Akıl - Vahiy İlişkisi

Hamza Türkmen

"Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez." (Enfal, 8/53)

"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. " (İsra, 17/30)

İnsanlık tarihi, düşünsel ihtilaflar ve sosyal çatışmalarla var olagelmiştir, insanlar, kendilerine bahşedilen nimetler karşısında ya şükredici olmuşlardır, ya da nankör (76/3). Vahye kulak vermeyen ve gereğince aklını kullanmayanların kötü akibeti (67/10), daha hayat sahnesinde iken kendini hissettirmeye başlar. Ve yaratıcımızın bahşettiği nimetlere gösterilen nankörlük, sosyal ve düşünsel sahadaki düşkünlüğün ve bunalımın başlıca nedenini oluşturur (8/53).

Dikkatlerimizi Rabbimizin bahşettiği nimetlere yönelttiğimizde, şu üç imkanla karşı karşıya bulunuruz: Birincisi; insan için kullanıma açık ve zenginliklerle donatılmış, yaratılmış olan evren, ikincisi; programlanmış olanın dışında seçme, karar verme, üretme gibi kabiliyetleri ifade eden ve insanın en önemli ayrıcalığını oluşturan akıl. Üçüncüsü ise; bu iki nimetin uyumlu ve yaratılış amaçlarına uygun şekilde kullanımı için, yaratıcımız olan Rabbimizin yaratılmış olan biz insanlara elçi aracılığıyla gönderdiği vahiy. Birçok Kur'an ayeti de, dikkatleri mükerreren evren, akıl ve vahiy nimetlerinin önemi ve değeri üzerine yönlendirmektedir, önemli olan bu nimetlerin kıymetini bilmek ve gereği gibi değerlendire­bilmektir.

Kur'an, ihtiyarımıza bırakılan alanda, yaratılış amacımıza uygun olan yolu göstermek ve hayatın uyumunu sağlamak gayesiyle, son rasul Hz. Muhammed'e vahyedilmiş ilahi bir bildirimdir. Vahyin amacı; insanla kendi nefsi, insanla yaratıcısı ve insanla evren arasında kurulacak doğru ilişkiyi göstermektir. Bu ilişkinin hakikatini, yaratılmış olan evrenle sınırlı olan insan aklı, yeterince aydınlatamaz. Bu ilişkinin hakikatini ancak gaybın mutlak bilgisine sahip olan (6/59) yaratıcımızın haberi aydınlığa kavuşturabilir. Hele idrak alanı dışında bulunan yaratıcının ve gaybi olanın mahiyeti hakkında, insan aklının veya sezgi gücünün hakikati kavrama imkanına ulaşması asla mümkün değildir (27/65). Var olan şeyin (vakıa) zatı veya mahiyeti hakkında bilgi sahibi olmanın ilk adımı, o şeyin idrak alanında bulunması veya o şey hakkında kesin bilgi edinilmesidir. Bilinmelidir ki, kişilerin zanlarına veya vehimlerine göre oluşan ölçülerle hayat yolu ve yaratılışın hakikati belirlenemez.

Kur'an'da, insan düşüncesinin nesnesi üzerinde durulmuş, dikkatler yaratılmış olan evrene, insanın tarihi serüvenine ve vahyi bildirime yöneltilmiştir. Yani insan bilgisinin sınırı; varlığın zatı, eseri ve gaybın bilgisini getiren vahiy ile belirlenmiştir. Özellikle gayb konusunda, vahyin bildirimini yeterli bir nimet olarak kabul etmeyip, gayba taş atmaya kalkışan farklı akli uğraşıların veya farklı keşf çabalarının haddini bilmezliği, düşünsel ve sosyal alandaki düşkünlüğün ve bunalımın başlıca nedenini oluşturur.

Hz. Muhammed'e vahyedilen Kur'an, gereğince kavranıp, "inanç" kaynağı haline getirildikten sonra, Kur'an vahyinin işaretleriyle akletmek, ona ve onun ölçülerine bağlanmak, asıl haline gelir. Böylece eylemlerimize kılavuzluk yapan düşüncenin ölçüsü, Kur'an nasslarıyla belirlenmeye başlar. Yaratılış amacımızın, Rabbimizin bize verdiği nimetleri elimizde tutabilmek ve onları gereğince değerlendirip hayat sınavını kazanmak olduğunu bütün müslümanlar bilmektedir. Ve bu imkanı da, Kur'an'ın muhkem hükümleri açık, anlaşılır ve tevile fırsat bırakmayacak bir tarzda bizlere göstermektedir.

Ama "inanç", Kur'an'ın getirdiği ölçülerle yeterince donanmamış ve cahili kültürün izlerinden yeterince arınmamışsa, insan düşüncesi vakıalardan uzaklaşıp, vehim ve kuruntuların tutsağı olmaya başlar. Batıni ve zanni vesveseler, insanı muhkem olanın karşısında köreltir, iman, vakıasız tartışmaların ve kuruntuların eşiğinde eylemsiz bir kabul haline dönüşürken veya düşünce-eylem ilişkisindeki tevhidi zindeliği yitirirken, bozgunculuk (ifsad) çukuruna meyletmeye ve Rabbimizin bahşettiği nimetleri yitirmeye başlar.

Genel olarak müslümanların yeryüzündeki bugünkü aczi, kendilerine verilen nimeti gereğince değerlendirememeleri ve tarihi süreç içinde yitirmelerindendir. Kur'an, eller üzerinde tutulmuş, ama mesajına ve getirdiği ölçüye bağlılık yitirilmiştir. Rasulullah (s)'ın ümmeti, Kur'an'ı terkedilmiş halde bırakmışlardır (25/30). Kur'an ile olması gereken canlı ilişki terkedildiği oranda, Kur'an'ın yanında bazı yorumlar ve bazı maddi veya ruhçu değerler asıllaştarılmaya başlanmıştır.

Öncelikle cahili anlayışlardan ar mamam iş unsurlar, toplum ve düşünce sahasındaki tevhidi çizgiyi zedelemeye başlamışlardır. Toplum ve düşünce hayatındaki çalkantılar, buna bağlı olarak kendini göstermeye başlamıştır.

İlkin, Kur'an'ın hayatla kurulma­sı gereken ilişkisini gerçekleştirecek olan aklın, kültürel yorumların çeşitliliği içinde donuklaşıp, taklit tembelliğine yakalanması, Kur'an ile insan ve evren arasındaki bağı köreltti. Bu körlük içinde Kur'ani yorumlar, zamanla nasslaşmaya başladı. Özellikle Hz. Muhammed'in Kur'an çerçevesinde ortaya koyduğu uygulamanın Kur'an'a nisbeti unutulur oldu. Ve Rasulullah (s)"tan gelen veya geldiği rivayet edilen haberlerden, Kur'an'a nisbetleri oranında yararlanılacağına, bunlar Kur'an'ın yanında asıllaştırılmaya başlandı. Bu taklitçi tutum, zamanla kurumlaştı ve "ehl-i hadis" (hadis ekolü) olarak klikleşti; sahabe ve tabiûn'a ait yorumları da dinin kaynağı içine katarak daha ilerici dönemlerde "selefi" tutumu oluşturdu. Ve maalesef bu ekol, toplumda ve yönetimde yaygınlaşan zulüm ve bozulma karşısında, tevhid ve adaletin yeniden ikamesi için Kur'an merkezli düşünce ve mücadele çabası içinde olan çalışmalara rey ehli, bidat ehli, kuru akılcı gibi suçlamalarla saldırmaya başladı. Bu hüzün verici tabloyu, yorum kültürü karşısında -içtihadi yanlışları bir tarafa- Kur'an'ı mutlak belirleyici olarak alan imam Ebu Hanife'yi ve anlayışını tasfiye etmek için devrin yöneticilerinin ve en önemlisi "hadis ehli"nin yönelttiği basit ve çarpık ithamların bilgisinden kalkarak zihnimizde canlandırabiliriz.

Daha sonra dar ve şekilci anlayışların taassubundan arınabilmek telaşının tepkiselliği veya Kur'an'da ki gaybi inanç meselelerini dogmatik bulan gayr-i müslimlere, bu inançları akli olarak ispat edebilme işgüzarlığı gibi çabalarla, aklın kullanım ölçüleri aşıldı. Vakıanın zatı, eseri veya kesin bilgisi etrafında kullanılması gereken akıl gücü, çoğu kez sınırsız bir özgürlük istemi ve Kur'ani ölçülerin unutulduğu fevriliklerle bilinemeyenler veya bildirilmeyenler üzerine üretilen vehimlerle israf edildi. Aklı kullanma çabası, giderek vakıasız ve ölçüsüz gevezeliklerle aklı mutlaklaştırma yanlışına dönüştü. Felsefe ve Kelam çalışmaları, vahyin Kur'an ile sınırladığı gaybi alanı kurcalamaya başladı. Hayatın içinde aklı kullanma zindeliğinin sağlayacağı dirilik, soyut ve vakıasız tartışmalar dehlizinde gaybi bilgi sınırını aşmaya kalkışarak boğulup gitti.

Öte yandan, beşeri yorumların şekilciliğine ve akli çabanın akılcılığa dönüşmesi olayına tepki gösterenlerin muhtaç oldukları çözümü; Kur'an'ın açık, anlaşılır ve muhkem nassları içinde arayacaklarına, evrenin hakikatini, gayb aleminin bilgisini ve Kur'an'ın batini yanını keşf ve ilham yoluyla kavrama iddiasında bu­lunmaları, durumu hepten bir karmaşa içine sürükledi.

Nakilci, akılcı ve ruhçu kültürlerin oluşturduğu mozaik içinde Kur'an'ın rolü, artık belirleyici unsurlardan sadece önemli biri haline indirgenmişti.

Bu düşünsel çalkantılar içinde gündeme gelen "akıl-nakil" tartışmaları ise, tarafların birbirlerinin tezlerini eleştirdikleri bir alan oluşturmuştur. Akıl-nakil tartışmaları aynı zamanda tarafların, kendi zaaflarını da ifade ettikleri bir boyut kazanmıştır. Bir yanda Kur'an'ın kesin haberi, kulların yorumlarına dayanan bilgilerle aynılaştırılarak bulandırılmış oluyor, diğer yandan da aklın gücü müstağnileştiriliyordu. Bu kargaşada nakilcilerin (hadisçiler/selefiyye) çoğu, aklın kullanımını eleştirirken, felsefecilerin ve kelamcıların çoğu da nakli, arka plana itiyorlardı. Tasavvufi çabaların aklı da, nakli de aşan taşkınlığı, herhalde en büyük ölçüsüzlüğü oluşturuyordu.

Asıl sorun, aklın ve naklin değerlendirilmesinde Kur'an'ın belirleyiciliğinin unutulmuşluğu idi. İnsan fıtratı, yaratıcısını tanıyabilme (7/172) ve Allah'ı birleme (30/30) kabiliyeti ile yaratılmıştır. Ve ona düşünebilme istidadı verilmiştir (91/8; 33/72; 2/31;..). Fakat insan, sahip olduğu bu meziyetlerine rağmen, yaratılışın amacı ve doğru hayat hattı hakkında ilahi vahiyle tanışıncaya kadar üzerindeki şaşkınlığı da atamaz. Bu konunun en çarpıcı örneğini Hz. Muhammed'in risalet öncesi yaşamında görebiliriz (93/7). Bu noktada fıtratın istidatları ve insanın başıboş bırakılmaması (75/36) çok önemli imtiyazlardır, insan, çok hayati iki imkana sahiptir. Birincisi, vahyin bildirimi; ikincisi ise, algılama gücü, yani akıl. Kör, sağır, dilsiz ve kalbi/aklı mühürlü olan; bir diğer ifadeyle akletme fonksiyonlarına sahip olamayan canlıya, vahyin telkini hiç bir şey ifade etmez. Kur'an'ın deyişiyle böyle bir canlının hayvandan farklı yanı yoktur (7/179). Vahyin bilgisinden mahrum kalan akıl ise, hayatın amacını, gaybi bilginin ölçüsünü, adil ve haklı bir hayat hattını keşfetme konusunda şaşkınlık içinde kalır.

Akıl ve vahiy, birbirleriyle çelişen değil, birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Çelişik olan aklın vakıadan kopukluğu, naklin ise bulandırılmışlığıdır. Kıskançlık, hased, kin ve husumet gibi cahili duyguları hesaba katmazsak, müslümanların bugünkü düşkünlüğünün ve mahrumluğunun nedeni olarak, yukarıda izah etmeye çalıştığımız olumsuz tutum ve tavırlar sonucunda, vahiy ve akıl nimetinin gereği gibi kıymetini bilememişliğimizi gösterebiliriz.

Kurtuluş yolu, Allah'ın Kitabı ile insan idraki arasındaki engellerin kaldırılması ve hizmetimize sunulan evrende Kur'ani mesajın sosyalleştirilmesi çabalarıyla kök salacaktır. Tarihi birikimimizi bir kültür zenginliği olarak değerlendirme övüncünün anlamsız objektifliğini bir tarafa bırakıp, müslümanların taşıdığı zaafların, bu birikimden kaynaklanan unsurlarını, korunmuş olan Kitabımızın nassları rehberliğinde ayıklama ve ıslah etme görevini yüklenmeliyiz. Geleceği hedefleyen muvahhidler için inkılapçı tavır budur.