Ağu Tasındaki Bal

Ali Değirmenci

Günümüzde insanın, kendisi ile yaşadığı dünya arasında, ilk bakışta kolay kolay anlamlandırılamayacak, belirgin ve tutarlı bir yörüngeye oturtulamayacak kadar saydam ve bulanık bir bilinç ve etkileşim tabakası hayatı biçimlendirmektedir. Modern hayat tarzı, yaşayışı ahenkli ve dengeli kılan değerler sistemini sürekli yıpratmakta, tereddüde boğmaktadır. Yeni hatta ucube bir 'enformatik üslup' ve 'kültür endüstrisi' öne çıkmaktadır. Hayatiyet imkânı tanınmayan ve kendileri de özgül bir direnç ve anlamlılık alanı oluşturamayan muhalif çabalar da böylece toplumsal dolaşımın dışına itilmekte ya da kendi bünyelerinde başkalaşıma maruz kalmaktadır. Modern yaşayış, günümüzde ulaştığı nokta itibariyle, insanoğlunu topyekûn bir dejenerasyon ve asimilasyon tehlikesi ile karşı karşıya bırakmış bulunmaktadır. Bugün yerel, kültürel ve hatta dini kimlik ve karakter kaybının ötesinde, "insan olma ve insan olarak kalma" anlayışı bile ciddi, çok yönlü ve tehlikeli bir abluka altındadır.

Zulüm, kirli savaşlar, çirkinlik, ahenksizlik, fakirlik, yoksulluk, yolsuzluk, beğeni kısırlığı, yaşayıştaki semantik çözülüş ve 'çağdaş değerlerdeki kakofoni' gibi modern olumsuzluklar, o kadar süs, kibir ve konformizme rağmen 'çok çiğ bir çağ' imajına sürekli vurgu yapmaktadır. İçerikten yoksun bir söz, imge ve görüntü patlamasıyla, sentetik bir dil eşliğinde açımlanan bu tür bir gelişme, korkunç ve bütüncül bir hafıza yitimi ve tekdüzelik tehlikesinin yaygınlaşmasına da ivme kazandırmaktadır.

Madden ve manen yoksullaşma da bu laik, dayatmacı ve Batı tandanslı yaşama biçiminin önemli karakteristiklerindendir. Maddeye ve menfaate endeksli yaşayış tarzı insani, ilahi ve ahlâki olan bütün manevi değer ve kazanımları baltalamakta, onlara alternatif bir söylem geliştirme olanağı bırakmamaktadır. Modern ilkelliğin ve barbarlığın palazlandığı her yerde hayat kötürümleşmekte, ahlakî gelişim inkıtaya uğramakta ve ulvi değerler bağı meyve veremez hale gelmektedir. Kötülüğün doruklarına çıkan da iyiliğin çetin yollarında direnmeye çalışan da, herkes, bu olumsuzluktan ister istemez etkilenmektedir.

Siyasal, sosyal ve kültürel faktörler eşliğinde birey ve toplum yaşamını kuşatan bu yozlaşma ve çürüme, İslami camiaya da birçok boyutuyla yansımakta kuşkusuz. Ancak şunu hemen belirtmekte yarar var ki dünya ölçeğinde olduğu gibi yaşadığımız ülkede de bu olumsuzluğa karşı en ciddi, etkileyici ve duruş sahibi direniş Müslümanlarca geliştirilmektedir. İnanç ya da ideoloji eksenli hiçbir çıkış, bu konuda Müslümanlarla mukayese edilebilecek bir konumda bile değildir.

Hayat, elbette boşluk kabul etmemektedir. Özellikle son yirmi beş yıldır yaşanan süreç, kendi bünyesinde ilginç çelişkileri barındıran ve toplumsal altüst oluşlara zemin hazırlayan bir görünüme sahiptir. Türkiye'de ilk kez bu dönemde Kemalist 'yüksek' kültürün dışında bir 'aşağı' kültür patlaması yaşanmış; aynı zamanda kitlelerin umut ve özlemleri de ilk kez bu kadar yoğun biçimde kültür endüstrisinin nüfuz alanına girmiştir.

Özgürlüklerin belli aralıklarla sürekli kısıtlandığı, dayatma ve düşmanlıkların arttığı bu dönemde, ilginçtir ki çoğu insan kendini belki de ilk kez bu kadar serbest hissetmiştir. Kişi ve topluluklar, kurumların dışında olmanın serbestliğini, tüketme özgürlüğünü, kendilerini bu dünyaya teslim etmenin dünyevi hazzını tatmaya yöneldiler bu dönemde. Teni ve iştahı keşfettiler, cinselliği konuştular. Kültür ilk kez bu kadar önem kazandı, günlük hayatın kendisi kültürelleşti bir bakıma. Baskının bu kadar yoğun olduğu bir dönemde iç dökme, anlatma, ifşa etme arzusu ilk kez bu kadar öne çıktı. Medya da bunun kanallarını, olanaklarını ilk kez bu kadar bonkörce sundu insanlara. Oldukça girift; hatta trajikomik bir sarmal oluşturan bu süreçte baskı dönemlerinin olağanüstü koşullarını, Kemalizm'in bu topluma sunduğu modernleşme vaadinin çöküşünü, bu topluma biçtiği modern ve ulusçu kimliğin parçalanmasını, ülkenin doğulu ya da taşralı yüzünü her alanda yeniden keşfetmesini, seçkinliğin bastırdığı her şeyin geri dönüşünü, tüketim toplumunun vaatlerini, birden bir bolluk toplumu görüntüsü yaratmayı başaran medya ve reklamcılığı ve bütün bunların hem kalabalıklara hem aydınlara vaat ettiği yeni olanakları bir arada görüyorduk artık.

Herkes okullardaki şiddet ve çeteleşmeden yakınıyor ama toplumun üçte ikisinden fazlası da Kurtlar Vadisi seyrediyordu. Bir taraftan çeşitli bahanelerle dine hakaret artıyordu ama laiklerin bile çok önemli bir bölüğü oruç tutuyordu sözgelimi. Laik ve Kemalist çevrelerin düzenlediği gösterilerde yer gök yıkılıyormuş gibi görünüyordu ama toplumun neredeyse yarısı şeriatçılıkla suçlanan AKP'ye oy veriyordu. Mahallelerdeki cami sayıları sürekli artıyor; fakat camiler de artık Rotary kulüpleri, Atatürkçü düşünce dernekleri gibi çalışıyordu. "Çarşaflı barbi" imajının süreği olan bir düzlemde, İslamcı erkeklerin eşlerini Hülya Avşar ve Sibel Çan'a benzemeye zorlamaları kınanırken, Hülya Avşar'ın AKP'ye oy verdiğini açıklaması hatta örtünebileceğim söylemesi mevzuya tüy dikiyordu.

Sözün özü, at izi it izine karışmış durumdadır artık. Gelinen noktada toplumsal ölçekli sıkıntı ve olumsuzluklar sanıldığından çok daha kapsamlı ve ürkütücüdür. Bu sinir bozucu görüntüler, bir ucuyla en bilinçli kişi ve aileleri bile sendeleten bu tavır ve bakış açıları, insanı şaşırtan bu düşkünlükler, içeriden bakıldığında bizi fazlasıyla üzmekte ve umut kırıcı olmaktadır. Ancak dışarıdan, soğukkanlı ve olgunun kökenlerine inerek bakıldığında bu manzaranın çok fazla yadırgatıcı olmaması gerekir. Algı ve konumlandırma yanılgılarında, içinde yaşadığımız toplumla ve çok geniş bir yelpazeyi akla getiren "İslami camia" ile ilgili ön kabullerimizin, tashih edilmesi gereken yaklaşımların, değerlendirme zaaflarının etkili olduğu söylenebilir.

Kimi yönleriyle devralman Osmanlı mirasının da etkisiyle, bu topluma İslami duyarlılığı yüksek ve zorla köklerinden koparılıyormuş intibaı veren bir perspektifle yaklaşmak, bu yanılgıların başında gelmektedir. Tanzimat'la birlikte geliştirilen modernleşme projesinin ve Kemalist çizginin etkilerini küçümsemek mümkün değilse de bilinçli, dönüştürücü, yenilikçi ve Kur'an merkezli bir toplumsal yapı bu topraklarda tarihin hiçbir döneminde yeşermemiştir. Geleneksel değerleri içselleştiren ve sosyolojik adlandırmaya / görüntüye dayanan duyarlılık biçimleri ya da kimi kıpırdanmalar bizi aldatmamalıdır. Çok yönlü bir problemler yumağıyla boğuşan, geneli itibariyle niteliği düşük bir sosyal performans sergileyen; aynı zamanda zorlama ve baskılarla korkaklık ve ikiyüzlülüğü içselleştiren Türkiye toplumu, üstesinden gelebileceği en ciddi İslami yöneliş ve katılıma son kırk yıl içinde ulaşmıştır. Günübirlik, öncüsüz, örgütsüz gibi görünen ve çoğu alanda el yordamıyla ilerleyen çabalar eşliğinde sanıldığının aksine çok şaşırtıcı başarıların bile elde edildiği iddia edilebilir. Binlerce insan bu gelişmeden bir şekilde etkilenmiş, ciddi değişim ve dönüşümler yaşanmış, göz ardı edilmemesi gereken bedeller ödenmiş, her ailede bir yürek yanmış, her şehirde etkisi hemen hissedilebilen irili ufaklı öbeklenmeler oluşmuştur. Yapılanların çapı, İslami camianın sosyal yaşamdaki düşük performansı göz önünde bulundurulduğunda, beklenenden çok daha fazla bir dirilik ve kazanımın ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bugün kaybolmuş, başkalaşıma uğramış gibi görünen birçok insanda ve ailede bu cılızfakat zinde çabaların izlerini bulmak, onlardaki İslami çıngıya tanık olmak hâlâ mümkündür. Kapsamlı, kalıcı ve kuşatıcı hareketlenmelerde, toplumsal kırılma dönemeçlerinde bu kişi ve grupların, safları zenginleştireceğini umma noktasında iyimser olmak gerekir.

Kur'an merkezli düşünen ve yaşayan, İslami kimliği ve direnişi sosyalleştirmeyi yaşamlarında merkezi bir konuma yükseltme çabasında olan kişi ve öbeklenmeler nicelik yönünden oldukça azdır. Genel kitledeki düşkünlük ve ideolojik yönelme ile kıyaslandığında, aslında, bu kişi ve çevreleri azımsamak, onların çabalarını küçümsemek de doğru değildir. Toplumun en iyi, en nitelikli, en güvenilir ve ahlâklı insanları hâlâ İslami bilince sahip insanlar arasından çıkmaktadır zira. "İslami camia" ifadesini olabildiğince daraltarak, kendi doğal sınırlarına çekerek düşündüğümüzde bu konudaki kaygılanınız, üzüntülerimiz ve hayal kırıklıklarımız azalacaktır. Bunun yanında toplumsal hayattan büsbütün yalıtılmış, sterilize edilmiş bir var oluş tasavvurunun mümkün olmadığı da göz ardı edilmemelidir. Zihinsel hicretin, bireysel ve kolektif salih amellerle sürekli desteklenmesi elbette önemlidir. Ancak bu konudaki arayışların sapkın ve patolojik boyutlar kazanması, bizi Robenson ilkelliğine ya da Don Kişot çarpıklığına da götürmemelidir. Son on yıl içerisinde toplumsal tepkiye yol açan ve Müslümanları da üzüp zor duruma düşüren çirkinlik, ahlâksızlık, zorbalık, yıkım ve kıyımların; modernizme entegre olanlardan çok, içine kapanan, tarikat ya da gizli bir örgüt refleksiyle hareket eden çevreler eliyle gerçekleştirildiğini unutmamak gerekir. Birçok toplumsal kesimin, bu olumsuzluklar nedeniyle İslami davete sıcak bakmaktan uzaklaşarak mesaja yabancılaştıklarını hatta tavır aldıklarını, Müslümanların etkinliklerine duyargalarını kapattıklarını hatırlamakta yarar var.

Kendini Müslümanlık değerleriyle ilintilendiren insanların çoğunda iyi niyet eksikliğinden çok, bilinç ve sistematik eksikliği, kimlik bulanıklığı ve yerine bir şey koyamamanın ürettiği çaresizlikler etkili olmakta; kirlenme ve yozlaşma bu tür gediklerden sızmaktadır. Toplumun önemli bir bölümünün, ilke ve değer merkezli bir yaşayış tasavvurundan değil de, geleneksel / doğulu reflekslerle kamusal alanda görünürlük kazanması, bozulma ve kirlenmenin çoğullaştığı izlenimi uyandırmaktadır. Aslında taşra ya da muhafazakâr kesimler modernizme eklemlenmekte, onlardaki olumsuzluklar bütüncül değerlendirmelerde yanılmalara yol açmaktadır. Seküler ve materyalist dayatmalar karşısında kırılganlıktan kurtulamayan, tüketim kültürünün kölesi olma yolunda sorgulayıcı bir anlayışa uzak olan, görmemişliğin bütün zaaflarını taşıyan, ötekine özendiği için ahlâki bir filtreleme yaklaşımı da taşımayan kişi ve çevreler pek acı da çekmeden, yakınmadan dönüşüvermektedir. Ekonomik durumu iyi olanlar, eskiden olduğu gibi artık içine ya da evine kapanmamakta, kapitalist yaşam biçiminin nimetlerine ölçüsüzce abanmaktadırlar adeta. Ekonomik olanakları ve sosyal standartları düşük olanların durumu da farklı değildir aslında. Haftanın 6 günü sabahtan akşama kadar ölesiye çalış(tırıl)an ebeveynler, çocuklarıyla birlikte, televizyon programlarıyla, ucuz eğlence molalarıyla kendilerine onarmaya ve soluklanmaya çalışmaktadırlar. Özentinin, kompleksin, kimseden aşağı kalmama dürtüsünün, sokakta ya da işyerinde maç, maaş ve magazine endeksli ve gündelik hayat örgüsüyle bütünleşmenin, hazcılığın, tüketme hırsının getirdiği ayrıntılar; egemen yaşama biçimine tepki gösterirken bile "televole toplumu" jargonuyla biçimlenmektedir.

Kimlik sahibi kişi ve çevrelerin bu tür kirliliklerden, yozlaşma ve çürümelerden olabildiğince uzak kalabilmeleri içinse, direniş hattının çok boyutlu bir hale getirilmesi, iç dayanışma ve özeleştirinin canlı tutulması, alternatif arayışlara süreklilik, kalıcılık kazandırılması gerekmektedir. Sadece birey ya da aileyi korumaya yönelik çabalar, ister istemez yetersizlik ve çaresizliklerle karşılaşacaktır.

İslami bir çalışma ya da öbeklenme içinde bulunmak, bu noktada sanıldığından çok daha önemlidir. Direngen ve hayattan yalıtılmamış bir takva anlayışı ancak bu tür çalışmalara katılarak elde edilebilir. Zihni ve yüreği diriliğini yitirmiş, bir gelecek tasavvuru olmayan, hayata özne merkezli bakmayan kişiler; zamanla kendi değerleriyle dayatılan yaşam biçimi arasındaki gerilim nedeniyle bocalamakta, huzursuzluk ve benlik parçalanmalarıyla yüz yüze gelmektedirler. Birlikteliğin, bir hat oluşturmanın, imecenin önemi; arınma ve diriliği sıcak tutan ıslah merkezleri oluşturmanın gerekliliği açıktır. Çocukları, gençleri, bayanları zenginleştirilmiş programlarla kuşatmak, sanıldığından çok daha önemlidir.

Türkiye'de bu tür İslami çalışmaların en büyük zaafı; sürekli, kalıcı ve yenilikçi bir çizgi oluşturulamamasıdır. Oysa hayat, örgütlü ve istikrarlı çabalarla, ilmihal bilgisinin yenilenmesiyle anlamlandırılabilir. Bu tür çalışmaların başarılı olabilmesi için kendiliğindencilik zaafının aşılması gerekmektedir. Bunların programlanabilmesi için de ciddi bir mesai harcanması ve elde edilen birikim ve alternatif önerilerin kişilere ulaştırılması, paylaşılması elzemdir. Bu noktada, bu işleri çekip çevirecek ciddi ve donanımlı bir kadronun oluşturulması, bu kadroyu oluşturanların başka bir işle uğraşmadan kendilerini bu tür çabalara vakfetmeleri artık zorunludur. Devrimciliği süreklilik içerecek biçimde gözetmeyen, bağlılarını hayatin bütünü içinde kuşatamayan, ekonomik ve sosyal yönden özgürlüğünü kazanmış bir kadroya sahip olmayan çabalar zamanla iyi niyet ve gündelik alışkanlıklar zinciri içinde dönenip durmaktadır. Zira, Mekke döneminde olduğu gibi, iki çuval hurma satıp sekiz ay hiçbir işle uğraşmadan yaşayabilme / geçinebilme olanağının arak söz konusu olamayacağı bir dönemde, bölük pörçük çabalarla hayat içerisinde ciddi bir dalgakıran oluşturmak çok zordur. Örgütlü ve çok boyutlu bir yaşam biçimine karşı durmak, yine olabildiğince örgütlü çaba ve alternatif olanaklar geliştirerek başarılabilir. Dergi ve kitabevlerini, dernek ve vakıfları canlandırmak; alternatif okul, kültür ve spor birimleri kurmak, televizyon ve radyolar oluşturabilmek, vahşi kapitalizme eklemlenmeyen ticari örgütlenmeler geliştirebilmek sahip olunacak güç ve zindelikle orantılı olarak hayata geçirilebilecektir.

Bu bağlamda atılabilecek daha somut ve aktüel adımları başka bir yazıya erteleyip, sözlerimizi Mme de Stael'in şu cümleleriyle bitirelim:

"Hayatın yükü altında ezilmeyelim. Merhametsiz düşmanlarımıza, nankör dostlarımıza fikrî mele­kelerimizi ezmiş olmak zaferini tattırmayalım."