Anadolu'nun Müslümanlaşma Sürecinin İlk Dönemleri -1

Kenan Günaydın

Emevi ve Abbasi Dönemi

Anadolu'daki ilk fetih hareketleri Emeviler zamanında başlamıştır. Şam kuvvetleri 655 yılında Kayseri'ye kadar ilerlemiş, 665 yılında ise Kadıköy'e ulaşmışlardır. Kışı Kadıköy'de geçiren bu kuvvetler, Bizans'ı ilk kez kuşatmış, fakat yazın kuşatmayı kaldırarak Suriye'ye dönmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde zaman zaman İstanbul'un kuşatılıp Orta Anadolu'yada hakim olunmasına rağmen, Mağrip'teki kesin başarı elde edilememiş Bizans merkezine yakın toprakları başarıyla savunmuştur.

Abbasiler döneminde de aynı hareketlilik sürmüştür. 806 yılında Ereğli fethedilmiş, Anadolu'nun büyük kısmı Abbasi hakimiyetinde kalmıştır. Harun Reşit zamanında Bizans haraca bağlanmış olmasına rağmen gene Bizans kesin bir yenilgiye uğratılamamıştır.

Harun Reşid'in oğlu Memun zamanında Türk'lerin asker olarak sayısı artırılmaya başlanmış, aynı zamanda bu askerler Anadolu'yada yerleştirilmiştir. Daha önce sadece asker olarak yararlanılan Türk'ler Mutasım zamanında komutanlık kademelerine getirilmeye başlanmıştır. Oluşturulan bu kuvvetler ilk dönemde askeri açıdan çok büyük başarılar kazanmışlardır. Gerek müslümanların (zeydi vbg) kıyamlarını, gerekse diğer isyanları bastırmışlar, bir yandan da Bizans gibi komşu ülkelere yapılan seferlerde başarılı olmuşlardır. Fakat daha Mutasım zamanında bile bu komutanlar güçlerini artırıp adeta devlet başkanı gibi davranmaya başladılar. Bağdat'ta halkı rahatsız ettiklerinden Türk'leri aşağılayan hadis­ler uydurulmaya bile başlanmıştır. Örnek olarak İbn'i Saad'ın Tabakat'ının 6. Bölümü 143. Sahifesinde "Türk'lerin Araplar'ı bir gün tekrar çöle sürecekleri" hakkındaki mevzu hadisi gösterebiliriz.

Bütün bu gelişmelere rağmen Mutasım Türk Komutan Eşnaz'a ordugah olarak Samerra kentini kurdurmuştur. Böylece gulam (köle asker, memluk) olarak Abbasi'lerin hizmetine giren Türk'ler vezirlik valililik gibi devletin önemli kademelerine de gelmeye başladılar. Mutasım'ın oğlu ve halefi el-Vasık Billah zamanında Türk Komutanlar Bağdat'taki güçlerini o kadar arttırdılar ki halife komutan Eşnaz'a Sultan unvanını vermek zorunda kaldı. Bu komutanlar istemedikleri halifeyi indirip, istediklerini halife yapmaya kadar işi vardırdılar. Gelişen süreçte Mutasım'ın muhafız komutanı Tolun'un oğlu Ahmet vali olarak geldiği Mısır'da Tolunoğulları (868-905) hanedanını kurmuştur.

Bu gidiş Abbasiler'in dağılmasına yol açmıştır. Valiler bulundukları yerlerde yeni sülaleler oluşturmuşlar, bir yandan da yerel hükümdarlıklar ortaya çıkmıştır. Gene Mısır da Ihşıdoğulları (935-969)nı, doğuda ise önce Tahiriler ve sonra onların yerini alan Samanoğulları devletleri kurulmuştur. Bu arada ortaya çıkan çok sayıda yerel hükümdarlıklardan biri olan Deylemli İmami Isnaaşeriye ekolüne bağlı Büveyoğulları Bağdat'ı 945 yılında ele geçirip halifeyi yaşadığı yer dışında, çok az otoriteye sahip sembolik bir kişi halinde bıraktılar.

9 yüzyılda hilafetin çökmeye başlamasıyla birlikte eski İran'ın dualist ve Mazdekçi fikirleri de İslam dünyasını kemirmeye başladı. Şiiler Hz Ali'nin 12. batından torunu Mehdi'yi beklediği halde, eski İran'da kutsal olan 7 rakamına göre, 762 yılında babası Cafer-i Sadık'tan önce ölmüş Hz Ali'nin 7. batından torunu İsmail'e ümit bağlayan ve Kuran'daki ayetlerin görünen değil, mecazi anlamı olduğunu iddia edip bu gizli anlamların "el-Batın"ı tanımak suretiyle anlaşılabileceğini öne süren batini İsmail'i mezhebi ortaya çıktı.

Bu mezhebe bağlı Karmati tarikatından Ebu Said Hasan b. Behram el-Cennabi isimli bir karmati Bahreyn'de El-Ahsa kentini başkent yaparak Karmatiler devletini kurdu. Fakat İsmaililer esas başarılarını İslam Coğrafyasının en önemli merkezlerinden biri olan Mısır'da kazandılar. Hz Fatma'nın soyundan geldiğini iddia eden (Karmatiler bile bu iddiayı kabul etmiyor) Muhammed El-Habib adlı bir İsmaili 909 yılında Tunus'ta Fatımi devletini kurup halifeliğini ilan etti. 969 yılında Ihşıdoğullarını yıkarak Mısır'ı ele geçirdiler. Devletin merkezini buraya taşıdılar. Bir süre sonra Mısır hariç Kuzey Afrika'daki topraklarını kaybettiler. Fakat doğuya doğru yürüyüp kutsal toprakları ele geçirdiler. Bazı hükümdarları yanlarına çekip kendi adlarına hutbe okutup bir yandan da dai'leri eliyle Maveraünnehir'e kadar bir propaganda faaliyeti yürütmeye başladılar. Böylece doğuya doğru baskı oluşturmaya başladılar.

Yazının başında belirtildiği gibi Emevi ve Abbasiler'le Bizans arasında süren bu mücadeleler sonucu İç Anadolu da dahil uzun süreli bir hakimiyet sağlanmıştı. Aslında iç Anadolu zaman zaman Bizans'la yürütülen mücadele sırasında el değiştirmişti, fakat oluşturulan Avasım hudut teşkilatı Erzurum'un kuzey batısından, Toroslara inen geniş Anadolu topraklarını üç asır kesintisiz olarak Bizans istilasından korumuştu. Fakat 9'uncu yüzyılda başlayan çöküş 10'uncu yüzyılda Abbasi devletinin dağılmasına yol açtı. Bundan yararlanan Bizanslılar Avasım uç teşkilatını çökerterek ilerlediler ve 969 yılına gelindiğinde doğuda Malazgirt güneyde ise Antakya gibi önemli merkezleri ele geçirdiler.2

Orta Asya ve Göçebelik

Orta Asya'nın geniş bozkırları orda yaşayan kavimlerin yaşam şartlarında son derece etkili olmuştur. Birbirleriyle akraba olan Ural-Altay kavimleri (Türk'ler, Moğol'lar ve Mançu'lar) yaşadıkları şartların aynılığı nedeniyle ufak farklar hariç bütünüyle aynı yaşamı sürdürmekteydiler.

Geniş bozkırlar da süren yaşam göçebelikti ve ekonomi hayvancılığa dayanmaktaydı. Göçebe için toprağın karşılığı otlak demekti ve aşiretin varlığının devamı açısından korunması zaruriydi. Bozkırda nüfus artışı gibi farklı nedenlerle otlak sıkıntısının çıkması aşiretler arasında sürekli bir çarpışma ortamı oluşturuyordu. Sürekli çarpışma ihtimali göçebe aşiretlerinde askeri bir yapılanmaya yol açmıştı. Yetişkin her erkek hem çoban hem de bir savaşçıydı.

Çarpışmalar düşmanlıklara ve doğal olarak aşiretler arası ittifaklara yol açıyordu. Kaybedilen mücadelenin en iyi sonucu toparlanıp göç edebilmek fırsatını yakalayabilmekti. Bu nedenle yerinden oynayan göçebe aşiretleri özellikle Avrupa tarihini etkileyecek boyutta büyük göçler (Hunlar, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar vb) yapmışlardır. Aksi takdirde savaşçılar öldürülüp kadın ve çocuklar esir alınıp köle olarak satılmakta ve aşiretin mülkü gasbedilmekteydi. Böylece aşiret ya ortadan kalkmakta, yada tehdit olamayacak derecede zayıflayıp galip gelene sürekli haraç verip hakimiyetini kabullenmekteydi. Güçlü aşiretler daha zayıf olan aşiretin malını yağmalamak için saldırmaktaydı. Yapılan bu yağma seferleri sadece göçebe aşiretleri arasında olmamakta, fırsat bulunduğunda yerleşik uygarlıklara saldırıp yağma akınları yapılmakta, ayrıca otlak, para gibi farklı bedeller karşılığında herhangi bir devletin safında çarpışmaya girilip bir çeşit paralı askerlik yani gulamlık yapılmaktaydı. Bu ittifaklar çıkar gereği sadece bir savaş için bile kurulabilirken, bazen uzun süreli de olabiliyordu.

Bu nedenlerle bozkırda savaş her şeyden önce ekonomik bir vakıaydı. Hayatını at üstünde geçiren ve çok iyi bir savaşçı olan göçebe açısından yaptığı işin karşılığını çeşitli yollarla aldığı bir geçim kapısıydı. Sürekli çarpışma ihtimali ve sürülerle sık sık göç etmenin gerekliliği sonucu aşiret içinde yönetici sınıf (Akbudun) ile yönetilen (Karabudun)'ler arasında askeri komuta zincirini andıran despotik bir işleyiş oluşturmuştu.

Bozkırdaki çarpışmalardan bir aşiret sürekli galip çıkmaya başladığında doğal olarak göçebe devleti kurulmuş oluyordu. Orta Asya da kurulan Hunlar Göktürk'ler gibi göçebe devletleri de aynı şekilde kurulmuş aşiret federasyonlarıydı. Geniş araziye hakim göçebe devletinin kurulması ister istemez yönetim merkezleri ve yazı ihtiyacını ortaya çıkarmaktaydı.

Normalde göçebe ile yerleşik düzenin beraber yaşaması ancak göçebenin az sayıda olması, veya göçebe toplumu içinde yerleşim biriminin yönetim, ticaret gibi ciddi işlevleri olması dışında son derece ciddi sorunlara yol açar. Sadece sürüsüyle ilgilenen bir göçebe bile yoğun bir yerleşim yerinden geçerken sorun oluşturur. Sürü ekili araziyi çiğner, ürünü tahrip eder ve su yollarını kirletir. Üstelik bozkırdaki gibi yağmayı bir geçim kaynağı olarak gören göçebe ile yerleşik düzenin beraber yaşaması bütünüyle imkansızdır. Fakat Orta Asya'da kurulan göçebe devletleri açısından bile ihtiyaç olduğundan çeşitli şehirler kurulmak zorunda kalınmıştır. Bunlar ülkenin yönetilip, ticaretin yürütüldüğü önemli işleve sahip merkezlerdir. Fakat bu yerleşim birimlerinin ihtiyaç sonucu oluşmasına rağmen bile göçebe yerleşik düzene geçen akrabasını tembel olarak görmüş ve aşağılanmıştır.

Göçebe yaşamında yazı temel bir ihtiyaç değildir. Aşiretlerde yönetici Akbudun sınıfının bile okuma yazması yoktur. Çünkü göçebenin ihtiyacı olmadığından alfabesi de yoktur. Kurulan büyük göçebe devletlerinde ise ortaya çıkan ihtiyaç komşu medeni uygarlıklardan alınan alfabelerle giderilmiştir. Örneğin Göktürk devletinde İranlılar aracılığı ile alınan Aram alfabesi kullanılmış ve Orhon nehri kitabeleri bu alfabeyle yazılmıştır.3

Süren savaşlar sonucu oluşan göçebe devletinde galip aşiretin başkanı hakan veya kağan olurken hakimiyet altına alınan aşiretlerin başına galip aşiretin yöneticileri görevlendirilirdi. Seçilen yöneticiler zaten hanedan ailesindedir. Ve ülke hanedan ailesine aittir. Hanedan ailesi Tengri'nin yardımıyla zaferleri kazanmıştır, yani kutsaldır ve bu sebeple halkın itaati kesindir. Bundan dolayı ülke içinde egemenlik mücadelesi sadece hanedan üyeleri arasında olur. Fakat ülkenin hanedan'ın malı sayılıp üleştirilmesi oluşan bu büyük devletlerin parçalanıp tarih sahnesinden çekilmelerine yol açmıştır.

Büyük Selçuklu Devletinin Kurulması

Büyük Selçuklu devletini kuran Selçuklu ailesi Oğuzların Üçok kolunun Kınık boyuna mensuptu. 10. Yüzyılda Oğuzlar Hazar Denizinin doğusunda yaşıyorlar ve güneyde ise İslam dünyasına komşuydular. 10 asrın başında müstakil görünen bu devlet yabgu (çok boylu başkanlık)'luk sistemine göre idare ediliyordu. Devlet akraba boyların bozkır şartlarında varlıklarını sürdürmek için oluşturdukları bir güç birliğiydi, ve merkezi bir yapıya sahip değildi. Güç birliği sonucu siyasi yapı oluştuğu için yabgu han veya hakan değildi. Devlet içinde Selçuk Bey gibi soyluların olduğu bir heyet tarafından yönetiliyordu. Bu nedenle yabguluk verasetle geçmemesi gerekirdi. Fakat yabgu'nun oğlunu yabgu atadığı gibi torununu da yabguluk yolunu açması ve Selçuk beyin buna karşı çıkıp Cend'e göç etmesine yol açmıştır.

Cend kenti müslümanların çoğunlukta olduğu bir yerdi. O dönemde Maveraünnehir ve Horasan'da Samanoğulları devleti hakimdi ve bu devlet doğusunda bulunan ve yüzyılın başında Satuk Buğra Han zamanında İslamiyeti kabul eden güçlü Karahan'lılar devletinin baskısı altındaydı. Tarihlere göre 985 yılında Cend'e göçen Selçukluların 992 yılında İslamiyeti kabul ettiği ve harzem emirlerinden kendilerine İslam dinini öğretecek hoca'lar göndermesini istediği görülmektedir. Aslında Selçuk Beyin daha Cend'e göçerken din değiştirmeye karar verip bunu şöyle ifade ettiği söylenir.

"Biz yaşamak istediğimiz bu ülke halkının dinini kabul etmeliyiz. Eğer, onların törelerine uymazsak kimse bize yüz vermez, biz de tek başımıza kalmaya mahkum oluruz."4

Çıkar gereği kabul edilen İslamiyet elbetteki okuma yazması olmayan göçebe açısından sadece şekli bir kabuldü. Sonuçta Selçuklular otlak karşılığı Samanoğullarının müttefiki olarak onların düşmanlarına (başta Karahanlılar) karşı dövüşüp yağmadan pay alıyor, ayrıca ayrıldığı Oğuzlar devletinin saldırısından da emin oluyordu. Samanoğulları devletinin Karahanlılar ve Gazneliler arasında paylaşılmasından sonra Selçuklular için zaman zaman ölüm kalım mücadelesi yaptıkları bir dönem başladı. Örneğin Selçuk beyin ölümünden sonra yerine geçen Arslan İsrail, Sultan Mahmut tarafından hapsedilmiş ve Selçuklu sürülmüştür. Bu dönemde gene siyasal mücadele yürüten yerel hükümdarlar ve velihatlarla anlaşıp çıkar birliği yaparak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.

1034 yılında Harzem özerk valilik makamına Gazne Sultanı Mesud'un can düşmanı Harun geçer ve hem Selçukluyla anlaşıp, hem de gulam ve göçebelerden 30 bin kişilik bir ordu oluşturur. Gazneliler Horasandaki göçebe saldırıları yüzünden Harezm'e karşı harekete geçemezler, ama Oğuzlar Devletinin yabgusu Selçukluların can düşmanı Şahmelik'le anlaşırlar. Şah Melik kış ortasında yaptığı ani bir baskınla Selçuklu obasını kırdı. Sekiz bin kişi öldürülüp, kadınlar, çocuklar esir alınıp, atları yağmalandı. Daha sonra Harun Gazneliler eliyle zehirlenerek öldürüldü.5

Bu baskın 985'ten beri var olma mücadelesi yapan Selçukluların o ana kadar uğradığı en büyük felaketti. Harun'un ölümüyle de önemli bir müttefiklerini kaybedip çok zor duruma düştüler. Bu gidişatı değiştiren ise bozkırlarda yaşanan büyük göçebe hareketlenmeleri oldu. 11. Yüzyılda önce 1017-18 yıllarında büyük bir göç dalgası Çin'den batıya doğru ilerledi. 1030'dan sonra ilkinden çok daha büyük bir hareketlenme oldu. Önlerindeki göçebeyi sürerek ilerleyen bu göçler sonucu, bir kısım oğuz yerinden oynadı ve Horasan, Kirman, Kuzistan, Azerbeycan gibi yerleşik arazilere girip yağma akınları yaptı. Çapulu durdurmak için Gazneliler yer yer üzerlerine ordu göndermek zorunda kaldı. Fakat gelen büyük göç durdurulamadı.

Şah Melik'in baskınıyla iyice zayıflamalarına, Harun gibi güçlü bir müttefiki kaybetmelerine rağmen, yarım asırdır bölgedeki devletlerarası ilişkilerde oynadıkları rol sonucu kazandıkları tecrübe ve bu sürede saldırganlıklarda göçebeler arasında bile tanınmışlıkları sayesinde, göçebe hareketlenmeleriyle ortaya çıkan bu otorite boşluğu Selçuklu'ya hayal bile edemeyeceği devlet kurma fırsatını sağladı.

Selçuklu, Harun'un ölümünden sonra Amu Derya'yı geçip, Amul kentini yağmaladı. Sonra Hazar Denizinin batısındaki Nesa'ya yerleşip, Harun'un dağılan ordusundan ve Gazne kuvvetlerinin önünden kaçan çoban savaşçılardan devşirerek Amu Derya'yı geçerken 900 atlı olan kuvvetlerini 10000 atlıya çıkardılar. Üzerlerine gelen büyük bir Gazne ordusunu Nesa'da yenip, Horasan'a akmaya başladılar. Olaylar kendiliğinden gelişiyordu. Balhan ve 1030'lı yıllarda bozkırın bozulan sükuneti nedeniyle Amu Derya'dan gelen yeni göçler'le çoban savaşçılar bütün İran'ı yağmalamaya başladılar. Bu arada Selçuklular Subaşının komutasındaki üzerlerine gelen Gazne ordusunu yenip Nişabur'u aldılar ve 1038 yılı Haziran'ında Tuğrul Bey adına hutbe okunup, Selçuklu devleti'nin kurulduğu ilan ettiler. Durumu öğrenen Sultan Mesud, büyük bir orduyla Horasana yürüdü. Dandanakan Savaşına kadar Gazne ordusuyla Selçuklular arasında bir köşe kapmaca başladı. Sultan Mesud kovaladı. Selçuklular kaçtı. Kaçarken Horasan'ı yağmalamaya devam ettiler. Bu arada Sultan Mesud ile yaptıkları iki savaşı kaybetmelerine rağmen gittikçe güçleniyorlardı. Çünkü Horasandaki yağmadan pay almak isteyen alpler, gaziler, ayyar, gulamlar, çoban savaşçılar Amu Derya'dan akın akın geliyorlar, özellikle gelen çoban savaşçıların önemli bir kısmı Selçuklular tarafından devşiriliyordu. Bir yandan da Gazneli tarafından gözden düşmüş Türk asıllı gulamlar peşpeşe kaçıp Selçuklu'ya sığınıyorlardı.

O yıllarda, Horasan'daki Oğuz göçerlerinin, bir yandan yılkı ve davarının ekili tarlalar üzerine yaptığı tahribat, öte yandan, ılgarların ön ayak olduğu yağma ve yıkımlar o boyutlara varmıştı ki, Merv ve Nişabur gibi zengin şehirlerde bile kıtlık, hatta açlık baş göstermişti.6

Nihayet 23 Mayıs 1040'da yapılan Dandanakan savaşı sonunda komutanları arasında çekişme olan ve daha savaşın başında Türk asıllı gulam'larının bir kısmı Selçuklu tarafına geçen Gazne ordusu yenildi. 1038'de Nişabur'da ilan edilen devlet böylece fiilen Horasan'da kurulmuş oldu. Savaş sonrası yapılan görevlendirmelerde ise savaş sırasında güvenilmeyip ön safa sürülen, savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan tecrübeli, gerek askeri ve gerekse devlet yönetimi yönünden yetişmiş Gazneli gulamlar önemli mevkilere getirildiler. Okuma yazma bile bilmeyen göçebe gerçeği, Dandanakan Savaşı sonrası halife ve çevre ülke emirlerine yazılan fetihnamelerin kağıt, kalem, mürekkebin bile yağma edilen Gazneli ağırlıkları içinde bulunulduğu düşünüldüğünde, aslında bu görevlendirme bütünüyle de bir mecburiyetti.

Sultan Tuğrul Dönemi Büyük Selçuklu Devleti

Büyük Selçuklu devleti Dandanakan sonrası karşılaştığı en büyük iç sorun olan, yıkılışına kadar uğraşacağı, hatta 1153'teki büyük Oğuz isyanıyla yıkılışınada neden olan tarihçilerin "Türkmen"7 sorunu olarak adlandırdıkları sorunla yüzyüze geldi. Gerek Selçukluyla ve gerekse otorite boşluğundan yararlanarak İslam coğrafyasına yağma için inen Türkmen'ler yaptıkları yağma akınlarını Bizans'a kadar bütün İslam Coğrafyasına yaydılar.

İran, Azarbeycan, Gürcistan, Ermenistan Diyarbakır ve Halep'e kadar geniş bir arazi Türkmen'lerin yağma akınları altında ezildi. Hemedan, Musul gibi büyük kentler bile bu saldırılardan kurtulamadı. İslam Coğrafyası tam anlamıyla perişan oldu. Sultan Tuğrul durumu kendisine şikayet eden Mervanoğulları8 hükümdarı Nasruddevle b. Mervan'a verdiği cevabi mektupta Türkmenlerin yaptığını kınamış, onları uzaklaştırmak için asker göndereceğini belirmiş ve Büveyoğulları hükümdarı Celalüddevle'ye gönderdiği mektupta ise Türkmen'lerin şiddetle cezalandırılacağını yazmıştır.9

Selçuklu devleti karşılaştığı bu sorun karşısında önlem almazsa varlığını sürdüremeyeceğini anlamış ve yağmacılığı yasaklamıştır. Bu büyük Selçuklu devletin de Türkmenlerin dışlanıp Gazne kökenli gulamların devlet mekanizmasına hakim olmasına yol açan bir sürece yol açmıştır. Selçuklu gulamlara dayanıp Gazne devletinin devamı haline gelirken, Türkmen'le artık karşı karşıya gelmiştir. Bulunan çözüm ise sorun olan unsurun uca sürülmesidir. Bunun için aşağıdaki örneği verebiliriz.

Maveraünnehr'de bulunan oğuzların büyük bir kısmı İbrahim Yınal'ın yanına gelmiş, bunun üzerine Yınal onlara: "Sizin burada kalmanız ve ihtiyaçlarınızı buradan karşılamanızdan dolayı ülkem sıkıntı içine girdi. Bana kalırsa yapacağınız en doğru iş Rumlara karşı gazaya çıkıp Allah yolunda cihad etmenizdir. Böylece ganimette elde edersiniz. Ben de sizin izinizden gelip yapacağınız işlerde size yardımcı olacağım." Demiş, onlarda kabul edip sefere çıkmışlardı.

Oğuzlar, İbrahim Yınal'ın önünden ilerlediler, Yınal da onları takip etti. Malazgirt, Erzenü'r-Rum ve Kalikale'ya geldiler. Trabzon'a ve o bölgedeki bütün şehir ve kasabalara kadar uzandılar. Bu sırada Rumlar ve Abhazlar'dan müteşekkil elli bin kişilik büyük bir orduyla karşılaşıp savaşa tutuştular. Aralarında çok çetin bir savaş cereyan etti. Vuku bulan bir kaç savaşta bazen Rumlar, bazan da Müslüman Oğuzlar galip geldiler, sonunda Müslümanlar kesin bir zafer elde ettiler, çok sayıda patriğide esir aldılar. Abhaz kralı Karit de esirler arasındaydı. Kurtuluş akçası olarak üç yüz bin dinar ile para ile yüz bin dinar tutarında hediye verdi, fakat Yınal kabul etmedi. İstanbul'a on beş günlük yol kalıncaya kadar o bölgedeki bütün şehir ve kasabaları talan ve yağmalamaya devam etti. Müslümanlar da o yöreyi zapt edip yağmaladılar ve buldukları malları ganimet aldılar, yüz binden fazla kişiyi esir ettiler. Sayılamayacak kadar çok hayvan, katır, ganimet ve mal ele geçirdiler. Rivayete göre, ele geçirilen ganimetler on bin arabayla taşındı. Ganimetler arasında on dokuz bin tane zırh vardı.10

Yukarda verdiğimiz 18 Eylül 1049 günü Tuğrul ve Çağrı Bey'in anabir amcaoğlu İbrahim Yınal'ın kazandığı savaş uca sürülen göçebe Oğuzların yaptığı bir yağma akını sırasında olmuştur. Türkmen unsurlarının sorun olarak görülüp uca sürülmek istenmesi bile devlet için sorunu çözmeye yeterli olmamıştır. Türkmen sahip olduğu göçebe mantığına göre son derece haklıydı. Dahası bizzat Sultan Tuğrul, Türkmen'lerin yağma etmesini yasaklamasına rağmen kendisi orduyla gittiği yerlerde yağma yapmaktadır. Bu durum Türkmen'lerde devlete karşı büyük bir öfkeye yolaçmış ve Selçuklu prenslerinin devlete yönelik isyanları bir Türkmen isyanı halini almıştır. Sultan Tuğrul'un iktidarının son yıllarında devlet belirtildiği gibi Türkmen isyanına dönen İbrahim Yınal ve Kutalmış'ın ardarda yaptığı isyanlarla sarsılmıştır.

İlk önce İbrahim Yınal 1058 Ağustos'unda isyana başlamıştır. İbrahim Yınal'ın isyanı incelendiğinde karşımıza oldukça ilginç bir tablo çıkmaktadır. Her şeyden önce Yınal isyan sırasında Fatımi Halifeliğiyle işbirliği yapmıştır. İbrahim Yınal Sultan Tuğrul'un 1055 yılında yıktığı Büveyoğulları devletinin komutanlarından Arslan Besasiri'nin üzerine gönderilmişti. Fakat gelişen olaylar Fatımi halifeliği, Arslan Besasiri ve İbrahim Yınal arasında üçlü bir anlaşma yapıldığını ortaya koymaktadır. Yınal Sultan Tuğrul'un üzerine yürümüş, Arslan Besasiri'de Bağdat'a gelerek Fatımi Halifeliği adına hutbe okutmuştur. İsyanı incelediğimizde Selçuklu ailesinin adeta ikiye bölünerek İran ve Irak'ta defalarca savaştığını görüyoruz. İsyan sırasında Türkmen'lere gidip yardım isteyen İbrahim Yınal onlara, kardeşiyle asla barışmayacağına, Türkmenleri memleketlerinden başka bir yere gitmeye zorlamayacağına ve reylerini almadan kimseyi vezir yapmayacağına dair üç önemli söz verdi. Böylece Türkmenlerin tam desteğini aldı.11 İbrahim Yınal karşısında yenilen Sultan Tuğrul yeğenleri Kavurd, Yakuti ve Alp Arslan'ın yardımıyla sonunda İbrahim Yınal'ı yenip isyanı bastırabildi.

1061 yılı Nisan'ında isyan sırası Arslan İsrail'in oğlu Kutalmış'daydı. Türkmenlerden yardım alıp Sultan'ın üzerine gönderdiği iki orduyu da yendi. Sultan'ın ölümüne kadar isyan bastırılamadı. Sultan'ın ölümüyle başkent Rey üzerine yürüyüp bir orduyu bozdu. Yeni Sultan Alp Arslan'la yaptığı savaşı kaybedip kaçarken öldü. (Aralık 1063)

İki isyan arasındaki farklara baktığımızda Kutalmış'ın isyanının mesnedi dedesi Selçuk beyden sonra Selçuklu ailesinin başına geçen babası Arslan İsrail'in yerine Büyük Selçuklu tahtının kendisinin hakkı olduğunu iddiasına dayanıyordu. Desteğini istediği Türkmenler açısından hareketi meşru ve öfkelendikleri devlet iradesine karşı olduğundan çıkarlarıyla örtüşüyordu. Bu nedenle Kutalmış kendi başına hareket ediyordu.

Tuğrul ve Çağrı Bey'in anabir amcaoğlu olan ve göçebe geleneğine bakıldığında meşruiyet açısından Kutalmış'ın seviyesinde olmayan İbrahim Yınal'ın isyanının meşruiyeti Fatımi'lere dayanıyordu. Yınal'ın askeri unsur olarak Türkmen'lere dayanmasına rağmen, Fatımilere ihtiyaç duyması anlamlıdır. İbrahim Yınal kazanıp Selçuklu devletini ele geçirseydi, zafer Şiiliğin olacaktı. Yani sünni İran şiileşecekti. İbrahim Yınal'ın başaramadığını yaklaşık 4,5 asır sonra Şah İsmail aynı Türkmen'lerin Anadolu'ya sürülen torunlarına dayanarak başarmış, yani İranı şiileştirmistir. Bu tablo ise batini alevi bir görüş'ün propagandasını yapan Fatımi dai'lerinin, sünni devlet'e düşman olan Türkmen'ler üzerinde son derece başarılı olduğunun en büyük kanıtıdır.

Her iki isyanın ortak noktası ise farklı nedenlerle isyanın Türkmen isyanına dönmesidir. Dahası Türkmen'ler başta bulunan Selçuklu hanedanına karşı yapılan her isyanın asli unsurunu oluşturmaktaydılar. İbrahim Yınal'ın ve daha sonra Kutalmış'ın yıllarca süren isyanları sırasında daha önce yaptıkları saldırganlıkları tekrarlayıp, gene şehirleri yağmaladılar ve esir aldıkları kadınları bile katledecek12 kadar ileri gittiler. Devlete yönelik isyanları bastıran kuvvetleri incelendiğimiz zaman ise bunların çoğunluğunun ya memluk menşeli ya da Kürt ve Arap kökenli askerler olduğu görülür. Orduda bulunan Türkmen kökenli askerin isyancılarla savaş sırasında ya iyi dövüşmeyip, zaman zaman isyancılar lehine hareket ettikleri bile görülmüştür.13

Sultan Alparslan dönemi ve Malazgirt Savaşı

Yani büyük Selçuklu devleti sultan Alp Arslan iktidara geldiği zaman Türkmen'ler devlet açısından en önemli sorun haline gelmişlerdi. Devletin varlığını sürdürebilmesi açısından kuruluşu gereği ortadan kaldıramayacağı bu sorunu ne yapıp edip en azından hafifletmesi gerekiyordu. Bu nedenle bu dönemde Selçuklu devletinin doğuda savunma politikası takip ediyordu. Bunun daha 1064 yılında oğlu Melikşah'ı Karahan Hakan'ının kızıyla, diğer oğlu Arslanşah'ıda Gazne Sultanının kızıyla evlendirerek devletin doğusunda güvenliği sağlamıştır.14 Böylece batıdaki rakipleri Bizans ve Fatımi'lere karşı saldırgan bir politikayı uygulayabilmiştir.

Fatımi'ler Selçuklular geldiğinde gerek askeri saldırıları ve gerekse dai'lerinin yürüttüğü propaganda faaliyeti açısından doğuya karşı bir yayılma politikasını uyguluyorlardı. Selçuklular geldiğinde de bu politikalarına devam etmeye çalışmışlardır. Devlet'le karşı karşıya gelen Türkmen'ler üzerinde etkili bir propaganda faaliyeti yürütmüş ve bunun sonucu İbrahim Yınal'ın isyanı sırasında açıkça Selçukluların içişlerine karışıp İran'ı şiileştirmeye çalışmışlardı.

Abbasilerin dağılmasıyla avasım uç teşkilatınını çökertip ilerleyen Bizans kuvvetleri doğuya doğru ilerlemeye başlamıştı. 1030 yılında ise Mervanoğullarının elindeki Urfa'yıda alarak bu ilerlemelerini sürdürmekteydiler.15 Bizans imparatorluğunda İslam Coğrafyasındaki otorite boşluğu olmadığından Türkmen'lerin Dandanakan sonrası yaptığı yağma akınları Bizans sınırında durmuştu.

Anadolu'ya akınlar Sultan Tuğrul zamanında başlamıştı. 1048 yılında Selçuklu prenslerinden Hasan yaptığı akın sırasında bozguna uğramış ve ölmüştü. Daha sonra İbrahim Yınal'ın bir Bizans ordusunu yendiği yağma seferi düzenlenmişti. Böylece Bizans'a karşı Selçuklular ilk zaferlerini kazanmışlardı. 1054 yılında ise Sultan Tuğrul Anadolu'ya yürüyüp, Erzurum'a kadar gelmiş, Malazgirt'i kuşatmış, kenti alamadan kış bastırdığından yaptığı yağmaları yeterli görüp geri dönmüştür.16 Daha sonra yapılan akınlar sırasında Bizanslılar zaman zaman başarılı olmuş, fakat 1057-1058 yıllarında Bizans'ta yaşanan iç savaşı fırsat bilen Türkmenler Doğu Anadolu'yu yağmalamışlardır. Alp Arslan öncesi akınlarda 1049 İbrahim Yınal'ın, 1054 Sultan Tuğrul'un ve Bizans'taki iç savaşın oluşturduğu otorite boşluğu sayesinde yapılan yağma seferlerinde Sivas ve Malatya'nın doğusundaki arazi yağmalanmıştır. Fakat Anadolu'nun doğusundaki önemli kaleler alınamamış, yani Bizans savunma hattı çökertilemediğinden iç tarafta alınan yerler elde tutulamadı. Seferler sadece yağma akınları olarak kaldı.

Sultan Alp Arslan zamanında ise planlı ve sürekli bir saldırı planı uygulanmıştır. Kutalmış'ın isyanı bastırıldıktan iki ay sonra Rey'den harekete geçen Sultan yanına kalabalık Türkmen aşiretlerini alıp Anadolu seferine çıkmıştır. Sefer sırasında Gürcistan İtaat altına alınmış ve çok sayıda kale fethedilmiştir. Bu kaleler arasında sefere adını veren ve Anadolu'nun doğudaki kilidi sayılan Ani kaleside vardır. Böylece Kuzey Doğu Anadolu'daki Bizans uç savunması çökmüştür. Bundan sonra Ahlat'ı kendisine hareket üssü olarak kullanan Türkmen'ler ve Selçuklu kuvvetleri büyük bir hareket serbestisi kazanmıştır. Doğuda Ahlat'ı hareket üssü olarak kullanan akıncılar, güneyde ise Selçuklu tabiyetine giren Mervanoğulları arazisini aynı amaç doğrultusunda kullanmışlardır. Bizans uç savunmasının çökmesi büyük Türkmen kitlelerinin yağma akınları için uygun ortamı hazırlamıştır. Savunmanın çöküp, saldıran kuvvetlerin artması sonucu bütün Anadolu Marmara kıyılarına kadar yağma edilmiştir.

Bizans'ın bu akınları durdurmak için yaptığı hareketler ise akın eden kuvvetlerin kalabalık olması ve birkaç koldan aynı anda sürekli saldırılması karşısında başarısız olmuştur. Anadolu'nun yağmalanması ve Bizans'ın bu akınları durdurmak için yaptığı askeri hareketler İmparatorluğu ekonomik açıdan çökertmiştir. Sonunda Bizans bu işe bir son vermek için 1071 ilkbaharında elinde kalan bütün kaynaklarını kullanarak Rum, Rus, Hazer, Alan, Uz, Peçenek, Kıpçak, Gürcü, Ermeni, Frank'lardan oluşan ve ekserisini Türklerin teşkil ettiği büyük bir ordu hazırladı.17 Başında bizzat imparator Romanos Diogenes'in sefere çıktığı Bizans ordusu Selçuklu Kuvvetlerinin doğudaki hareket üssü Ahlat üzerine yürüdü.

Bu sırada Selçuklu Sultanı Alp Arslan Fatımi'ler üzerine sefere çıkmış ve Azerbeycan'dan Halep üzerine yürüyüp yolunun üzerindeki Malazgirt kalesinide zaptetmişti. Halep'i aldıktan sonra Şam üzerine yürürken Bizans İmparatoru'nun büyük bir orduyla Ahlat üzerine yürüdüğü haberini aldı. Uzun süredir seferde olan yorgun askeri gönderip, yanında 4000 gulam'ıyla Musul'a yürüdü. Bu arada Mervanoğulları arazisinden geçerken gönüllü ve iyi donanımlı 10 bin Kürt atlısı orduya katıldı. Alp Arslan'ın ordusu Malazgirt'e ulaşana kadar gelen gulamlar ve katılan Türkmen'lerle kaynaklara göre mevcudu en az 40 bin, en çok ise 56 bin'e çıkmıştı.

İmparator Diogenes Alp Aslan'ın Halep'e giderken aldığı Malazgirt kalesini geri aldı. Bu sırada Bizans ordusu Selçuklu süvarileriyle karşılaşıp savaş durumu aldığında, erzak temini ve öncü olarak çeşitli istikametlere gönderilen küvetler yüzünden sayısı 100 bin kişiden ibaretti.18 26 Ağustos 1071 Cuma günü namazdan sonra Selçuk ordusunun saldırısıyla başlayıp, hileli bir çekilmeyle Bizans ordusunun pusuya düşürülmesiyle devam eden savaş, Uz ve Peçeneklerin Selçuklular safına geçip Bizans ordusunun büyük bir kısmının öldürülerek yenilmesiyle bitmiştir.

Elinde kalan son kaynaklarla bu orduyu hazırlayan Bizans İmparatorluğu açısından Malazgirt bozgunu tam bir çöküş olmuştur. Malazgirt'te ordusunu kaybeden İmparatorluk ekonomisi iyice çöktüğünden, kısa zamanda bu güç kaybını telafi edebilecek imkana sahip değildi. Yani artık Selçuklu İmparatorluğunun sürdüğü Türkmen aşiretlerine karşı Anadolu'yu savunabilecek gücü kalmamıştı. Türkmen'ler Anadolu'ya artık geri dönmemek üzere akıp, Büyük Selçuklu İmparatorluğuna bağlı uç beyliklerini kurdular. Türkmenlerin önemli bir kısmının Anadolu da iskanıyla İslam Coğrafyası ciddi ölçüde rahatlarken, Büyük Selçuklu İmparatorluğu başındaki bu önemli sorunu belli ölçüde hafifletmiş oldu.

(Devam edecek)

Dipnotlar:

1- İbnül Esir, İslam Tarihi. Bahar Yay, İstanbul, 1987, 9. cilt s. 355,356 ve s. 399

2- A.g.e. 8. Cilt s. 518, 519

3- BROCKELMANN Cari, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, TTK Yayınları, Çev: Neşet Çağatay, Ankara, 1992, s. 135

4- Sencer DİVİTÇİOĞLU, Oğuz'dan Selçuklu'ya Eren Yayıncılık ve Kitapçılık Ltd. Şti., 1994, s. 63

5- Age., s. 72-73

6- A.g e., s. 81

7- Türkmen adını Araplar müslümanlığı kabul eden Türklerle diğerlerini ayırmak için kullanmışlardır. İlk dönemlerde müslüman olan bütün Türk'ler için kullanılmıştır. Bu açıdan müslümanlığı kabul eden Oğuzlar da tarihçiler tarafından Türkmen olarak adlandırılmışlardır. Biz yazımızın başından beri göçebe Oğuzlar bilinçli olarak Türkmen adını kullanmadık. Her şeyden önce göçebelik sürdüğü sürece din kabulü şekli bir kabulden öteye geçmemekte, göçebe yaşamının kuralları bütünüyle (yağma akınları gibi) devam etmektedir. Dahası İran'a inen ve reisleri Gaznelilerce öldürülen Nesa savaşında Selçuk ordusunun önemli bir kısmını oluşturan Balhan dağlarında yaşayan Oğuzlar "Müslümanlardan öç almak üzere" (Oğuz'dan Selçuklu'ya Sencer Divitçioğlu s. 76) saldırmışlar ve çeşitli zamanlarda yaptıkları saldırılarda müslüman olmayan Horasandaki dağlılarlada güç birliği yapmışlardı, (İslam Tarihi, İbnü'l Esir s. 354) Yani Selçukluyla hareket eden ve İran'ı yağmalayan Oğuz boylarının çoğu şeklen bile müslüman değildi. Günümüzde ise Türkmen adı süreç içinde şeklen müslüman olan bu Oğuzlar için kullanılmaktadır. Yazının bundan sonraki bölümünde gerçek anlamı düşünüldüğünde hiç de haketmedikleri halde Türkmen adı bu göçebe Oğuzlar yani çoban savaşçılar için kullanılmıştır.

8- Merkezi Diyarbekir'de bulunan yerel bir Kürt devleti.

9- Age., İbnü'l Esir 9. Cilt s. 301

10- Age., 9 Cilt s. 415

11- Prof Dr Mehmet Altay KÖYMEN, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ayyıldız Matbası, 1963, s. 61

12- Age. , S. 64

13- Age. İbnü'l Esir 10. Cilt. S. 82

14- Age. ,10. Cilt S. 52

15- Age. , 9. Cilt S. 318

16- Age. , 9. Cilt S. 454

17- Age., KÖYMEN , s. 271

18- Age., s. 266