Allah’ın Adını Yüceltmek İçin Kıyam Edenler Her Halükarda Kazanmışlardır!

Haksöz

Suriye’de Mart 2011’de başlayan ayaklanma 3. yılına giriyor. Suriye halkı tam 24 aydır Esed rejimine karşı kıyamda. Tunus’la başlayıp tüm Ortadoğu’ya yayılan sarsıntının en az hissedileceği yerlerden biri olarak tahmin edilen Suriye’de yaşananlar halkın rejime karşı biriken öfkesinin ne kadar derin ve büyük olduğunu ortaya koymakta.

İki yıllık süreçte ödenen korkunç bedellere, devasa zorluklara ve vahşi yıkıma rağmen direnişin artarak devam etmesi Baas rejiminin geleceğinin olamayacağını net biçimde ortaya koymakta. Buna rağmen muğlak sorularla, ölçüsüz değerlendirmeler ve kurgusal senaryolarla Suriye muhalefetini yaşananlardan ötürü sorumlu tutan ve zalim dururken faturayı mazlumlara kesmeyi sürdüren çarpık yaklaşımların varlığı hâlâ sürmekte. Burada Suriye muhalefetine yöneltilen eleştiri ve ithamlardan kalkarak 3. yılına giren Suriye devriminin genel bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız.

İsyanın kısa sürede rejimi devirememiş olması Suriyeli muhaliflere yöneltilen en yaygın eleştirilerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Mealen “Hani birkaç hafta ya da ayda rejim devrilecekti, ne oldu, işte Esed ayakta ve başlattığınız ayaklanma neticesinde ülke harap oldu!” deniliyor. Doğrusu kimin, kime, ne zaman ve nerede çok kısa bir süre zarfında rejimin devrileceğini taahhüt ettiğini bilmemiz mümkün değil ama bu eleştirinin yüzeyselliğini tespit etmek çok kolay.

Tanklara, Uçaklara, Füzelere Karşı İki Yıldır Sürdürülen Direnişle Onur Duymalıyız!

Her türlü muhalif çabanın 40 yıl boyunca ezildiği, imha edildiği, korkunç bir baskı mekanizmasıyla halkın sindirildiği bir ülkede adil bir yaklaşım tarzının, rejimin devrilip devrilmemiş olmasından ziyade halkın kitlesel muhalefetini sürdürme kararlılığına odaklanması beklenirdi. Öyle ki, karşılaştığı korkunç zulümler karşısında Suriye halkı rejim karşısında yenilgiyi kabul edip, geri çekilmiş olsaydı dahi bu tutumundan ötürü eleştirilemezdi, kınanamazdı. Çünkü bu kadar yoğun saldırılar karşısında mücadeleyi sürdürmenin kolay olmadığı bellidir.

Ama ne gariptir ki, birileri tam iki yıldır doruğa çıkmış Baas vahşeti karşısında izzetle, sabırla karşı koyan Suriyeli Müslümanları ortaya koydukları destansı direnişlerinden ötürü tebrik ve takdir etmek yerine çok ucuz ve çirkin bir söylemle mahkûm etme kurnazlığına yönelebiliyor. “Madem yenemeyecektiniz, neden ayaklandınız?” türünden basit söylemlerle tahfif etmeye yeltenebiliyor. Bu mantığa göre, Hz. Hüseyin’i ve Kerbela direnişini nesilden nesile aktarılması gereken izzetin bir sembolü olarak değil, vahim bir hata olarak algılamak gerekmez mi?

Eğer olaya insanlık, hak ve adalet perspektifinden bakılacak olursa baskı ve zulme karşı özgürlüğünü savunanların her halükarda desteklenmesi, zalim ile mazlum arasında tarafsızlık gibi bir yanlışa düşülmemesi gerekir.

İslami bir perspektiften yaklaşıldığında ise yine öne çıkartmamız gereken şey dünyevi anlamda kazanç ya da kayıp değil, Rabbimizin rızası olmalıdır. Rabbimizin rızası ise şüphesiz Müslümanları tağuti saltanat rejimlerine boyun eğmeye, teslim olmaya değil, izzete talip olmaya yöneltir. Bu anlamıyla zulme karşı Allah için gerçekleştirilen kıyamın kendisi başlı başına bir başarıdır, kazançtır. Zulme karşı mücadele eden kardeşleri hakkında “Otursalardı ölmez ve öldürülmezlerdi!” diye düşünmenin Müslümanca değil, münafıkça bir tutum olduğu ve Müslümanlar için asla yakışık almayacağı açıktır. Bu durumda Suriye halkını zalim Baas diktasına karşı kıyam ettiği için eleştirmek, suçlamak Müslüman tavrı olamaz.  

Burada iki hususa dikkat çekmek lüzumludur:

1- Onca imkansızlığa ve güç dengesindeki orantısızlığa karşı iki yıldır direnişin sürdürülebilmiş olması, her gün yeni mevziler elde ederek ilerleyişini devam ettirebilmiş olması başlı başına büyük bir kazanım, Rabbimizin lütfu olarak görülmelidir. Dolayısıyla rejim düşürülebildi mi, düşürülemedi mi sorusuna değil, direnişin sürdürülebilip sürdürülemediğine odaklanmak daha anlamlı ve hayırlı bir yaklaşım olacaktır.

2- Eğer bir beldede Müslümanlar ayağa kalkmış ve ısrarlı bir biçimde direnişlerini sürdürüyorlarsa başka Müslümanların bu kardeşleri için “zamanı mıydı”, “yeterli hazırlıkları var mıydı”, “oyuna gelmiş olmasınlar” türünden kuruntularla zihinlerini ve çenelerini meşgul etmeleri ve yapabilecekleri hayırdan uzak durmaları asla anlaşılabilir, haklı görülebilir bir tutum değildir. Yapılması gereken şey elden geldiğince bu Müslümanlara karşı kardeşlik hukukunun gereğini yerine getirmek olmalıdır.

İftirayı Sistematik Bir Silaha Dönüştürenler Hiç Utanıp Vazgeçmeyecekler mi?

Suriye direnişi iki yıl önce ilk ortaya çıktığında farklı çevrelerce bir dizi spekülasyon üretildi. Baas faşizmine karşı Suriye halkının ayaklanmasının ardında ısrarla birtakım uluslararası güçler, odaklar arandı. Batılı emperyalist merkezlerin ve NATO’nun plan ve talimatları doğrultusunda halkın sokaklara sürüklendiği ve gelişmelerin belli bir kıvama erişmesinin ardından dış müdahaleye başvurulacağı iddia edildi. Bu yaklaşım o gün için de saçmaydı; bilgiye değil, tahmin ve dedikodulara dayanıyor ve somut verilerle desteklenmiyordu. Ama yine de ilk zamanki belirsizlik durumundan ötürü bu tezlerin birkaç hafta, hatta belki birkaç ay kafa bulandırması anlaşılabilirdi.

Ne var ki, aradan iki yıl geçmesine rağmen bu aşağılık tezlerin hâlâ tedavülden tam olarak kaldırılmadığını ibretle izliyoruz. Batılı güçler adına yapılan sayısız açıklama ve izlenen politikalar açıkça Suriye halkının yaşadıklarının emperyalistlerin umurunda olmadığı gerçeğini ortaya çıkarmasına rağmen yalanlardan medet umanlar hâlâ Suriyeli Müslümanları Batı’ya, NATO’ya hizmet etmekle suçlama çirkinliğini terk etmiş değiller. Gerek Batılılar gerekse de Siyonistler Suriye’de rejimin çökmesi durumunda iktidarın İslamcı güçlerce ele geçirilmesinin kendileri için bir felaket olacağını ikrar etmelerine rağmen birileri ezber tekrar etmeyi sürdürüyor.

Burada samimiyet yok, gerçeği arama çabası yok. Sadece doğrusuyla yanlışıyla biat edilmiş bir politik hattın hukukunu, menfaatini, gücünü koruma bağnazlığı ve takıntıya dönüşmüş bir tarzda “her şeyi belirleyen büyük güçler ve biz zavallı, edilgen yığınlar” ikilemi var. Bu ikilem sadece düşmanı alabildiğine abartmakla kalmıyor, insanın kendisini de çevresini de çok yetersiz, değersiz algılamasına yol açıyor. Öyle ki, bu illetli düşünceye müptela olanlar asla Müslümanlara güvenemiyor, onların kendi iradeleriyle ve güçleriyle bir şeyler başarabileceklerini kabul edemiyorlar.

Suriye ayaklanmasına olumsuz bir zaviyeden bakan kimi çevreler ilk günlerde özellikle dışarıdaki bazı temsilcilerin kimi söz ve ilişkilerini baz alarak muhalefet hareketinin İslamiliği hususunda müphem bir hava oluşturmaya çalıştılar. Sanki Beşşar rejimi çok muttaki ve muhlis bir kadroya dayanıyormuş gibi, muhalifler laik-liberal vb. kimliklere sahip olmakla, İslami bir nizam talebinden uzak olmakla eleştirildiler. Oysa aynı süreçte sokaklarda kitleler İslami hassasiyetlerini öne çıkartıyor, Rablerinden başkasına boyun eğmeyeceklerini haykırıyorlardı.

Direnişin İslami Kimliğinin Netleşmesi, Münafıkça Yaklaşımların Açığa Çıkmasını Getirmiştir!

İlerleyen süreçte mücadelenin unsurları da kimliği de daha bir netleşti ve devrimin silahlı mücadeleye evrilmesiyle birlikte Suriye halkının özgürlük mücadelesi tam tekmil bir cihad hareketine dönüştü. Örgütsel yapıda ve cephe bazında arzu edilen bütünlük henüz sağlanamamış olmasına rağmen, savaşan grup ve yapıların İslami kimlik çerçevesinde homojen bir görüntü arz ettikleri her geçen gün daha fazla belirginlik kazandı.

Öyle ki, bugün bakıldığında Baas rejimine karşı mücadele eden güçler içinde İslami aidiyet ve bağlılık haricinde bir aidiyet ve bağlılık taşıyan tek bir yapı bile görmek mümkün değildir. Ama buna rağmen başından itibaren Suriye devrimine İslami ölçüler yerine gayrı sahih politik hesaplar çerçevesinde yaklaşanların mesafeli durma ya da karalama tutumları devam etmektedir. Bu da aslında başından itibaren konuya yanlı ve yanlış bakıldığını, amacın İslami ilkeler çerçevesinde zulme ve tuğyana karşı mücadeleyi yükseltmek olmayıp, bağlı olunan siyasi hat doğrultusunda açık aramak, mahkûm etmek için gerekçe üretmek olduğunu ortaya koymaktadır.

Suriye’de rejime karşı direniş süreci uzadıkça mücadelenin kimliği de netleşmiş, billurlaşmıştır. Sürecin başında belki farklı saiklerle mücadeleye yaklaşan kesimler İslami kimlik ve söylemin öne çıkmasına bağlı olarak pozisyonlarını netleştirme yoluna gitmişlerdir. Bu sadece Suriyeliler açısından değil, uluslararası boyutta da karşılaşılan bir manzaradır. Halk ayaklanması ilk patladığında Esed rejiminin cinayetlerine karşı çok sert mesajlar veren, etkili yaptırımlara girişecekleri düşünülen çevreler, Suriye devriminin İslami niteliğinin belirginleşmesine bağlı olarak tutumlarını yumuşatmış ve üstelik Baas canavarlığının giderek daha da yoğunlaşmasına rağmen, bilahare “İki taraftan da beriyiz!” yaklaşımına yönelmişlerdir. Hatta İslami yapıların direniş içindeki ağırlık ve belirleyiciliklerinin açıklık kazanmasına bağlı olarak “aşırılık tehlikesi”, “terörizm tehdidi” vb. şablonları öne çıkartmışlardır.

Tam iki yıldır Suriye’de yokluk ve acı içinde kıvranan mazlum kitleler dünyanın, feryatlarını duymasını bekliyorlar. Bir yandan üzerlerine yağan bombalara karşı sığınabilecekleri bir mekân ararken, bir taraftan da açlıkla, soğukla boğuşuyorlar. Dünyanın egemenleri ise gelecekte kendilerine dönme ihtimalinden ötürü Suriyelilerin eline ağır silahların geçmesini nasıl engelleyeceklerinin derdinde.  

Uluslararası toplum diye tesmiye olunan yapının ikiyüzlülüğünün, Müslümanlar karşısında takındığı düşmanca tutumun bir kez daha ortaya çıkması aslında hayırlı olmuştur. Müslümanların kendi göbeklerini kendilerinin kesebilmesi, sömürgecilere muhtaç ve mahkûm olmamaları büyük bir başarı olmuştur.

Esed rejiminin katliamlarına karşı Suriyeli mazlum halkı korumak adına ileri sürülen talepler hatırlanacaktır. Ne güvenli bölge, ne uçuşa yasak hava sahası, ne ağır silah taleplerinin hiçbiri karşılanmamış ve sonuçta ödedikleri bedeller çok ağır da olsa Allahu Teâlâ müminleri kâfirler karşısında ezik düşürmemiş, muhtaç ve mahkûm kılmamıştır. Mücahitler kendi işlerini kendileri görmüşlerdir. Savaşmak için gereken ağır silahların çoğu rejimin ordusundan, silah depolarından temin edilmiştir. Hiç kuşkusuz Rabbimizin “Yolumuzda cihad edenlere yollarımızı açarız!” vaadinin müşahhaslaşmasıdır yaşanan durum.

Halkını Rehin Almış Baas Rejimi Çürümüşlüğün Zirvesinde!

Baas rejiminin bu savaşı kazanması Allah’ın izniyle asla mümkün değil. Sadece ömrünü uzatmaya çalışmakta. Ve bunu da bildiği usulle yapıyor, daha fazla zulüm, daha fazla yıkım ve katliam uyguluyor. Türkiye sınırındaki Azez’i, Atma’yı, Babu’l Heva kapısının bitişiğinde mülteci kampını bombalamasının askerî bir karşılığı yok. Halep’i kontrol edemeyen rejimin Azez’e yaklaşması söz konusu bile değil. Uçaklarla gelip buralara füze fırlatarak bu bölgeleri tekrar kontrol altına almak imkânsız. Belli ki, amaç sadece cezalandırmak, bu bölgeleri rejim ordusundan kurtaran halka bedel ödetmek.

Rejimin gücünü resmetmesi açısından 48 İranlı esire karşılık 2.130 Suriyelinin serbest bırakılması olayının çok çarpıcı bir hadise olduğunu görmek lazım. Ağustos 2012’de Suriyeli mücahitlerce esir alınan 48 İranlı tam 5 ay boyunca Şam’ın Duma semtinde tutuldular ve anlaşma sonrasında da oradan serbest bırakıldılar. İHH’nın arabuluculuğuyla gerçekleşen bu esir takası olayı doğrusu pek çok açıdan tartışılmayı hak etmekte. Öncelikle başkentin dış mahallelerinde dahi hiçbir otoritesi kalmamış bir rejim gerçeği var. Hâlâ ayakta durabiliyor olması kendi gücünden değil, mücahitlerin başta tank, helikopter ve uçaklara karşı kullanabilecekleri ağır silahlardan mahrum olmalarından kaynaklanıyor. Mücahitlerin esir tuttuğu kişiler birkaç kişi değil, tam 48 kişi. Böylesine kalabalık bir esir grubunu Şam yakınlarında 5 ayı aşkın bir süre tutabilmek ve bu süre zarfında rejimin operasyonlarını boşa çıkartmak mücahitler adına büyük bir başarı sayılmalı iken, rejim açısından ise tam bir hezimet görüntüsü sunmakta.

Siyasi açıdan olayın verdiği mesaj ise çok daha ağır bir hezimet tablosu sunuyor. Şöyle ki: Bu rejim kendi vatandaşlarını yabancı birtakım kişilerle takas edebiliyor. İçlerinde kadınların ve yaşlıların da bulunduğu 2.130 Suriyeli ancak İranlı esirlerin serbest bırakılması şartıyla özgürlüklerine kavuşabiliyorlar. Bu görüntü açıkça Baas rejiminin Suriye halkını rehin almış işbirlikçi bir çete olduğunun delilidir. Ne enteresandır ki, Suriyeli direnişçiler ancak İranlı esirler karşılığında kendi vatandaşlarının serbest bırakılmasını sağlayabiliyorlar.

Aslında sadece bu manzaradan kalkarak bile İran’ın Suriye olayında takındığı tutuma, daha doğrusu İran’ın Suriye’de düştüğü pozisyona dair çok şey söylenebilir. Ne var ki, sadece çok acı bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyip geçelim. İran’ın ve ona bağlı olarak Lübnan Hizbullah örgütünün ve aynı eksende hareket eden Şii camianın Suriye konusunda sergiledikleri tavırlarla ümmet kimliğinde onulmaz bir yara açtıkları, İslam adına, Müslümanlar adına bugüne kadar ortaya konulan tüm güzellikleri adeta berhava ettikleri çok açıktır. Hangi hesapla olursa olsun Esed rejiminin zulmüne ortak olmakla İran ve Hizbullah bugüne dek Müslüman halklar arasında biriktirdikleri saygınlığı, sempatiyi toptan imha etmişler, ümmetin kalbinde derin bir yara açmışlardır.

Direniş Kazanımdır, Direniş Kazanmıştır!  

İki yıllık bilançonun Suriye halkı açısından ağır, çok ağır bir maliyet olduğu açıktır. Hiç kuşkusuz savaşın bedeli büyük olmuştur. Maalesef inanlık vicdanında giderek istatistiki rakamlara dönüşen ölü, yaralı sayıları, yaşanan büyük yıkımlar, milyonlarca insanın muhacir olması elbette ödenmesi çok zor, müthiş bir bedeldir. Bununla birlikte tüm bu ağır bedeller karşılığında Suriye halkı özgürlüğünü, onurunu elde etmiştir. Yaklaşık yarım asırlık bir köleleştirme siyasetine ve onun ürettiği türlü bağımlılıklara, engellere karşı kıyam ederek adaletin tesisine girişmiştir. Adaletin tesisi kolay bir iş değildir. Sahip olunan pek çok şeyden vazgeçmeyi gerektirebilir. Ve bu da ancak “Ölüme evet, zillete hayır!” diyebilen bir anlayışla gerçekleştirilebilir.

Suriyeli kardeşlerimizin iki yıldır maruz kaldıkları korkunç zulümlere, insanlık suçlarına karşı bu kararlılıklarını sürdürmeleri, Allah’tan başkasına boyun eğmeyeceklerini haykırmaları sadece Suriye halkının tarihi açısından değil, ümmetin geleceği açısından da büyük bir onur, paha biçilmez bir kazanım olmuştur. Şüphesiz en kısa zaman içinde Baas diktasının tümüyle çöküp, tarihin çöplüğüne atılması ve mazlum Suriye halkının yaşadığı acıların bir an önce son bulması dileğimizdir. Allahu Teâlâ’ya Müslümanların tevhid bayrağını Şam’da Esed firavununun sarayına çekecekleri günü yakın kılması ve kıyamı zaferle taçlandırması için yalvarıyoruz. Bununla beraber bir kere daha nihai sonuçtan öte Allah için kıyama kalkışmakla birlikte Suriye halkının mücadeleyi kazanmış olduğunun da altını çiziyoruz. Biz Müslümanlar herhangi bir mücadeleyi öncelikle dünyevi sonuçlarına bağlı olarak değil, Rabbimizin adına başlatılıp başlatılmadığı ve O’nun rızası istikametinde sürdürülüp sürdürülmediğine bağlı olarak başarılı ya da başarısız olarak değerlendiririz. Ve bu kriterle baktığımızda Suriye direnişi ümmetin onur duymasını gerektiren büyük bir başarı tablosu sunmuştur.

Rabbimizden 3. yılında kardeşlerimizin mücadelesini nihai zafere eriştirmesini, ayaklarını sabit kılmasını; bizleri de zulme ve zorbalığa karşı İslami kardeşlik ve dayanışma ruhuyla bu haklı ve onurlu mücadeleye karşı sorumluluğunu ifa eden müminlerden kılmasını niyaz ediyoruz.