AK Parti İktidarı ve İcraatı Karşısında Tutumumuz

Hamza Türkmen

Türkiye’de cahilî sistem içinde partili-partisiz Müslüman olduğunu iddia eden herkes İslami ölçülere ve kimliğe sahip çıkmak, zulmü gidermeye çalışmak, hak üzere ile tavsiyeleşmek sorumluluğundadır. Hakka dayanan sabit ölçülerimiz, İslam zannedilen Anadolu kültüründe değil, tabii ki Kur’an’ın açık ve tarih üstü hükümlerinde; Resulullah’tan (s) uygulamalı olarak gelen tartışmasız-mütevatir örnekliklerde aranmalıdır.

Müslümanların öncelikli sosyal-siyasi görevleri, yitirilmiş ümmet zindeliğini ve örnekliğini, kendi nefislerinde ve diğer muslih kardeşleriyle beraber çevrelerinde ıslah ve ihya etmeleridir.

Bu temel görevi ikincilleştirenler veya hafife alanlar İslam’ın yaşanması ve ümmetin diriliği için yeni alanlar açma mücadelesinde “ilke” ve “maslahat” dengesini kurmakta zaaflardan kurtulamazlar. Bu sorumluluklarını net ve açık hale getiremeyen veya izhar edemeyen siyasetçiler de maslahat alanına dönüştürmek istedikleri laik reel politik dairenin kıskaçları arasında kalırlar ya da inişler ve çıkışlar yaşarlar. Reel politik alanda açılan serbestî alanları nitelikli ve hazırlıklı kitleler tarafından doldurulmadığında bazı kere tuğyana yönelen rehavetlerle bazı kere verilen tavizlerle sistemin merkezini güçlendirirler.

Mahiyeti Batılı paradigma tarafından belirlenen seküler ulusal sistemlerin ‘merkez’inde Müslümanlar icraat yapmaya başladıklarında hangi soruyu cevaplamış oluyorlar:“Merkez olduk” mu diyorlar yoksa “Merkezde çevrenin sesi olarak bulunuyoruz”mu diyorlar?

Vakii olarak vesayet altında yaşayan Müslümanların ilkeler veya maslahatlar yolunda ya da ilke-maslahat dengesi çizgisinde tutarlı bir istikamette ilerleyebilmeleri için sahih kabul edilebilecek bir usulü’d-din kavrayışına sahip olmaları gerekir.

Egemen cahilî sistemde inanç, düşünce ve tebliğ bağlamında imkân bulduğumuz alanlar önemlidir. Siret-i Resul’de şüheda nesli hazırlığı istikametinde ilkeler dâhilinde kullanılan cahilî sistem içi araçların somutluğu tarih-üstü bağlamda örnek oluşturucudur.

Ancak “vahyî hitabı” ve “sorunlarımızı” gereğince anlayıp ikisi arasında istişari temelli sağlıklı bağlar kurmak ve sosyal örneklikler sergilemek pratiği ve kabiliyeti uygun vasat/alan imkânından daha önemli ve önceliklidir.

Özcü ve öncelikli olarak itikattan yönteme, ibadi formlardan sosyo-ekonomik ahlaka kadar gecenin veya günün uygun vakitlerinde tertilen alınan Kur’an eğitimi esas olandır. Ayrıca zulmü gidermek ve bunun için yardımlaşma çabaları bu özcü önceliği kucakladığı oranda Ali Şeriati’nin ve Mustafa İslamoğlu’nun vurguladığı üzere sâlihât (aktif iyilik) içinde olurlar. Yoksa bu çabalar, sonucunun denetlenemediği hasenât (pasif iyi) faaliyeti olarak kalırlar.

Padişahlık döneminde bu özü ayakta tutabilmek isteyen bazı sultanların ulu’l-elbab âlimler ile huzur dersleri yapması kadrolar için yeterli değil ama ıslah ve ihya çizgisi açısından imkânlar gösteren sosyal bir mirastı. Ancak Türkiye reel siyaseti içinde yer alan, hak ve hukuktan yana olan siyasi aktörlerimiz bu mirasın sürekliliğini yaşatmada pek başarılı olamadılar. Bu konudaki başarısızlıkları oranınca da hak üzere tavsiyeleşme imkânını güçlendiremediler.

Örneğin reel siyaset alanında maslahatı ön planda tutan müteveffa Necmettin Erbakan’ın İslami ilkeleri geri plana bıraktığı bariz örnekler vardır: “Adil Düzen” savunucusu RP ve başbakan olan Necmettin Erbakan’ın,1996’da koalisyon hükümeti kurma karşılığında Tansu Çiller’in yolsuzluk ve kara para dosyalarını aklama yoluna gitmesi; 3 Kasım 1996 Susurluk’taki trafik kazasında ortaya çıkan polis-mafya-aşiret bağlantılı çeteye “fasa fiso” diyerek konuyu basitleştirmesi; Siyonistlerle yapılan anlaşmaları yırtma vaadiyle oy toplamasına rağmen iktidar olunca İslam düşmanı Siyonist Rabin’in kabri başında saygı duruşuna katılmak üzere bazı mebuslarını İsrail’e yollaması; namaz kılan veya eşleri başörtülü olan subay-astsubayların ordudan atılmasını kararlaştıran YAŞ kararlarının altına imza atması ve özellikle RP’ye bağlı belediyelerde rüşvet anlamına gelecek “havuz” oluşturma çabalarının teşviki bunlardan bazılarıdır.

İslami aidiyet olarak bir ideoloji partisi olan RP’nin kapatılma FP’nin açılma süreçlerinde Erbakan çizgisindeki bu tür bozulma ve çürümeler, AK Parti’nin kuruluşuna neden oldu. Kitle partisi olarak AK Parti şartlar gereği İslami şemsiyeye sığınmayacağını, adalet ve kalkınmayı önceleyeceğini açıkladı.

1995 Genel Seçimlerinde RP toplam %21,38 oranında oy almıştı. 2002 Genel Seçimlerinde ise AK Parti denediği yeni yöntem sonucu %34,42 oranında oy aldı. 2007 Genel Seçimlerinde ise %47, 2011’de %49,83 oranında oy desteğine ulaştı. Bu trendi Batı basını “Yeni İslamcılığın Türkiye’deki başarısı” olarak nitelendirdi. Yeni İslamcılık ile Demokratik İslam, Ilımlı İslam, Muhafazakâr Demokrasi terkipleri benzer anlamlarda kullanılıyordu. Ancak RP belediyeleri ve iktidarında yaşanan çürüme ve bozulma 2010’lardan sonra AK Parti’nin en güçlü olduğu yıllarında kopyalanmış gibi nüksedip yaygınlık kazanmasıyla yükselme trendindeki nitelik dağılmaya başladı.

AK Parti 2001 yılının Ağustos ayında kuruldu. Kurucu başkanı R. Tayyip Erdoğan daha işin başlangıcında “dinî olana değer vermekle beraber din üzerinden siyaset yapmayacaklarını ve devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı doğru bulmadıklarını”ifade etmişti.

AK Parti tasarımı sahih olanı değil, resmî ve reel olanı gözeterek gerçekleştirilmişti. “Hak” kavramı da asli mecrasından kaydırılarak “Halka hizmet Hakk’a hizmettir!” pragmatizmi içinde ele alınmıştı. Ancak kent yoksullarından, Anadolu girişimcilerinden ve tarım kesiminden oluşan ağırlıklı tabanın önceliği kalkınmaydı. Parti, hem ekonomik kalkınmayı yataylaştırabildiği hem inanç ve düşünce yasaklarını kaldırabildiği hem de İslam âlemiyle sosyo-siyasal, sosyo-ekonomik münasebetleri geliştirdiği için tabanını memnun etmekteydi. Bu memnuniyet kendilerini ifade edebilmeleri, yasaklardan kurtulma rüzgârını hissedebilmeleri ve ümmet coğrafyasıyla dayanışma imkânının güçlendirilmesi açısından İslami oluşum ve gayret erbabının da avantaj olarak gördüğü açılımlar oldu.

Özgün Olan Çizgi ve Parti Pragmatizmi

“AK Parti iktidarı ve icraatı karşısında tutumumuz” cümlesinde iki özne belirginleşmektedir: Biz ve AK Parti.

Biz neyiz ve AK Parti nedir?

“Biz” Türkiye’deki İslami/tevhidî uyanış sürecinden gelip ayakta kalan ve İslami değerleri yaşatmaya çalışan ıslah, ihya ve inşa ekolüyüz. AK Parti ise İslamcı olmayan ama halkın dinî kimliğine saygı gösteren, reel siyaset içinde ekonomik kalkınmayı hedefleyen, rejimi hukukileştirme iddiasında olan, dış politikası ümmet bağı ve maslahatı için en uygun olan bir kitle partisidir.

“Yalnız sana ibadet eder; yalnız senden yardım dileriz.” taahhüdümüzü yaşatmaya çalışan “biz”de, ideal-maslahat dengesinde idealin önceliği; AK Parti’de ise ideal-maslahat dengesinde maslahat ve pragmatist tutumun ağırlığı öne çıkar.

Bizim ve AK Parti’nin işi-derdi nedir, öncelikli misyonu nedir, kaygıları nedir, nicelikleri nedir?

Konuya iki öznenin dertleri açısından yaklaştığımızda şu hususlar ön plana çıkmaktadır:

Bizim derdimiz Rabbimize gereğince kulluk ve dareyni vahyî ölçülerle kazanmaktır.

Bizim derdimiz tevhidî bilinci, dağılmış ümmet yapısını ve dayanışmasını, örnekliğini kendi nefislerinde ve yakınlarıyla birlikte yeniden inşa edecek bilgi, inanç, adanmışlık, tanıklık düzeyini yakalayabilmektir. Bizler Türkiye’deki seçimleri de AK Parti siyasetini de Rum Suresinin girişindeki mesel gibi algılıyor, “Maslahat olarak baskı, zulüm ve yasakları geriletmede faydası olur mu olmaz mı?”arayışı içinde değerlendiriyoruz.

Maslahat eksenli bu yaklaşımımız, kulluk görevimizin bir parçasıdır. Bu değerlendirme iş, aş, itibar meselesinin üstündedir.

AK Parti’nin derdi halka-ulusa hizmettir ve iyi vatandaşlığı oluşturmaktır.

AK Parti’nin kuruluşundan buyana derdi, reel siyaseti ve sistemin kırmızı çizgilerini gözeten bir rikkatle Türkiye’yi maddi olarak kalkındırmak, iç ve dış vesayeti geriletmektir. AK Parti, fiiliyatta sahih ve İslami olanı gerçekleştirmek yerine, vatandaş olarak dindar çoğunluğun hizmet beklentilerini yerine getirmeye çalışmaktadır.

Niceliksel olarak baktığımızda da tabloyu şöyle görebiliriz:

Tanımlanan biz’in ve niteliğinin demografisini abartıdan uzak bir nesnellik içinde değerlendirmek tutarlılık gerektirir. Modern şartlarda İslami sabitelere samimiyetle bağlı, tevhid ve adaletten yana, şura ehli -şüheda nesli- olmaya çalışan güçlerimiz yüzde 1 değil, binde 1 değil, belki on bindelik tek hanelerle ifade edilebilir.

Türkiye’nin mevcut nüfusuna göre onbinde 1’lik oran 8 bin kişi, onbinde 2 veya 3’lük oran 16 bin veya 24 bin kişiyi ifade eder. Çözülenler dışında sürecimizden bugüne hamd olsun ki böyle bir potansiyel akıp gelmiştir. Genel bir tahminle potansiyelimiz vardır ama atıldır.

Niteliği ve sahih örgütlülüğü ideale yönelmiş 8 bin mümin ve müminenin yani onda 1’lik bir oranın mevcudiyeti, Türkiye gündeminin damarlarında “tevhid ve adalet” diyen söylemin ne kadar etkin ve ne kadar belirleyici olduğunu tahayyül etmek bile heyecan vericidir. Verdiğimiz bu minimize edilmiş nitelikli oranın -Allah’ın izniyle- “ebter”i değil “kevser”i temsil edeceğini unutmamamız gerekir.

Sünnetullah çerçevesinde ilk sosyal-siyasal hedefimiz bu potansiyelimizin seviyesini en azından düşünce ve ürün üretimi, vahyî tebliğ ve tanıklığın adanmışlığı seviyesine çıkartmak; bu oran içindeki selim akıl sahipleri ve tanıklarla diyalog, dayanışma ve paylaşım içinde olabilmektir. Bunun içinde tertil fıkhı dirayeti ve ıslah temelli ameller asıldır.

Ayrıca Türkiye’de muhtemel bu özgün yapılanma ve öncülük oluşumuna ilgi duyacak İslami duyarlılığı yüksek binde 1, yani 80 bin kişi ya da binde 2 veya 3 oranına tekabül edebilecek 160 bin veya 240 bin kişilik ıslah ve ihya kadrolarına kulağını açacak insan potansiyelimiz bulunmaktadır. Bu potansiyel 1970’li yılların ortalarından bu yana birike birike gelmiştir. Bu potansiyeli de bölge bölge, şehir şehir, ilçe ilçe yapılan nitelikli İslami faaliyetlere duyulan ilgilerden anlayabiliyoruz. Ancak bu ikincil potansiyelimizin de pozisyonları atıldır ve bu büyük dairede daha büyük kafa karışıklıkları yaşanmaktadır. Ama bu potansiyelimizle ıslah perspektifiyle konuşup candan ilişki biçimleri geliştirme imkânları da vardır ve imkânlar üretilebilir.

Said Halim Paşa’nın önerdiği Türkiye halkının İslamlaştırılması yürüyüşünü; ancak İslami mücadeleyi sahih ve açık kimlikli vereceğimiz tebliğ ve tanıklık mücadelesi içinde kazanabiliriz. Bu uğurdaki mücadelemizin sonuç itibariyle takdiri ise Yüce Rabbimize aittir.

Türkiye toplumunun kimliksel eğilimi hakkındaki değerlendirmemizi, siyasi partilere atılan oy oranlarına nispetle veya bu partilere üye oranlarına göre de yapabiliriz.

AK Parti’nin dayandığı kitlenin kimliğini ise yapılan anketlerin sonuçlarından ve yaşadığımız tecrübe birikimlerinin birleştirilmesi neticesinden değerlendirebiliriz.

Bu kitlenin ana gövdesini yüzde 15 civarında muhafazakâr milli dindarlar, yüzde 20-25 civarında da “Cuma cemaati” oluşturmaktadır. Yani AK Parti’nin dayandığı muhafazakâr dindar kesim yüzde 35-40’lık bir dilime oturmaktadır. Ve yine yapılan anketlerin ve gözlemlerimizin neticesine göre milliyetçi Türkçü oyların sabitleşen oranı yüzde 8-10 civarında; milliyetçi Kürtçü oyların sabitleşen oranı yüzde 8 civarındadır. Türkçü ve Kürtçü milliyetçi oylar ile AK Parti oyları arasında küçük oranlarda da olsa gidip gelmeler söz konusudur.

Sol ve Kemalist kesimin oy skalası ise yüzde 22-25 oranlarındadır.

Geriye kalan yüzde 20-25 oranında ki oylar yüzer-gezer mahiyettedir. Muhtemelen, bu oranın yüzde 2-3’ü ideolojik tepki oylarını, yüzde 22-23 civarındaki oylar ise aş-iş-güvenlik ihtiyacını önceleyen gezgin oylara tekabül etmektedir.

Türkiye’de seçimler dolayısıyla demokratik alandaki mücadeleyi reddedenler ise oran olarak onbinde 1-2 gibi tekli rakamları geçmez. Ve bunlar kendi aralarında da derin yöntemsel farklılıklar taşırlar.

Ümmet coğrafyasında ümmetin lideri olarak algılanan R. Tayyip Erdoğan şu cümleyi 2008 yılında Ümraniye’de kullanmıştı: “Bizim bu ülkede tek derdimiz Atatürk’ün ifade ettiği muasır medeniyet seviyesine ulaşmaktır.” Yani önerilen veya lokomotifte kondüktör mevkiine geçilerek yapılan iş, kapitalist yolda kalkınma hedefidir.

Eylül 2012’de İstanbul’da gerçekleştirilen Uluslararası İstanbul Ekonomik Forumu toplantısında “adil bir dünya ve adil bir ekonomi arayışı” istemleriyle ilgili işlenen alternatif arayışlar zaman zaman gündeme gelse de “çağdaş medeniyet seviyesi” söyleminden başta da son süreçte de vazgeçilmedi. Veya ekonomide idealler ve zorunluluklar mevzuu tartışmaya açılıp şeffaflaştırılmadı.

Sadece 2002’den beri kadro olarak uzun bir yol yürünen Fethullah Gülen Cemaati mensuplarına 15 Temmuz 2016 “Yurtta Sulh Darbe Girişimi” sonrasında ciddi bir ayrıştırma yapılmadan “ibadet, ticaret, ihanet” piramidi birbirine karıştırılarak haksızlık yapıldı; sivil ve askerî bürokraside birçok Müslüman kişi veya İslamcı FETÖ’cülük ihbarı ile zulme uğradı. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adalet anlayışıyla ilgili FETÖ çerçevesinde sadece haksız tutuklamalar üzerine kilitlenmemeliyiz. Kürt sorunu başta olmak üzere, 3Y sorunu (yolsuzluk-yoksulluk-yasaklar) yanında resmî ideolojiye boyun eğme veya resmî ideolojinin kırmızı çizgilerini gözetme zorunluluğu da en büyük adaletsizliktir.

Peki diğer konularda dikensiz yolda mı yürünüyor?

Bir kitle partisi olarak Refah Partisi’nden veya sağ eğilimden devir alınan yolsuzlukların üzerini örtme ve kayırmacılık alışkanlıkları, kayıt dışı tahsilât mevzuları kadar; dindar kitleyi modernizmle buluşturmak çabaları; dindar kitlenin kimliğini ed-din’mişçesine Anadolu kültürü ile mezcetmek; ‘Muhafazakar Demokrasi’ kimliğini öncelerken‘Eski İslamcılık’ hususunda ıslah temelli özeleştirilere kapılar açmak yerine, bu konuyu oryantalist ağızlarla ele almak gibi sapmalar tevhid ve adalet arayışlarımıza içeriden barikatlar örmektedir. Şerhlerini açıklamadan ve alternatif arayış ihtiyacını göstermeden Batı medeniyeti seviyesine ulaşma hedefi ile yönelinen liberal ekonominin bireycilik, faizcilik, rüşvetçilik, fuhuş turizmi, hazcılık ve sonunda Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesinin bazı kısımlarının kanunlaştırılması daha büyük adaletsizlikler ve çözülme nedenleri olarak önümüze çıktı ve çıkıyor. Bunlar gücümüz oranında gündemde tutmamız, eleştirmemiz ve uyarmamız gereken konulardır.

Diğer yandan AK Parti, resmî ve küresel sistem içinde vesayetten kopma kaygısı ile yürürken verdiği tavizler oranında hangi tavizleri kopardığı tartışılmaktadır.

Bir diğer müzakere konusu da ABD, AB, NATO Bloğuna bağlılıktan uzaklaşma, bu kopma oranında Rusya tarafından kuşatılma tartışmaları içinde Türkiye’nin bölgesel güç olma konusunda düne nispetle bugün ne kadar mesafe aldığı veya alabileceğidir?

Statüko Aşılabilir mi?

Her sistem, muhaliflerini massedebildiği oranda yaşar. Örneğin Avrupa’da sosyalistler, sosyal demokratlar haline getirilerek massedilmişlerdir.

AK Parti’nin yerel ve küresel vesayet tarafından sıkıştırıldığında Atatürkçü ritüellere sığınması, merkeze veya sisteme eklemlenip eklemlenmediği konusu da ciddi tartışma konularındandır. Atatürkçülük konusunda yaşanan iniş ve çıkışlardan daha önemlisi AK Parti kadrolarının kendilerini merkezde görmeye başlamalarıdır. Oysa merkezin ulusçu omurgası değişmemiş ama merkez maske değiştirmiştir. Merkez hâlâ“ümmetten bir ulus yaratan” resmî ideolojinin ağırlığıdır.“Atatürk ilke ve inkılâpları”ndan oluşan arkaik ritüel ve taklitçilikten uzaklaşıp, ilerlemeci ve moderniteyle uyumu ifade eden“Atatürk düşünce sistemi” ile kendini yeniden tanımlamaya gayret etmesi merkezin sadece derisini yenileme gayretidir.

R. Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Hanım, başörtüsü ile Çankaya’ya, GATA’ya kabul edilmezken; ABD’de Beyaz Saray’a ve Davos’a katılımı iltifatlarla karşılanmıştır. Çünkü küresel sistem için önemli olan başörtüsü değil, Türkiye’nin Ortadoğu’da sadık bir stratejik müttefik olup olmadığıdır.

10-12 Ocak 2004’te “Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu”nda Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasında da sempozyumun kapanış deklarasyonunda da devletin laikliği savunulmuş, İslamcı olunmadığı deklare edilmiş, muhafazakâr demokrat kimlikle ilgili beş maddelik seküler izahlarda bulunulmuştur. AK Parti “muhafazakâr demokrasi” kimliğini 5 maddeye sıkıştıran sempozyumdan 12 gün sonra Erdoğan 24-25 Ocak 2004‘te ABD’ye gitmiş ve yöneticilerle yakın ilişkiler kurmuş, kendisine 1+7 Yahudi kuruluşu tarafından “Cesaret Ödülü” verilmiştir. 10-12 Ocak 2004’te İstanbul’da yapılan kimlik sempozyumunda Erdoğan’ın manifesto niteliğindeki konuşmasını Ahmet Taşgetiren şöyle değerlendirmiştir:“Sistemin hassas çizgileriyle kompleksiz bir ilişki kuracaksınız, bunun için o hassas çizgilere kendi değerlerinizle çatışmayan bir yorum getireceksiniz.” (Yeni Şafak, 12 Ocak)

Sistemin hassas çizgileriyle ilişki içinde olunup o çizgilerle çatışmayacak yorumu, vahyî ölçü ve kültürü ile mi yoksa Anadolu dindarlığı ölçüleriyle mi yapılacağı tartışması siyasi olduğu kadar dini anlama usulüylede irtibatlı bir tartışmadır.

Erdoğan’ın Siyonist İsrail rejimine tepki duysa da küresel vesayet çerçevesi içinde ilişkileri inişli çıkışlı olmuştur. 2003’te İstanbul’a gelen Ariel Şaron’la görüşmemiştir ama Irak’taki “Çuval Krizi”nden sonra ABD’ye gidebilmek için 1 Mayıs 2005’te İsrail’e gitmek zorunda kalmış ve Şaron’un kanlı elini sıkabilmiştir.

AK Parti’nin resmî statüko ile kırmızıçizgiler doğrultusunda süren ilişki seyri 2005’te ABD’li basında takiyye yapmadığı izlenimi oluşturmuştur. ABD finans dergisi Forbes,“Aşırı İslamcı unsurların Türkiye politikası üzerinde etkili olmaları artık imkânsız gözüküyor.” tespitini ön plana çıkartmıştır. (Yeni Şafak, 29 Ocak)

AK Parti yerel ve küresel sistemin denetlemelerine karşı ne kadar teslim olmuştur; verdiği tavizler karşısında ne kadar alan açabilmiştir?

AK Parti, Batılı değerlere entegre olarak iktidarda kalma stratejisini benimsedi. Zira şu husus bir gerçek ki Türkiye’de baskı odaklarını ve hantal bürokrasiyi, kendi öz gücüne veya örgütlü potansiyeline dayanarak değil, AB yaptırımlarını arkasına alarak geriletti. AK Parti kitlesi ise bu süreci ter dökmeden, sadece alkışladı. AK Parti yargıda, emniyet teşkilatında ve diğer bürokraside işlerini büyük ölçüde kurucu bileşenlerinden olan Fethullah Gülen ekibinin kıvraklığı ile yürüttü. Lakin uluslararası güç odaklarıyla da irtibat ağlarını geliştiren bu ekip Türkiye’yi mer’i uluslararası ilişkiler ağı içinde bölgesel bir güç yapmaya çalışan Erdoğan iktidarını 15-27 Aralık 2013’te darp etmeye çalıştı. 15 Temmuz 2016’da ise Türkiye’nin bölgesel güç olma sürecini çökertecek ikinci bir darbe kalkışmasına yöneldi. Bu kaos ortamı, dindar kesimin ve Türkiyeci kolluk kuvvetlerinin desteği ile yatıştırıldı. Ancak FETÖ’nün adliye, polis, TSK ve diğer bürokraside bıraktığı boşluk 15 Temmuz’dan sonra resmî ideolojiyi temsil eden sağ Kemalist ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı merkez kadrolar tarafından doldurulmaya başlandı.

FETÖ kalkışmasına karşı yürütülen süreç, yukarıda bahsettiğimiz adaletsiz icraatları ve vesayetten sapma yanlışlarını getirdi veya çoğalttı.

AK Parti, resmî ideolojinin kırmızı çizgileri içinde vesayetten kopma ve ülkeyi hukukileştirme sürecini ifade ediyordu. Ama son dönem seçim anketlerine baktığımızda genç kesimde sürekli kan kaybı yaşayan AK Parti’nin bu ideali taşıyacak hatta anlayacak bir nesil yetiştirdiğinden bahsedemeyiz. AK Parti icraatlarındaki adaletsiz uygulamaların ve sapmaların giderilememesi karşısında, yeni bir parti kurma aceleciliğinin çözüm olarak görülmesi de makul değil. Reel siyasettekiler için çözüm, İslamlaşmayı sağlayamasalar bile Türkiye’yi vesayetten nasıl kurtaracakları, Türkiye halklarının ortak paydası doğrultusunda eğitilmiş, hak, hukuk ve adaletten yana idealist gençlik ve kadroların alanda nasıl yetiştirileceği örnekliğinin ortaya konulması olmalıdır. AK Parti’de koltuk bulamayan muhterislerin yeni parti kurma eğilimindeki sürece müdahil olup inisiyatif almalarının, sapma ve çürüme trendini yeni alanlara taşıyacağını görememe hali ayrı bir feraset eksikliğini ifade edecektir.

AK Parti iktidarı ve icraatı konusundaki tutumumuz derken iki özne ortaya çıkmıştı: Biz ve AK Parti.

“Biz”söz konusu olduğunda AK Parti gündemi ikincildir. Zira birinci gündemimiz mümin-mümine şahsiyetler olarak biz olabilmemizdir. Biz olabilmenin içtihat ve uygulamasını da yenileyebilmeliyiz. Biz demek, anakronik ve sıkıcı dar örgüt bağlılığı değildir. Biz demek, Siret-i Resul’de görüldüğü gibi nitelikli, üretici, katılımcı şuraya ehil ama esnek ve ahde vefaya dayanan beraberlik bağını geliştirebilmektir.

“Aranızda bir ümmet olsun.”, “Şüheda olun.”,“Diriliş Nesli” veya “Kur’an Nesli” vurgularını ve biriken tecrübelerimizi de değerlendirerek bu konuda katılımcı ve nitelikli tespitlere ulaşabilmeliyiz. Onbinde 1’lik, 2’lik veya 3’lük atıl pozisyondaki potansiyelimizi diriltmek en önemli sosyal-siyasal faaliyet sorumluluğumuz olmalıdır. Sonra ıslah dilini anlayabilecek, ümmet bilinci duyarlılığı taşıyanlarla kamuoyu oluşturacak merhaleleri oluşturmalıyız. Nasıl ki namaz ibadetimiz zulme ve saldırıya uğrayan yakındaki veya uzaktaki kardeşlerimizle her türlü dayanışma sorumluluğumuzu ertelemiyor ise soysal-siyasi görevlerimizi yerine getirmek de zulüm ve haksızlıklar karşısında bizi entelektüel kuytularda sessizliğe sürüklemeyecektir veya kitap yüklü eşeklere dönüştürmeyecektir.

Bu çizgi ve hedef için AK Parti gündemi ikincildir. Cuma cemaatine, dindar muhafazakâr ve milli dindar kitlelere dayanan AK Parti’de yaşanan durağanlık ve AK Parti yönetiminin oluşturduğu yanlışlık ve adaletsizlikler tabi ki ötekiler tarafından kimlikler ayrıştırılmadan İslam’a yada Müslümanların tümüne hamledilmektedir. Bu yanlışları İslam’dan ayrıştırmalı ve AK Parti iktidarının adaletsizliklerine karşı çıkmalıyız.

Ve özellikle AK Parti ile bütünleşen İslami eğilimli dindar kitleler ile zıtlaşan değil yönlendiren, uyaran bir tebliğ dilini üretebilmeliyiz.