batılı emperyalist ülkelerin menfaatlerine hizmet eden ajanlar durumuna düşmüşlerdir.

Bu bakımdan bir taraf (okur-yazar) taklidi bir yenileşme ve değişme içindeyken, geniş halk kesimleri milli/dini geleneklerin tayin ettiği bir hayatı sürdürmeye çalışmışlardır. Taklidi değişmeler içindeki zümre ile gelenek bağını devam ettiren halkımız arasında düşmanlık değilse bile karşılıklı güvensizlik son iki asırlık tarihimizin en önemli gerçeğidir.

Aydınlar kendi görüşlerinin uygulanmasına engel olduğuna inandıkları dini inançları hedef olarak almışlar, başarısızlıklarını ve yetersizliklerini, bu inançlara ve bu inançlara bağlı güçlerin karşı koyusuna yüklemek İstemişlerdir. Bu yüzden aydınların uzun süren bir tarihi dönemi hayali düşmanlar ve karşı güçler edebiyatı ile doludur.1

Asırlar önce başlayan ve aynı amansız şiddetle devam eden bu darbenin toplum üzerinde oluşturduğu derin izlerini sultan III. Mustafa şöyle bir dörtlükle ifade eder:

Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele
Devlet-i çark-ı deni verdi kamu mübtezele
Şimdi erbab-ı saadette gezen hep hazele
İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem yezele

Bizde batılılaşma (Avrupalılaşma, modernleşme vs.) ve batılılaşma* adına kendi değerlerini şiddetle ve çılgınca reddetme paranoyası, aydın kesimde ve bürokraside kabına sığmaz sevdalarla yerini bulur. Fakat bu uğurda komitacı militanlık ittihatçılar tarafından başlatılır ve toplum, dünyasının bütün güzelliklerini teker teker kaybetmeye başlar... Bazen Galata Köprüsü'nde bazen de İstanbul'un daracık loş sokaklarında susturulup yere serilen idealist bedenler, kardinalleri yine de yeteri kadar rahatlatmaz. Serbesti yazarı Hasan Fehmi'yi ve Sadayı Milletin gür sesli kalemi Ahmet Samim'i susturamayan ittihatçılar, onları izbe bir sokak arası cinayetiyle öldürüp kalemlerini kırarlar... Bu, halkının ve düşünen aydınının yüreğine korkular salarak susturmayı amaçlayan ve bilahare yoğun ivmeler kazanarak tırmanan şiddet ve baskı hareketleri, daha sonraları asla vazgeçilemeyecek bir gelenek olarak modern militarizmin varislerine intikal ettirilir.

Yıllar sonra Cumhurbaşkanı Kenan Evren ise 1 Eylül 1985 günü meclis kürsüsünden yaptığı açış konuşmasında: "Susan Türkiye yerine konuşan Türkiye mantığının bu ülkeye nelere mat olduğunu hepimiz biliyoruz" diyecektir.2

Ne gam! Bu kalemi kırılmış, bu soluğu kesilmiş, bu kuytuların gölgesinde sinerek yaşamaya alıştırılmış zavallılar bu bitkin ruhlarıyla konuşabilmeyi denese de bundan böyle kimsenin tahtı sarsılmayacaktır, özellikle de yüksek şatoların taçlı krallarının. Çünkü kutlu kelimelerin bir volkan gibi çağlayacağı dudaklar kurumuş, kalemleri kırılmış, umutlar ezilmiş ve hafızalar tarumar edilmiştir.

Baskıların şiddeti fasılasız devam ederken bir taraftan da imtiyazlı aydınlar(!) zümresi fildişi kulelerine çekilip alçaltılmış serüvenlerini yaşarlar ve biryandan da halka yeni mabetlerini derin bir heyecanla anlatırlar. Halkını en derin köklerinden yaralayan aydın, kendisini halkın efendisi ve terbiye edicisi gibi görür ama gerçekte Batı'nın Tâc Mahal'i önünde duyduğu ezikliği ile perişan ve iki büklümdür.

Batılı olmak, modern olabilmenin kaçınılmaz şartı gibi görünse de sonraları bu iddianın sığlığı görülecektir. Evet, batılı ama nasıl? Bir yapıyı ikame edebilmek İçin bazı unsurları kaldırmanız gerekmektedir. Halka, açık bir hedef gösterilmez önceleri, geri kalmışlıktan ve hukukun tadilatından bahsedilir. Hatta bizzat Sultan Abdülmecid bütün bu olumsuzlukların ve gerilemenin Kur'an ahkâmının ihmâl edilmesinden kaynaklandığını ifade ederek bu hususun ıslah edileceğini, dîn-i mübîne bundan böyle gereken hassasiyetin mutlaka gösterilmesi gereğini beyan eder. Fakat bunun hemen arkasından Mustafa Reşit Paşa'ya Öyle bir ferman okutturur ki, bırakınız dîn-i mübin'in hassasiyetle korunmasını, Hıristiyan Batı'ya karşı ilân-ı aşk edercesine hazırlanmış olan bu ferman önce Gülhane Parkı'na, daha sonra da payitahtın yüreğine ağır bir gülle gibi düşer...** Hedef seçilmiştir, Batı yakasına seranatlar yapan o yaman silahşörler damar damar bütün yollardan girerek İslâm'ın göğe yükselen surlarını teker teker yıkacaktır. İslâm'ın yâni Kur'an'ın...

Devrin bürokratlarından ve ses getiren entelektüellerinden Ziya Paşa: "Tanzimat döneminde Ablâk-ı milliye fasit oldu ve bugün devletimizin her şubesinde yeis ve üzüntüyle görülen fenalıkların tamamı işte bu kaynaktan doğdu. Ricâl-i devlet beyninde dinsizlik modası muteber olup, bu, avama, kadınlara ve hatta çocuklara kadar sirayet etti. Hatta namaz kılmak, oruç tutmak gibi İslâmî farzları yerine getirmek ahmaklık sayıldı"3 diyerek o günkü dramatik tabloyu ortaya serer.

Dayanamaz Ziya Paşa bu durumun vehametine ve hüznünü şöyle dillendirir:

İkbâl içün ahabâbı si'âyet yeni çıktı
Bilmez idik evvel bu dirayet yeni çıktı.

Sirkat çoğalup lâfz-ı sadakat modalandı
Namus tamâm oldu hamiyyet yeni çıktı.

Düşmanlara ahbabını zemn oldu zarafet
Dil-dârdan ağyara şikâyet yeni çıktı.

İslâm imiş devlete pâ -bend-i terakkî
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı.
4

Halide Edip bunu: "Yastığımın altında iki kitap; bir yerde Shakespeare onun yanında İngilizce İncil" diye anlatırken Nurullah Ataç, Ramazan ve Kurban bayramlarında evine ziyaretçi kabul etmez. Sebebi basittir: ''Müslümanların bayram yaptıkları günde ziyaretçi kabul etmiyorum." Yahya Kemal'i, sırf Süleyman Nazif'in verdiği selamı aldığı için: "Bir Müslüman'ın selamını nasıl alırsın" diyerek azarlayan Tevfik Fikret... Gökle yer arasında herşeyin acıya terk edildiği ve bütün sapkınlıkların zincirinden boşaldığı bir dünyada nasıl soluk alınır?!.. Bu toplumsal yıkımın acı çığlıkları bütün bir semayı çepeçevre kuşatırken gamsız ve tasasız gönüller öylece sere serpe orta yerdedir...

Bir yandan aydın(!) zümrenin, Batı önünde bir türlü yenemediği aşağılık duygusu ile yaptığı müridlik sürerken kendi insanı karşısındaki önü alınmaz mağrur tavrı, diğer tarafta halk kesiminin zayıflığı ve cehaleti toplumu öyle bir noktaya getirir ki, ilkel haz düşkünlüğü içinde maşeri şölene dönüşen kültür intiharı her türlü fikir firarını da beraberinde getirir. Şairin dediği gibi insanoğlu, ama özellikle de bizim toplumumuz günahları altında ezilir ve kaybolur... Hata nerede yapıldıysa bedeli oradan ödenecektir. Bir yerden sonra sizi ayakta tutacak dünya görüşünüz yoksa, o noktadan itibaren her türlü esaretin yükünü ve acısını çekmeye hazır olmalısınız. Bütün güçlükler gerçeklerin mahkum edilmesiyle başlar ve bilinç altının bozgunuyla biter. Toplumsal varoluşun değişmez yasasıdır bu.

Ve sen, Eyyûb'un sabrını sınayan nefret, ve sen ikbâlime göz diken kara kuzgun ve yoluma çalılar seren göz boyacı ve küfrün ihtişamını yere serecek kadîm tufan...

Bunda hakikaten Devlet-i Âliye'nin düştüğü güç şartlara temas ediyor ve kurtuluş reçetesi olarak da yeniden Kur'an'a dönülmesi gereğine değiniyordu. Bu fermanın II. Mahmut zamanında yaptırılmasına batılı entelijansiya muvaffak olamaz. Söz konusu ferman okutulmak üzere çok kimseye verilir fakat çok ağır yükümlülükleri ihtiva eden fermanı okuyacak kimse bulunamaz. Reşit Paşa'nın bunu Gülhane'de okumuş olması sadece bir mecburiyetten doğmuş ve bunu sonunda öldürülme ihtimalini ve korkusunu içinden atamadığı içindir ki, evinden sabahleyin ayrılırken bütün aile efradı ile helâllaşmıştır.

çapraz özgürlüklerinde filler
acılardan yapılmış bir alanda
ne zaman ki esrirler
yazsak defterlere sığar mıydı
şah açmazında vezirin ölümcül tutkusunu
yerine göre piyon da bir tufandır
İçinde hep bir vezir sürekli mahzun
düz gider ve çapraz vurulur uzun uzun
gün batımlarını çağrıştırır

hüznü uçlarında dolanıp
yalın sıçrayışlarıyla piyonlar arasından
ürkek ama cesur ama sevimli
açsa duyargalarını o tarihsel şiire
iyi bir oyuncu en çok atları sever

sen ey atını kaybeden oyuncu
bir ilk yazdan koca bir güz yontan adam
bırak oyunu
artık
öyle bir ıssızlık düşle ki içinde
yeryüzünü kişnesin
bizim atlar5

Acılar derin sızılar bıraktıkça ilk kez bir şeyleri gerçekten kaybettiğimizin farkına varıyor insan. Ve anlıyor ki, gönüller onu kaybettiğimiz için hissiz, fikirler onu kaybettiğimiz için yüreksiz, sözler onu kaybettiğimiz için değersiz, saadetler onu kaybettiğimiz için yetersiz ve yürekler onu kaybettiğimiz için mecalsizdi. Bu yaşadığımız hayatın dinginliğine bakıyorum da yoksa o kaybettiğimiz şey İsrafil'in hayat üfüren sûr'u muydu? Bir zamanlar kükreyen volkanlar gibi kabına sığmayan yiğit yürekler, onu yitirdikleri için derdest edilip itildikleri harabelerde sürür ve sükûn bulamıyorlardı, anladım... Yıldızlan puf pul dökülmüş, dolunayı sönmüş bir gökyüzü o lâtif mehtabı hangi renkleriyle sarıp sarmalayacaktı? Heybetini yitirip kanlanan bir güneş gündüzün orta yerini hangi şavkıyla aydınlatırdı? Damar damar rengi solmuş o narin gök kuşağı karlı dağları nasıl taçlandırır?.. Evet, anladım ki kaybettiğimiz mücevher yedi iklimin çiçeğiydi... Kaf dağının zirvesini aydınlatan nur, tılsımları bozan nefes, matemleri silen müjde, putları deviren kasırga, ölüme hayat veren soluk, göğe çıkan yakarış, hep o kaybettiğimiz nurdan satırlardaydı... Sahi, tan vaktinin o serin griliğinde nice sevdalara tanıklık etmiş Süleymaniye'nin kubbesi neden artık yankılanmaz?! Bir zamanlar, seher vaktinde gözlerindeki pınarlar coşarken elleri ile çoban yıldızını tutan o öpülesi ruhlar nerede gizlenir?.. "Onlar seher vakitlerinde Allah'tan bağışlanma dilerlerdi."6

Bu fermanda anlatılan kutlu nesil, Rahman'ın affına ve lûtfuna mazhar olmuş, bizim kaybettiğimiz kıymet unsurlarının yankısını zihinlerinde ve yüreklerinde dâima diri tutmayı başarabilmiş kutlu bir nesildi... Onların, kitabın nurdan satırlarıyla yaşadıkları gerçek hayatları vardı, bizimse sloganlarla yaşadığımız ve her adımda bir züppenin tökezlenerek yere serildiği sanal bir dünyamız...

İnsanlara sunulan sahte bildiriler, dimağlara işlenen sahte saadetler insanlığın yaşamaya mecbur ve mahkum tutulduğu karanlıkları örtmeye kâfi gelmeyecektir. Ünlü düşünür prens Tolstoy'un da ifade ettiği gibi; bu karanlıklar her türlü engeli delip geçer ve bir gün kilisenin mumlarını mutlaka söndürür. Toplum yeterince kirli fikirlerle kuşatılmış da olsa eminim bir gün Davud'un gür sadası suskun gönüllerde yeniden yankısını bulacaktır.

Ey atını kaybeden süvari!.. Ey bin yıllık viraneyi kâşaneye çevirecek adam ve en güzel aşkı arayan sevgili. Ey kirpiklerinde damla damla hüzünler biriktiren ceylan gözlüm!.. Ey yoluna kızgın küller serpilen ve cüzzamlı gölgelere yıldırımlar yağdıracak çocuk!.. Ve ey hicranlı yüreklerin yakarışlarına açık sonsuz rahmet!.. Ve Sen bütün firavunları zelil eden en yüce tahtın ve tacın Sultanı...

Evet, yücelik yalnızca O'na mahsustur ve gücün yasası yalnızca o'na aittir. Yaşayış modeliniz, anlayışınız, tarzınız ve üslûbunuz yalnızca O'nun izin verdiği formda kıvam bulacaktır. Birey; hürriyetini, onurunu, insanlık vakar ve haysiyetini ancak O'nun huzurunda bulacak ve kazanılmaya değer tacına böyle uzanacaktır.

Acıların kaynağını kurutmak mı istiyorsunuz? Etrafınızı bulanık bir tufanın sel sularından arındırmak mı istiyorsunuz? Gönlünüze esenlik, ruhunuza sürür vermek mi istiyorsunuz? "De ki: O her şeyin Rabbi iken ben Allah'tan başka bir Rab mi arayacağım?"7

Evet sevgili dostum, sana sunulan seraplarda ki sırça sarayların ışıltısı seni aldatmasın. Etrafını çepe çevre kuşatan silahşörlerin parıldayan zırhı yüreğine korku salmasın. Unutma ki, o pırıltıların göz alıcılığı senin saadetinden çalındı. Bu zifiri karanlıklar senin değil, senin ışıldayan sonsuz bir ufkun vardı, hatırlasana. Hani ışığı bitmeyen günlerin, devasa bir saadet mührü gibi ziyası üzerinde titreyen dolunayın vardı. Hani mısralarını okuyup huzur dolduğumuz, teslim olduğumuzda sürür bulduğumuz bir kitap vardı hatırlıyor musun? Hani alın yazımızı okuduğumuz ve en büyük kerem sahibini öğrendiğimiz kitap... O'nun nurdan sayfalarını araladığımızda eminim ki, kaf dağının zirvesi bizim olacaktır.

Dipnotlar:

1- D. Mehmed Doğan, Tarih ve Toplum, s. 15.

2- Cüneyt Arcayürek, Demokrasi Dönemecinde Üç Adam, s. 242.

3- Ziya Paşa, Terci-i Bend, shf. 20.

4- Ziya Paşa, Terkib-i Bend, shf. 121.

5- İlhami Çiçek, Göğekin, s. 22.

6- Zariyat Suresi, 12.

7- En-am Suresi, 164.

(*) 1839'dan beri bazen batılılaşmak bazen de Avrupalılaşmak olarak İfade edilen mesele batı dünyasının ünlü düşünürleri tarafından en gerçekçi şekliyle tanımlanır. Ünlü Fransız şairi Boedler, Avrupalılığı, şöyle tanımlar: "Avrupa demek bir coğrafya hadisesi demek değildir, O bir dünya görüşüdür, eski Yunan gibi düşünen ve bir Hıristiyan gibi hisseden herkes Avrupalı'dır. Bu bir Hindi de olsa Avrupalı'dır."

(**) Tanzimat Fermanı okutulmadan evvel Sultan Abdülmecid kamuoyunu yatıştıracak bildiri yayınlamıştır.