‘Ahlâk’ın Kökeni ve Tanımına Dair

Oktay Altın

Belirli bir hedefi ve amacı olmayan insan, ne yapacağını bilemez,  varlığını anlamlandıramaz. İnsan, hedefine varmak için çaba sarf ederken, yapıp ettiklerinden de birinci derecede sorumludur. İster istemez hemcinsleriyle birlikte yaşamak zorunda kaldığı için yapıp ettikleri, çevresindeki insanları etkiler. Diğer insanların yapıp ettiklerinden de etkilenir. Bu durumda ya çevrenin hareketlerini benimseyerek/tamamlayarak ya da karşı durarak tavır geliştirmek zorunda kalır.

"Ahlâki zaaflarla olduğu kadar Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle de donatılan" insan,1 çift yönlü (disharmonik) bir görüntü arz eder. Hem iyinin, hem kötünün, hem haklılığın, hem haksızlığın, hem melek olmanın, hem şeytan olmanın birbirine karşıt "çekirdeklerini" taşır.2 Dolayısıyla tavırları sürekli olumlu, güzel ve melekvari değil, bazen de olumsuz, kötü ve şeytanvaridir. Sorun da buradan kaynaklanmaktadır. İnsan yapıp-ederken, tavır takınırken kural tanımaz mı olacak, yoksa belirli ilke, kural ve ölçüye bağlı mı kalacak? Kısacası keyfi mi davranacak, ahlâki mi?

Keyfiliğin karşıtı olarak kullandığımız ahlâk, sözlük anlamıyla "huylar" demektir. 'Hilkat' (yaratılış) kelimesiyle kökteş olan 'hulk' kelimesinin çoğuludur.3

İnsanda değişik huylar vardır ve bu huylar insandan insana farklılık arzedebilmektedir. Ayrıca iyi-kötü, haz-elem, erdem-erdemsizlik gibi ahlâkın temeli sayılan kavramlar izafi olabilmektedir. Birinin iyi saydığını diğerinin kötü sayabilmesi, ahlâk ölçülerinin örfe bağlı olarak toplumdan topluma, çağdan çağa değişebilmesi, değişik ahlâk tanımlarının yapılmasını beraberinde getirmiş ve ahlâkın göreceliliğini savunan akımların doğmasına neden olmuştur.

Öncelenen meselelere göre değişik ahlâk telakkileri geliştirilmiştir. Mesela Batı'da üç çeşit ahlâktan bahsedilebilir:

Birincisi; asıl amacı mutlu olmak olan Grek ahlâkı. Bu anlayışta insan sanki mutluluk avcısıdır. Aristoteles de insanın amacının mutluluk olduğunu söyler.4

İkincisi; ahlâkın temelini izafi olan mutluluk değil, herkes için aynı kalan, herkes için değişmeyen bir şey oluşturmalıdır. Bu da, "iyiyi isteme"dir. İyiyi istemeden daha büyük bir şey yoktur. Bu hedefin gerçekleşip gerçekleşmemesi önemli değildir, görüşünü savunan Kant ahlâkı. Kant, ahlâkın amacının mutlu olmak olduğunu savunan Grek ahlâk anlayışını şöyle eleştirir: 'Gerçekten eğitilmiş, yetiştirilmiş bir akıl, yaşamın ve mutluluğun tadını çıkarmak için ne denli çok uğraşırsa uğraşsın, insan gerçekten hoşnut olmaktan da (tatminden, mutluluktan) o denli uzaklaşmaktadır. Bu nedenle de çok kimsede, özellikle de aklı kullanmada en çok deneyi olanlarda, eğer bunu yeterince ve açıkça söyleyecek denli içtenlikli iseler, belirli bir misoloji, yani akla karşı bir düşmanlık, bir nefret doğar.'5

Üçüncüsü de Max Scheler tarafından kurulan ve N. Hartmann tarafından geliştirilen modern ahlâk. Ahlâkın, Kant'ta olduğu gibi tek değere değil de, değerler çokluğuna dayanması gerektiğini savunur.6

Mantık, doğru düşünmenin kurallarını öğretme iddiasında olduğu gibi, bir disiplin olarak ahlâk da doğru yaşamanın kurallarını öğretme iddiasındadır.7 'İnsanın yapıp etmelerini özel bir problem alanı olarak araştıran, bu alanın varlık-nitelikleri ile bu alanı yöneten ilkelerin, değerlerin, varlık-niteliklerini, insanın yapıp-etmelerinin bağımlı ya da bağımsız olduklarını inceleyecek disipline ahlâk adı verilmektedir.'8 Bu açıdan bütün dinler insanın nasıl bir yaşama sahip olması gerektiğini öğretmeye çalışan ahlâki sistemlerdir.

Tek tek fiilleri düşündüğümüzde ahlâki değerlerle ilgisi olmayan hiçbir insan eyleminin olmadığını görürüz9. Felsefenin kadim sorusu "ne bilebiliriz?"in yanı sıra "ne yapmamız gerek?" sorusu da temel bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. "Ne yapmamız gerek" sorusunun cevabı, ahlâkı oluşturur. İnsanın kendisiyle, Allah dahil kendi dışındaki tüm varlıklarla ilişkisi düşünüldüğünde ahlâk, insanın bilinçli bir şekilde yapıp ettikleri, çevresiyle kurduğu ilişkidir denilebilir.

Eylem ve yapıp etmeleri yöneten değerlere gelince, bunlar başlıca iki gruba ayrılmaktadır: Birincisi araç-değerler, başka bir deyişle yarar ve çıkarlar. İkincisi ise iyilik, dürüstlük gibi yüksek değerler, halis ilkelerdir.10

Bu değerlerden birincisi beşer/akıl merkezli olup kişisel çıkar ve mutluluğu önceler. Bu, aynı zamanda göreceliğin egemen olduğu bir değerdir. Benim için yararlı olan bir şey başkası için zararlı olabilir. Eğer eylem ve yapıp etmeleri, bu tür değerler, tek başına yönetirse, o zaman herkes en büyük yararı elde etmeye çalışır ve insanların arasındaki çatışmalar da o ölçüde çoğalır. "İnsan insanın kurdudur" sözünün geçerli olduğu kapitalist sistemlerde bu değer geçerlidir. İkincisi ise aşkındır, insan üstü kaynaklıdır. İnsanın kişisel çıkarına ters de olsa 'doğru' olanı önceler. İnsan, yüksek değer gereğince eylemde bulunur, 'doğru' davrandığı için de mutluluk duyar. Böylece her iki değer grubuna uygun davranmış olur. Her iki değer arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğu durumlarda yüksek değeri tercih etmek 'erdemlilik'tir.

Ahlâk konusunda temel  sorun, "ahlâki doğruyu nasıl bilebiliriz?" sorusudur. İslam tarihinde uzun tartışmalara konu olan bu soruya Eş'ariler ve diğer Cebri ekoller, "vahiy ile bilebiliriz" cevabını verirken Mutezile ve Maturidiye ise "akıl"la cevabını vermiştir. "İyi, doğru, erdem vb. kavramlar" Allah dediği için mi yüksek değerlerdir, yoksa kendi başlarına yüksek değerler olduğu için mi Allah bunlardan değerler olarak bahsediyor? sorusuna da yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak Eş'ariler, "Allah dediği için", cevabını verirken, Mutezile ve Maturidiye "bunlar kendi başlarına yüksek değerlerdir" cevabını vermişlerdir.11

Yalın olarak çevremize baktığımızda toplumdan topluma, çağdan çağa değişmeyen ahlâki kuralların fazla olduğunu görürüz. Mesela hırsızlık, gasp, adam öldürmenin meziyet sayıldığı toplum yoktur. Hırsızlığın teşvik edildiği toplumlarda, bu teşvikten amaç, cesaret gibi bir yüce değerin arttırılmasıdır. Yani hırsızlık yalın olarak yüksek değer sayılmamakta, erdemli bir davranış olan cesaretin kazandırılması için araç olarak kullanılmaktadır. Hz. İbrahim'in yıldızı, ayı, güneşi ilah sanıp sonradan zaaflarını görünce Allah'ın ilahlığını anlaması örneğinde olduğu gibi yalın aklın doğruyu, hakkı bulma yetisi vardır. Bu yüzden Kur'an'da sık sık "akletmez misiniz?" tabiri kullanılır. Takva ve fücur kendisine ilham edildiği için (Şems, 8) ahlâki ölçütler insanın yapısında mevcuttur. Bunun için her insan kötülük karşısında üzülür, iyilik karşısında sevinir.

Fakat yine Kur'an'a göre insanların hayır zannettiği şer, şer zannettiği şey de hayır olabilir. (Bakara, 216) "Birr (iyilik), sizin, yüzlerinizi doğuya ya da batıya döndürmeniz değildir. Birr, kişinin, Allah'a ve kıyamet gününe, meleklere ve kitaba, nebilere iman edip, ne kadar kıymetli olursa olsun mal varlığını, yakın akraba için yetimler, ihtiyaç sahipleri ve yolda kalmışlar için, dilenen için harcaması, namazı kılması ve zekatı vermesidir. Bir de bir anlaşma yaptıklarında anlaşmalarına sadık kalanlar ile acıya ve zorluğa tahammül edenlerdir..." (Bakara, 172-177) ve "Evlere arkadan girmeniz iyilik değildir..." (Bakara, 189) diyen Kur'an, yine insanların iyilik (birr) zannettikleri davranışların aslında iyilik olmadığını vurgulayarak yanlışlığı ıslah etmektedir. Nitekim modern toplumlarla geleneksel toplumlar arasında ahlâk telakkilerinde ciddi farklılıklar olması örneğinde olduğu gibi toplumdan topluma ahlâk telakkilerinde çeşitli değişikliklerin olabileceği de bir realitedir.

Çevreden etkilenmeye açık olan akıl, iyilik ve kötülüğün tespitinde mutlak kriter olmamalıdır.  Çevrenin olumsuzluklarından etkilenmeyen saf akıl, pratikte mümkün olmayacağına göre aklı mutlak ölçüt kabul etmek doğru değildir. Akıl, vahyin yol göstericiliğine muhtaçtır. Aksi taktirde vahyin indirilmesine gerek kalmaz, insana verilen akıl gereğince cezası ya da mükafatı verilmesi gerekirdi.

İslam'la birlikte İslam öncesi ahlâki hayatın rehber ilkesi olmuş olan ataların adetlerine karşı tümüyle Allah'ın mutlak iradesine dayalı yeni bir ahlâk anlayışı oluşturulmuştur.12 İslam öncesi ahlâk anlayışı tamamen aşiret kaynaklı olup, ön kabullerden oluşuyordu. "İyi- kötü, doğru-yanlış" tutarlı, nazari temellerden yoksun idi. "Bu iyidir, çünkü babalarımızdan böyle gördük" anlayışı tüm hayatlarında hakim idi.13

Buna rağmen Kur'an, müslümanlara cömertlik, yiğitlik, cesaret, sabır, güvenilirlik, vefa ve doğru özlülük gibi cahiliyede de makbul olan erdemli davranışları büyük bir samimiyetle tavsiye etmektedir. Ancak İslam, bunları bedeviler arasında bulunduğu şekli ile canlandırıp yeniden tanzim etmemiştir. Bunları benimserken ve kendi ahlâki öğretiler sistemi içinde özümlerken, onları arındırıp tazelemiş, enerjilerinin hazırlamış olduğu belli kanallara akmasını sağlamıştır.14 Mesela, herhalükârda akrabadan yana olma anlayışı, İslam'la herhalükârda doğrudan yana olmaya dönüşmüştür.

Kur'an; zulm, adl, kıst, hayr, şerr, gibi kavramların ahlâki içeriklerinin insanlarda objektif olarak bulunduğunu varsayarak, bunları yeniden tanımlama ihtiyacı görmeden pratize etmeye teşvik eder.15 Fakat hayır zannedilenin şer, şer zannedilenin de hayır olabileceğine dikkat çekerek, bazı eylemleri düzeltmektedir.

İnsan davranışlarına yansıyan olumsuzu olumlu görme, yanlış iyilik anlayışı, ahlâk kurallarının değişiklik arz etmesi, Kur'an'ın birçok ayetinde işaret edildiği üzere insanların şeytana uyarak doğruyu görmemeyi tercih etmelerinden kaynaklanmaktadır. Oysa insan doğruyu anlayabilecek durumdadırlar: "Ad ve Semud milletlerini yok ettik. Bunu, oturdukları yerler size göstermektedir. Şeytan, kendilerine işledikleri kötülükleri güzel gösterdi, onları doğru yoldan alıkoydu. Oysa, bunu anlayabilecek durumda idiler." (Ankebut, 38).

Ahlâki kanunun evrensel karakteri, Kur'an'da tartışma götürmez bir açıklıkla görülmektedir. İnsanlar arası ilişkilerdeki ölçüler statü değişikliği nedeniyle değişmez. Konulan kurallar, yönetici-yönetilen, zengin-fakir için aynı derecede geçerlidir. Kur'an'ın emirlerinin tamamı, genelde, tüm insanlığa hitap etmektedir: "De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, kendisinden başka ilah olmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın sizin hepinize gönderdiği elçisiyim."  (A'raf, 158; bkz. En'am, 19).

İster adaletin, isterse faziletin gereği olsun, bütün kurallar başkasına olduğu gibi bizzat insanın kendisine de yöneliktir: "İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?"  (Bakara, 44; bkz. Bakara, 267). Yakınlarımızın, çocuklarımızın hatta kendi aleyhimize bile olsa Allah bizi doğru şahitlik etmekle yükümlü tutmakta, ahlâki davranmamızı istemektedir: "Ey iman edenler! Adalet ile hükmeden hakimler ve Allah için şahitler olun. Şahitliğiniz kendi aleyhinize veya çocuklarınızın ve yakınlarınızın aleyhine olsa bile, zengin olsun fakir olsun doğru şahitlik edin. Allah, her ikisine de sizden daha yakındır." (Nisa, 135; bkz. Mutaffifin, 1-3),

Küfr, Kur'an'da ayıplanacak vasıfların tümünün dayandığı temel kavramdır. İman ise bütün erdemlerin dayandığı temeldir. Onun için kafirler, yanlış bir temele dayandıkları, varoluş amacına aykırı davrandıkları için, ahlâki davranışlar serdetseler bile kendilerinden kabul edilmeyecektir. Fakat kafirlerin faziletli davranışları övülmektedir. Buna karşılık kendi dinleri dışındaki insanlara karşı sorumluluklarının olmayacağını iddia eden ehli Kitap, Kur'an tarafından şiddetle eleştirilmektedir. (Ali İmran, 75-76).

Müslüman olmayanlarla ilişkilerde Allah, sürekli müslümanların haddi aşmamalarını, onlarla iyi ilişkiler geliştirmelerini emretmektedir (Maide, 2). İlişkilerde temel nokta "kötülüğün iyilikle savulması"dır. Böylece düşman olanlar yakın dost gibi olurlar (Fussilet, 34).16

 Sonuç olarak Kur'an'a göre ahlâk, izafi değildir. Toplumdan topluma, çağdan çağa ahlâk kurallarının değişmesi, insanların yanlışı tercih etmelerinden kaynaklanmaktadır. Zamanla kötü olan 'aklileştirilerek' normalleştirilmekte, hatta yüksek değer haline getirilmektedir. Kötülük, toplumu kuşatınca o toplum içinde yaşayanların kötülüğü anlaması zorlaşmaktadır. İnsanın doğuştan getirdiği saf akıl etkilenmeye açık olduğu için karşı çıkılması gereken olumsuzluk bu etkiyle normal görülmektedir.

Kur'an'ın emir ve nehiyleri uyulması gereken mutlak kurallardır. Bunların doğruluk ve yanlışlığı müminler tarafından tartışma konusu yapılamaz. Fakat bu kuralların temelinde de insanın iki dünya saadetini hedefleyen ahlâki değerler yatmaktadır. Kur'an müslümanların, müslüman olsun ya da olmasın insanlarla ilişkilerinin ahlâki temelli olmasını emretmektedir.

Dolayısıyla Rabbimizin bizi sorumlu tuttuğu yükümlülükleri yerine getirirken ve nehiylerinden kaçınırken, aynı zamanda ahlâki davranmış da olmaktayız.

DİPNOTLAR

1- 91/Şemş, 8

2- Takıyettin Mengüşoğlu, "İnsan Felsefesi", Remzi Kitabevi, sh. 15

3- Nihat Keklik, "Türk İslam Felsefesi Açısından Felsefenin İlkeleri", sh. 230-231, İÜ.Edb. Fak. Yay.

4- Takıyettin Mengüşoğlu, "Felsefeye Giriş", Remzi Kitabevi, s. 264

5- Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, 1984 s. 147

6- Felsefeye Giriş, 264-268

7- Nihat Keklik, "Türk İslam Felsefesi Açısından Felsefenin İlkeleri", sh. 230-231, İÜ.Edb. Fak. Yay

8- Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 5. Basım, 1992, İstanbul  s. 262

9- Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 5. Basım, 1992, İstanbul  s. 262

10- Age. s. 273

11- Bkz. Muhammed Ammara, "Mutezile ve İnsanın Özgürlük Sorunu". Ekin Yay.

12- Kur'an'da Dini ve Ahlâki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, s. 71, Pınar Yay.

13- Toshihiko sh. 71-72

14- Toshihiko, Age. s. 110

15- İlhami Güler, "Allah'ın Ahlâkiliği Sorunu", Ankara Okulu Yay. S. 37, Hourani, George'den nakil

16- M. A. Draz, "Kur'an Ahlâkı", İz Yay. S. 21-22.