1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ’İslamcılık siyaseti’ bitti mi? Yoksa, daha yeni mi başlıyor?
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

’İslamcılık siyaseti’ bitti mi? Yoksa, daha yeni mi başlıyor?

08 Temmuz 2011 Cuma 18:51A+A-

[email protected]

Önce, ‘İslamcılık siyaseti’ ibaresinden ne anlamalıyız?

Bu ibare, burada geçen kelimelerden anlaşılacağı üzere, ‘İslam’a göre bir siyaset takib etmek’ şeklindeki isteklerden oluşan sosyo-politik cereyanı ifade etmektedir.

İslamcılık, denilebilir ki, son yüzyılda çıktı karşımıza, bir çare ve çözüm projesi olarak..  

Bir toplumun veya toplumların gidişatının sağlıksız olduğu fikrinin yaygınlık kazandığı dönemlerde, çözüm projelerinin öne sürülmeye başlanması tabiîdir..

Her şeyin mükemmel olduğuna inanılan dönemlerde ise, başka çözüm yollarından sözetmenin abes sayılacağı açıktır..

Nitekim, Hz. Peygamber (S) döneminde müslümanlar arasında muhtelif cereyanlar yoktu.. Yeni bir toplum modeli doğuyordu ve Resul-i Ekrem (S)  ümmetini,  ve toplumu ve çağını Kitabullah’ın hükümlerine göre şekillendirmeye çalışıyordu. Bu, İslam siyaseti  idi.. Toplumu, dünyayı ilahî / mutlaq doğrulara göre yeniden kurmak çabası..

Ancak, bu siyaset, daha sonra ne kadar başarıyla sürdürülebildi, o ayrı konu..

Asr-ı Saadet’ den sonra ve ‘Khulefâ’y-ı Râşidîyn (Olgun Halîfeler) dönemi olarak isimlendirilen dönemin ise, mutlak bir örnek oluşturduğunu pek söyleyemeyiz.. Çünkü, hele de Hz. Osman zamanında ortaya çıkan  ve sonunda bizzat Hz. Osman’ın da katliyle sonuçlanan büyük karışıklıklar ve ondan sonra Hz. Ali’nin işbaşında bulunduğu 4,5 sene zarfında, sosyal bünyeyi sağlıklı bir zemine oturtmak için yapmak zorunda kaldığı ve düne kadar müslüman toplumunun seçkinleri olarak kabul edilenlerin rakib- hasım olarak karşısına çıktığı Cemel, Sıffîyn ve Nehrevan gibi üç büyük içsavaş’tan geriye kalan tablo, İslam Milleti’nin kalbinde derin acıları hâlâ da hissettirmektedir.

*

Hz. Ali’nin katledilmesinden sonra ise.. İş tamamen çığırından çıkmış ve saltanat usûlüne geçilmiştir.. - İskilibli M. Âtıf  Efendi’nin deyimiyle,- artık ‘hılâfet-i kâmile(mükemmel hılafet) dönemi bitmiş, ‘hılâfet-i nâqıse’ (noksan hılafet) denilen bir dönem başlamıştı.. Çünkü, artık şer’an hak sahibi anlayışına göre değil, güç sahibi oluşa göre şekillenen bir iktidar dönemi başlamıştı ve bu durum 14 asrını alacaktı, müslümanların.. Sultacılar, sultanlar, liderler, despotlar, tiranlar, diktatörler, melikler, şahlar, zer (altın) ve zor yoluyla tebelleş olmuşlardı ümmetin başına..

Ve, ümmet de onlara,  dünya daha büyük fitnelere giriftar olmasın ve fesada uğramasın diye, boyun eğdirilmişti..

Çünkü, en kötü hükûmet bile, tam bir anarşi demek olan hiç hükûmetsizliğe tercih olunurdu..

Müslüman toplumların tarihi, bu açıdan, nice Yezid’leri, ‘kendisi mel’ûn ise de, hükûmeti meşrû’ ve vâcib’ul itaattir..’ mantığıyla, kabulle zorlayan bir anlayışla malûldür..

Ve asırlarımızın nasıl geçtiğini pek anlamaşısız herhalde.. Çünkü geriye, sadece askerî zafer veya yenilgilere göre şekillenen kapalı bir toplum örneği kalmıştı..

Hattâ, en güçlü olduğumuzu zannettiğimiz ve genel siyasetimizi askerî gücümüzün belirlediği kabul edilen dönemlerde bile, dünyayı çok iyi okuduğumuz da iddia edilemez her halde.. 

Bir örnek olarak, henüz 500 yıl öncelerde, Avrupa toplumlarının mezheb kavgalarıyla birbirlerini açkurtlar gibi boğazladığı ve 30 yıl süren savaşların içinde korkunç şekilde boğuştukları dönemde bile, olup bitenlerden pek fazla haberimizin olmadığı anlaşılıyor.. Çünkü müslümanların büyük gücü Osmanlı’nın Avrupa ülkelerinde daimî sefarethaneleri/ elçilikleri yoktu; ulemânın verdiği, Müslümanların ‘Dâr’ul Harb’de daimî olarak ikamet edemiyecekleri’ yönündeki fetvâlarıyla..

Halbuki, Avrupa devletlerinin pekçoğunun İstanbul’da daimî elçilikleri vardı, içimizdeki her şeyden haberdar olabiliyorlardı..

Bizim ise, ulaştırılacak bir mesajımız veya yapılacak bir ticaretimiz varsa, onlar için, müslüman memurlar veya tâcirler, ancak geçici olarak sefere çıkmak iznine sahib bulunuyorlardı. Böyle olunca da, Avrupa’nın o korkunç karanlık döneminden, doğru dürüst bir haberimizin olmadığı ve o kadar çaresiz kalan toplumlara, cihanşumûl olduğuna inandığımız inancımızın mesajını oluşturmak gibi barışçı yollara bile tevessül edemiyorduk..

Hattâ o kadar ki, müslümanların en büyük gücü olduğu kabul edilen Osmanlı Devleti’nin, Endulus’deki müslümanlardan da pek haberi olmamıştı.. Keza, Afrika’nın ortasında doğudan batıya, Sudan’dan Nijerya’ya kadar kadar uzanan Orta Afrika kuşağının içinde yer alan ve halklarının çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu, bugün, Mali, Moritanya, Çad, Nijer, Fildişi Sahili, Gana, Gine, Senegal gibi ülkeleri içine alan coğrafyada yüzlerce yıl hükümranlığını sürdüren Sokoto İmparatorluğu’ndan da pek haberimiz yoktu..

Aynı şekilde; haydi İran hele de son 500-600 yıllık süreç içinde, sünnîlikten şiîliğe geçtiğinden, onun, sünnîlik adına hükmeden otoriteye itaat etmesi düşünülemezdi diyelim; ama, İran’ın doğusunda yer alan Afganistan ve Türkistan ile de, Hindistan’daki onmilyonlarca- müslümanlarla da ilgilenemedik, asırlarca.. Kezâ, bugün Malezya, Endonezya ve Patani’de yaşayan ve halklarının ekseriyetini oluşturan müslümanlarla da ilgilenemediğimiz gibi..

Yani, asırlarca, bir İslamcılık siyaseti takib edemedik..

Halbuki, aynı zaman diliminde, Avrupalılar, daha sonra Amerika adını verecekleri bir yeni kıt’ayı keşfediyorlar; Afrika’nın güneyinden dolanıp, Hind Okyanusu’na ve Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan yerlere sadece askerî güçlerini değil, kendi inançlarını ve yaşayış tarz ve kültürlerini de taşıyorlardı..

*İslam siyaseti, adâlete dayalı bir dünya kurmak hedefini taşırken..

Ve, miladî-18. yüzyılın ortalarında Avrupa, termo-dinamik kanunlarını ve ‘buhar gücü’nü keşfeder ve 1750’lerde ilk lokomotifi harekete geçirirken, dünyaya yine ayak uyduramadık, dünyadaki gelişmelerden geri kalmamak gerektiğini pek anlayamadık..

Müslüman toplumların hele de son 300 yıldır, derinden derine bir arayış içinde olduğu söylenebilir.. Ondan önceki dönemlerde de herşey mükemmel değildi, ama, ciddî bir problem olduğunun farkına varılamamıştı, herhalde..

Bununla, müslüman halk kitlelerini suçlamak geleneğine tutunduğumuz  sanılmamalı.. Hiçbir maddî, manevî, ve kültürel kalkınmayı, herhangi bir halkın ‘avam’  kitleleri sağlamamıştı.. Ama, yazık ki, medreselerimiz -Âkif’in Safahat’ta çok çarpıcı şekilde anlattığı üzere- asırlarca, dünyada da, uqbâda da işe yaramıyacak konularla oyalandı..

Osmanlı, Sadrâzam Koca Râgıb Paşa’nın Padişah’a verdiği ârizâ’da dile getirdiği üzere, uzaktan bakıldığında, güçlü bir aslana benziyordu, ama, yakından bakanlar bu aslanın pençelerinin artık iş göremiyecek derecede zayıfladığını  farkediyorlardı..

Ve Avrupa’da sanayi inkılabı her alanda akıl almaz gelişmeler kaydetmeye başlarken..

Biz hâlâ, derin uykulardaydık, hâlâ ve sadece askerî güç ve zaferleri gözetlemekteydik..

Avrupa karşısında, askerî alanda da geri kaldığımızı hissettiğimizde ise..

İş işten geçmiş ve geride bir utanç ve yeni nesillerin zihninde de aşağılık duygusu kalmıştı..

Bu bakımdan,

‘Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm;
Dolaştım mülk-i İslam’ı; bütün  viraneler gördüm..’

diye yakınan Ziyâ Paşa, çok yanlış da söylemiyordu.. Gerçi, diyar-ı küfr içinde de nice virâneler vardı; ama, sanayileşen diyarlara ayak uyduramadığımız da ortadaydı..

Zaman tünelindeki yolculuğumuz böyle, yüzlerce yıl sürdü..

Halkın çocuklarına da açık olacak şekilde ilk mektebleşme sürecine geçişimiz bile, 19. yüzyıl ortalarına doğru gerçekleşebildi..

Ama, çok geç kalmıştık..Ve, geç kaldığımızı hemen herkes hissetmeye, farketmeye başlamıştı..

Yeni yeni filizlenmeye başlayan yerli sanayi, liberalizmin, ‘Laissez-faire/ Laissez-passer (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.)’  formülüyle daha doğarken boğuluyordu. Buna, bir de, Osmanlı’nın güçlü zamanlarında Avrupa’lılara bir lûtuf olarak verilmiş olan kapitulasyonlar/ ayrıcalıklar’ın şimdi artık, Avrupalıların elinde bir dayatma haline dönüştürüldüğünü de ekleyebiliriz..

O dönemde, çare arayışları da yaygınlaşmaya başlamıştı.. Çünkü müslümanlar bu geri kalışı kabullenemiyorlardı.. Ama, neyin nasıl düzeltileceği de bilinemiyordu..

İşte öyle bir dönemde.. 1800-1850’lerde karşımıza ‘Tanzimat kafası’  çıkıyordu.. Bu kafa, sadece Avrupaî dış görüntü ve kılık-kıyafeti kabullenerek modern dünyaya yetişilebileceğini sanıyordu. Memurlara setre pantalon, sarık yerine fes, redingot tipi paltolar giydirmekle, kolalı gömlekli katibler özentisiyle.. (Ki, bu özentiler, o dönemden bir asır kadar sonralarda, en sınır tanımaz ve en dayatmacı usûllerle devrim diye sahnelenecekti..)

İşte o ağır sosyal şartlar altında, geri kalmışlık daha net olarak ortaya çıkarken, toplumun içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtarılacağına dair akıl yürütmeler gündeme daha sistematik olarak gelmeye başlıyordu..

Belli başlı üç tarz-ı tefekkür vardı:

1-İslamcılık..

Bu çözüm önerisini yapanlar, toplumun İslam’a göre düzenlenmesini istiyorlardı, ama, bununla neyi kasdettiklerini anlatamıyorlardı.. Belki de bilemiyorlardı bile.. Genelde, Hz. Peygamber (S)’in Asr-ı Saadet dönemi uygulamalarına dönülmesini isteniyordu. Kimileri, modernizm/ asrîlik/ çağdaşlık adına Avrupa’dan gelen her yenilik ve yeni fikre karşı direnmek gerektiğini söylüyorlardı. Ama, bunun nasıl olacağını yine kestiremiyorlar; sadece, yapılan saldırılara İslam adına karşılık vermeye çalışıyorlardı.. Avrupa’dan teknoloji ürünleri alınabilirdi, ama, Avrupaî denilen yaşayış tarzı, hayır!..

2-İttihad-ı anâsır-ı Osmaniyecilik..

Yani, Osmanlı’nın bütün halklarının birliği görüşü.. Bu görüşü savunanlar, ‘müslümanların üstün, ötekilerin ikinci sınıf olduğu’ şeklindeki hâkim anlayışın artık bir kenara konulmasını ve hangi dinden olursa olsun, bütün Osmanlı vatandaşlarının eşit haklara sahib olduğu vurgusuna ağırlık verilmesini istiyorlardı.. Devletin devamı için, belki böyle bir çare bulunabilirdi..

3-Mustagriblik, Garbçılık/ Batıcılık..

Bu üçüncü cereyan ise, Avrupa’nın, kayıdsız-şartsız model alınmasını düşünüyorlardı.. Bunlar kimisi kavmiyetçiliği esas alıyordu, kimisi laikliği; kimisi Avrupaî yaşayış tarzının kayıtsız-şartsız  kabul edilmesini.. Bu cereyanın bağlıları, Avrupa’dan sadece teknolojik yenilikleri almakla ilerleme olmayacağını, bir medeniyet ve kültürün bölünme kabul etmez bir bütün olarak algılanması gerektiğini ileri sürüyorlardı.. Yeni Osmanlılar, Jön-türkler  ve sonra da İttihadçılar diye isimlendirilen, daha sonra da kemalistler denilenler bu üçüncü gruptan idiler.

Ve öyle bir hengamede, halk ise, ortada yoktu.. Çünkü sistemin adı, saltanat idi ve iktidar, Saray / İlmiyye (ulemâ) ve Seyfiye (kılıç ehli olanlar, ordu) arasındaki dengelere göre şekilleniyordu..

Yukarıda, Halife vardı, Şeyhulislam vardı, Bâb-ı Meşihât vardı, Ulemâ vardı..

İşte böyle bir ortamda.. Halk ise, vergi vermek, askere gitmek ve itaat etmekle mükellef idi..

Halk, ülkenin mes’eleleri hakkında nasıl görüş belirtebilirdi?

*

İslamcılık siyasetinin diplomasi sahnesine yeniden çıkışı..

1517’de, Yavuz Selim’in Mısır’ı da hâkimiyeti altına almasını takiben, son Abbasî Halifesi Mütevekkil’den devralınan Hılafet, 400 yıla yakın bir süre, doğru dürüst hatırlanmamışken;  Sultan 2. Abdulhamid döneminde, dünya çapında, İslamcılık siyasetinin bir aslî unsuru olarak, etkili şekilde kullanılmaya başlandı..

Gerçi, Osmanlı, müslümanların bir devleti idiydi; ama, Osmanlı tarihinin en yetkin uzmanlarından Prof. Ömer Lûtfi Barkan’ın da yarım asır öncelerde yaptığı tesbitte olduğu üzere, evet, sosyal hayatın İslam’a göre şekillenmesine karşı çıkmıyordu, ama, kendisinin saltanat rejimini İslam’a teyid ettirmek gereğini hissetmediğinden, fiîlen laik idi;  kendi hukukunu kılıç gücüyle belirliyordu. Keşke, İslam bir yağdanlık olarak değil de ve bütün insanlığın huzuruna hizmet edecek şekilde devreye samimîyetle girebilseydi..

Ama, görüldü ki, Osmanlı’nın oldukça zayıflamaya başladığı bir sırada,  İslamcılık siyaseti diplomasi alanında da oldukça etkili şekilde kullanılmaya başlanıyordu.. Ama, miladî-19. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkan bu yöntem arayışları içinde, bir İslamcı siyaset takib edilmesini önerenler tefekkür planında zayıf kalıyorlardı..

Bütün Osmanlı unsurlarının birliğini esas alan İttihad-ı anâsır-ı Osmaniye şeklindeki ve daha çok, devletin yeni resmî anlayışını yansıtan cereyan ise, güçlü gibi gözüküyordu, ama, asıl güçlü akım, Mustağriblerin, Garbçıların, Batı’cıların, Batı çarpılmışlarının cereyanı idi..

Ve, İslam, hele de bu cereyana kapılanlarca, ilerlemeye engel görülüyordu..

‘İslam imiş devlete, pâ-bend-i terakkî /(yani, devletin ilerlemesine ayakbağı)
 Evvel yoğidi, işbu rivayet yeni çıktı..

diyen Ziyâ Paşa, bu anlayışı eleştiriyor ve,  

‘Mösyö, pardon diyerek eylersen feth-i kelâm, /
Denilir her sözüne, aynı keramet gibidir..’

diyerek bu yaklaşımının sığlığına dikkat çekiyordu..

Ancaak, o dönemin İslamcı görüş sahibi olarak bilinenler, genellikle, savunmadaydı..

Bu arada, Meşrutiyet yıllarını aydınlatmakta etkisi olabilecek bir noktaya daha değinelim..

O dönemde, Abdulhamidin İslamcı bir siyaset izlemesinin etkilerini görüp korkan ingiliz emperyalizmi, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra, Kaanûn-i Esasî’yi / anayasa’yı yürürlüğe koymakla yetinen İttihadçılara kızgındır. Çünkü, onlar, kendilerini asıl korkutan güç odağının, Khılafet’in  kaldırılmasını beklemektedirler. Ama, İttihadçılar  henüz o cesareti bulamamaktadır kendilerinde..

Başlangıçta İttihadçı olup sonra onlardan ayrılan ‘feylesof/ filozof’ lakabıyla bilinen ve bir ara İstanbul Dâr-ul’Funûnu (üniversitesi) rektörlüğü yapan Rıza Tevfik, Londra’ya gittiğinde, İstanbul’da ingiliz sefiri iken emekli olup Londra’ya dönmüş olan eski dostu Lord Nicholson’u ziyaret eder, ama, onun kendisine soğuk, mesafeli davrandığını hisseder ve bunun sebebini sormaktan kendisini alamaz.

Nicholson’un cevabı ilginçtir:

-Dostum, biz size o kadar büyük yardımları, sadece Meşrutiyet ilan edip, Kaanûn-i Esasî (anayasa)’yı yürürlüğe koyasınız diye değil, Hılafet’i kaldırasınız diye vermiştik..

Rıza Tevfik anlamakta zorlanır:

-Lord cenabları, İngiliz devlet-i fahimânesini Hılâfet makamı niçin bu kadar ilgilendiriyor ki?

Nicholson’un  karşılığını yine ilginç ve uyarıcıdır:

-Dostum Rıza Tevfîk, biz (başta Hind olmak üzere) bütün denizaşırı sömürgelerimizde yüzmilyonlarca müslümanı kontrol altına alabilmek için, milyarlarca ingiliz lirası harcıyoruz, yine de başarılı olamıyoruz, ama, Halife’nin, selam-ı şahanesini ve Hâfız Osman hattıyla yazılmış bir Kur’an’ı taşıyan hey’etler o yüzmilyonları itaat altına alıyorlar.. Biz işte bu gücü bertaraf etmek istiyorduk.. Size yardımlarımız bunun içindi..’

Bu anekdot, gerçekte, İslamcılık siyasetine asıl karşı çıkanların kimler olduğunu izah etmesi açısından ilginçtir..

İngiliz emperyalizmi, 1908’deki Meşrutiyet ilanıyla ulaşamadığı o emellerine 15 sene sonra, Lozan’da ulaşacak ve aynı emellerini M. Kemal eliyle gerçekleştirecekti..

Hatırlayalım, 2003 yılında, Lozan Andlaşması’nın 80. yıldönümü dolayısiyle, zamanın C.Başkanı A.N. Sezer, yayınladığı mesajda, Lozan’ı, ‘Bize laik cumhuriyeti hediye eden bir büyük tarihî hadise’ olarak anmıştı.. Ve yine hatırlayalım ki, Lozan’da emperyalist güçlerce dayatılan laik rejim, halkımızın ve ülkemizin 80 yılını İslam’la savaşarak heba etti.. Çünkü, vazife ona göre verilmişti..

*

Her ni’metin bir külfet ve bedeli de vardır..

Evet, İslam değil, ama müslümanların hükûmeti ve bütün zaaflarına rağmen müslümanların elindeki büyük bir güç olmaya devam eden ve ıslah edilmesi halinde müslümanların ve İslam’ın hizmetinde olması mümkün olan Osmanlı, en çok da işte o İslamcılık siyasetine ağırlık vermesinden dolayı parça parça edildi ve bugün o topraklarda 30’dan fazla başkent,  kutsal sayılan 30’dan fazla ulusal bayrkalar, ulusal sınırlar, biribirlerine diş gıcırdatan ulusal ordular var..   

Yıkılmış, parçalanmış bir ümmet manzarası..

O günkü dünyada, müslümanların elindeki iki müstakil devlet olarak İran ve Osmanlı vardı.. İran, son özellikle de 500 yıldır şiîlik adına hükmeden bir Şahlık rejiminin elindeydi.. Ve Osmanlı ise, nazarî/ teorik olarak bütün sünnî toplumların temsilcisi ve lideri durumundaydı..

Ama, o artık yoktu..

Ancak, Osmanlı’nın, 625 yıllık bir devletin tarih sahnesinden atılmasıyla müslüman halklar büyük bir travma yaşamış olsalar bile; bu durum onlara, kendi iradelerine, kesin doğru kabul ettikleri kendi inanç ölçülerine göre bir dünyada yaşamak hedeflerinden kopmalarını getirmeyecek ve o arzu, erişilmesi gereken bir kutsal hedef olarak kalb ve beyinlerdeki hükmünü sürdürecekti..

Nitekim, o müthiş yıkılışa rağmen, bu yoldaki kıpırdanışlar, her müslüman toplumunda dipten gelen dalgalar halinde, derinden derine hissediliyordu.. Ve nihayet, İslamî ideallerle ve İslamcı siyaset talebleriyle bir devlet kurulması talebini ilk yükselten, Hind müslümanları oldu.. Pakistan adında ayrı bir devlet kurulması düşü ilk kez, Muhammed İqbal tarafından dile getiriliyordu.. İqbal gerçi, bu idealinin gerçekleşme safhasına konulmasından 10 sene öncelerde dünyayı terkedecekti; ama, resmî adı Pakistan İslam Cumhuriyeti olan yepyeni bir devlet kurulacaktı,14 Ağustos 1947 günü..

Ama, bu yeni İslam Devleti gerçek ve de mümkün mü idi?

Bunu, Pakistan’ın kuruluş yıllarındaki siyasî lider olan ve hâlâ da ‘Qaid-i Âzam’ / ‘Büyük Önder’ diye anılan  ve kafa yapısı itibariyle, ‘bir ingilizden daha az ingiliz olmayan birisi’ olarak tanımlanabilecek olan Muhammed Ali Jinnah’ın 14 Ağustos 1947 günü Pakistan Kurucu Meclisi’nde yaptığı ilk konuşmanın Pakistan’da yayınlanması 35 yıl kadar yasaklandığını söylersek, konu anlaşılabilir.. Jinnah, bu konuşmasında, ‘Evet, biz bir İslam Cumhuriyeti kurduk; ama, biz bugünden itibaren gerçekte laik bir siyaset izleyeceğiz.’ diyordu..

Aradan yıllar geçtikten sonra, 1983’lerde Muhammed İqbal’in oğlu Câvid İqbal ise, bir Amerikan dergisine verdiği mülâkatta, ‘Pakistan’ın kuruluşunda, gerçi İslam Cmuhuriyeti denildi, ama, o isimlendirme, gerçekte fundamentalistlerle aydınlar arasında zımnî bir anlaşma ile yapılmıştı.. İslam’a alenen aykırı uygulamalardan kaçınılacak ve müslüman halk da aydınların hükûmetine itaat edecekti..’ diyordu..

Oyun aynen öyle kurulmuştu..

İşbu Câvid İqbal, General Ziya’ul Haqq’ın askerî darbe ile devirip idâm ettirdiği Başbakan Zulfiqar Ali Butto’ya idâm kararı veren yüksek mahkemenin de reisiydi ve bunu mâzur göstermek için, ‘Butto, biz İslam Cumhuriyeti değil, laik cumhuriyet olacağız diyerek bu dengeyi  bozdu. Halbuki, biz zâten laik idik ve amma, görüntü başka türlü verilmişti.. O bu sahneyi yıktı, bedelini ödemesi gerekirdi.. Aksi halde, hepimiz altında kalır ve İran gibi olurduk..’  diyecekti..

Evet, İslamcı siyaset taleblerini engellemek için durum ve şartlara göre, nice oyunlar her yerde oynandı, oynanıyor..

Acı Pakistan denemesini, Cezayir müslümanlarının 1954’de fransız sömürgeciliğine karşı, inançlarına, kendi hürr iradelerine göre özgür olarak yaşamak talebiyle yükselttikleri protesto  ve qıyâmlar takib etti.. 7 sene süren o çetin İstiklal/ Bağımsızlık Savaşı boyunca, Cezayir halkı, en az 1,5 milyon insanını kaybetmişti, ama, sonunda Fransa, askerî planda tutunamıyacağını anlayıp çekilmeye karar verdi..

Ama, ideolojik planda tahakkümünü perçinleyecek şekilde bir düzenek kurmuştu.. Ahmed bin Bella ve hemen arkasından da Huari Bumedyen’in 30 yılı bulan sosyalist yönetimi altında, müslüman Cezayir halkı, İslamî hiç bir talebini dile getiremiyecek şekilde sıkboğaz edildi.. 1990’lara varıldığında ise, Cezayir halkı İslamî taleblerini, İslam’a göre, inançlarına göre yaşamak taleb ve hedeflerini istemek üzere yeniden ayağa kalkıp, Abbas Medenî liderliğindeki İslamî Selamet Cebhesi yapılan seçimlerde halkın yüzde 85’inin oylarını aldığında..

Emperyalist dünyanın özgürlük ve demokratlık gayreti kabarıp, müslüman halkın Cezayir’de İslam adına diktatörlük kurmak isteyecekleri iddiasıyla, müslüman halkın bu İslamî tercih ve iradesi, kanlı bir askerî diktatörlükle kanlı bir şekilde boğazlanacaktı.. Ve emperyalist güçler  ve onların yandaşları, ‘demokrasinin kendisini korumak için gerektiğinde diktatörlük metodundan faydalanabileceği’  gibi ‘mücevher’ler üretmekten de geri durmadılar..

Bir halkın nasıl yönetileceğine dair iradeyi ortaya koymak hakkı, ancak kendisine aid bir hak idiyse de, bu hakk, müslüman toplumlar için de kabul edilemezdi, yani..

Nitekim, İran’da 1977 yılı yaz aylarında başlayıp 1979 başına kadar devam eden ve Şah’a karşı dev kitlelerin, milyonluk gösterileri harekete geçtiğnide, İran şehirlerinin ana caddelerinin duvarları, sadece farsça değil, ingilizce, fransızca, arabça vs. çeşitli dillerde, ‘Biz İslam Cumhuriyeti istiyoruz.. Biz Hükûmet-i İslamî istiyoruz..’ yazılarıyla donanmıştı..

Hedef açıktı.. Yani, kimse kandırılmıyordu.. Hedef, İslam Cumhûriyeti idi, müslüman halkın İslamcı siyaset talebine cevab vermek idi..

Ama, emperyalist dünya, İran halkının protestolarına değişik şekillerde yaklaşsa bile, onların ‘İslam Cumhuriyeti, İslamî bir hükûmet oluşturmak ve İslamcı bir siyaset takib edilmesi yönünde irade belirtmesi’ni, o halkın en tabiî bir hakkı olarak kabullenmek istemedi..

Bir halkın kalb ve beynindeki kesin doğru olduğuna inandığı ölçülere göre idare edilmek istemesinde şaşılacak bir durum şey olmasa gerektir.. Nasıl ki, kimsenin, ingilizlere ve kezâ, Norveç, İsveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve İspanya halklarına, şu krallık rejimlerini atın başınızdan, bizim istediğimiz gibi olun demek hakkı yok ise; başkalarının da müslüman toplumlara  emperyalist odakların istediği şekilde rejimler kurmalarını tavsiye etmek, dayatmak gibi bir haklarının olmadığını kabul etmek mantıkî düşünmenin tabiî bir gereğidir..

O oyunlar, entrikalar tutmadı ve İran’da Şahlık rejimi çökertildi, İslam Cumhûriyeti kuruldu.. Ama, bu kez de, İran İslam Cumhuriyeti uygulamasının henüz körpe haldeyken boğulması için içerden ve dışardan, topyekûn bir savaş açıldı.. Saddam’ın 7 günde ve zaferle bitireceğini umduğu ve amma 8 yıl sürecek olan Irak- İran Savaşı bütün dünya siyasetini derinden etkiledi.. Hedef, bu yeni rejimi boğmaktı.. Ama, o olmazsa, büyük inqılab hareketinin hiç değilse, İran coğrafyasına mahsus, İranize edilmiş durumda veya  sadece İran’da, şia müslümanlarına mahsus bir hükûmet tarzı olarak kalması hedefleniyordu..

Bütün bu kalkışmalar ve saptırma çabaları ve müslüman halkların yine de direnmeleri ve taleblerini dünya çapında yükseltmeye çalışmaları, İslam’ın dünya gündemine son 100 yıl boyunca olmadığı şekilde yeniden gündeme oturmasına yol açtı..

Zorluklara gelince.. İslam’ı taleb etmenin bir bedeli olmalıydı ve olacaktı da, elbette..

Bir milyondan fazla insanın kaybından ayrı olarak, nice maddî zenginliklerin ve kültürel değerlerin mahvolmasına da mal olan o kanlı İran- Irak Savaşı, durdurulduktan sonra..

Afganistan’da komünizme karşı verilen savaş da,  bu savaşın bitmesini takiben, bu kez de İslam adına çeşitli hizblerin, cemiyetlerin birbiriyle korkunç bir boğuşmaya geçmesi üzerine, müslüman halkların gündeminden düşünce..

Müslüman coğrafyaları Fransa adına izleyen (Oliver Roy isimli) bir fransız yazarın ‘Siyasal İslam’ın İflası..’ başlığıyla adıyla piyasaya sürülen kitabı ve benzerleri, artık müslümanların sosyo-politik taleblerinin olmaması gerektiği ve çünkü İslam’ın/ müslümanların siyasî taleblerinin iflas ettiği görüşünü dillendirmeye başladılar..

*

Kervanımız yola yeniden koyulmuştur; bütün müslüman coğrafyaları dipten gelen dalgalarla harekete geçmiştir..

Ve bugün, müslüman toplumlar her ne kadar aqıdevî açıdan tartışılabilecek eğilimler gösterseler ve de, amelî açıdan çok da sağlıklı bir çizgide olmasalar bile..

İslam’a göre, kendi inanaçlarına göre yönetilmek taleblerini giderek daha bir güçlü şekilde ifade ediyorlar..

Müslüman coğrafyalarında, birkaç istisnasıyla, büyük çapta, sulta rejimleri, zorbalığa dayanan, diktatörlüğü dayanan baskıcı düzenlemeler sürür giderken, müslüman halkın umudunun, beklentisinin sadece İslam olduğu ve kendilerini İslam’a nisbet edenlere olduğunun son bir örneği, Türkiye’de yapılan seçimlerde, kemalist laik rejimin cenderesinde yapılmasına rağmen, müslüman halkımızın ortaya koyduğu tablodur..

Bugün, İslamcılık siyasetinin takib edilmesi talebleri, hemen bütün müslüman coğrafyalarında giderek daha bir yükselmektedir.. Toplumlar, ‘yaşayacaksak da, doğruluğuna inandığımız bir yolda yaşayalım; öleceksek de, yine o yol için..’ anlayışına daha bir itibar etmektedir..

O halde, İslamcılık siyaseti bitmek ne kelime, tam tersine.. Emperyalist uygulamalara karşı koymaya çalışan beşerî irade kaynaklı bütün direniş cereyanları iflas ettiği bir zaman diliminde, sadece İslamcı hareketler onca tökezletme çabalarına, baltalamalara rağmen ve de, haramîlerin tamtam seslerine aldırmaksızın; görkemli yolculuğunu sürdürmektedir..

Karamsarlık, yeis, kişiyi inandığı değerlerden şübheye götürür.. 

YAZIYA YORUM KAT

12 Yorum