1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Burhaneddin Rabbânî’yi yakından tanımak için..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Burhaneddin Rabbânî’yi yakından tanımak için..

27 Eylül 2011 Salı 17:23A+A-

[email protected]

 

-Bu hepimizin de hikayesidir, gerçekte..-

-I-

Merhûm Rabbânî’yle ilgili fasla girmeden önce, bu günlerin diğer birkaç gelişmesine de kısaca değinmeyi gerekli görüyorum:

1-Tam da Atasoy Müftüoğlu dostumuzun Yeni Şafak’ta 25-26 Eylûl günleri yayımlanan yayınlanan son röportajı ve özellikle, ’Tarihî bir bütünlük içinde düşünmek, özellikle küresel çağda genç Müslümanların, kendilerini bir yerelliğe, bir mezhebe, bir etnik asabiyete, bir ülkeye kapatmadan, bütün bir yeryüzü ve insanlık gerçeğini bir bütünlük içinde takip etmeleri gerekiyor. Müslümanlar yerel, mezhepsel ya da etnik herhangi bir asabiyetle sınırlandırılmış bir tarih terbiyesine sahib iseler hiçbir zaman gerçek ümmet ol(a)mayacaklar..’ cümlelerini okuyordum ki, İran C. Başkanı Mahmûd Ahmedînejad’ın, BM. Genel Kurul çalışmalarına katılmak üzere gittiği B. Amerika’da, El’Cezire televizyonuna verdiği mülâkat metni de ulaştı.. Bu beyanattan birkaç cümlenin farsça metnini (’tabnak-ir’de 25 Eylûl günü, 192643 numarayla yayımlanan haber letninden) aynen aktarayım:

تقسیم‌شیعه و سنی را قبول ندارم


احمدي‌نژاد در پاسخ به سوالی درباره تفاوت شیعه و سنی و ارزیابی خود از شکل‌گیری قطب قدرت شیعیان در خاورمیانه گفت: تقسیم‌بندی شیعه و سنی را از اساس قبول ندارم و آن را ساخته و پرداخته استعمارگران و سلطه‌طلبان به منظور ایجاد تفرقه و جدایی بین مسلمانان می‌دانم؛ بدون تردید پیامبر اسلام (ص) یک دین بیشتر نیاورده است، کتاب آسمانی، خدا و قبله همه مسلمانان مشترک است و حتی بالاتر از این معتقدیم که دین اسلام به عنوان دین کامل متعلق به همه بشریت است و مخاطب پیامبر اسلام (ص) مسلمانان نیستند بلکه همه بشریت هستند.
 

Ahmedînejad, şiîlik ve sünnîlik arasındaki farkın ne olduğu ve Ortadoğu’da bir şiî gücü merkezinin şekillenmekte olduğu sualine karşı şöyle dedi: ’Ben şiî-sunnî ayrışımını temelden kabul etmiyorum ve onu müslümanlar arasında tefrika va ayrılık meydana getirmek için saltanatçı güçlerin ve sömürgecilerin oluşturduğu bir durum olarak görüyorum. Şübhe yok ki, İslam Peygamberi (S) tek bir din getirdi, Allah, ilahî kitab ve Qıble bütün müslümanların ortak oldukları hususlardır  ve bundan da öteye, inanıyoruz ki, İslam, en kâmil bir din olarak, bütün beşeriyet içindir de, İslam Peygamberi(S)nin muhatabı sadece müslümanlar değil, bütün bir beşeriyettir.’


* تقسیم‌بندی‌شیعه و سنی و عرب و فارس ساخته دولت‌های غربی برای تفرقه است
 
رئیس‌جمهور ادامه داد: تقسیم‌بندی‌هایی مانند شیعه و سنی و عرب و فارس بیشتر ساخته دولت‌های غربی است تا تفرقه ایجاد کرده و حاکم شوند چرا که اگر ترکیه، ایران، عراق، عربستان، مصر و کشورهای حوزه خلیج فارس در کنار هم باشند هیچ قدرت اقتصادی، سیاسی و فرهنگی در دنیا نمی‌تواند با کشورهای این منطقه برابری کند و کسی نمی‌تواند آسیبی به این قدرت وارد کند اما بدون شک اگر کشورها با تقسیم‌بندی‌های کاذب از یکدیگر جدا شوند، دشمنان به راحتی می‌توانند اهداف استعماری خود را دنبال کنند...

 


Reisicumhûr şöyle devam etti: ’Şiî- sünnî, arab, fars gibi ayrışımlar daha çok Batı devletlerinin , tefrika meydana getirip, kendi hâkimiyetlerini kurmak için oluşturdukları yapılanmalardır.. Çünkü eğer Türkiye, İran, Irak, Arabistan, Mısır ve İran Körfezi’ndeki ülkeler birbirlerinin yanıbaşında olsalar, dünyadaki hiç bir iktisadî, siyasî , kültürel güç, bu ülkelerin karşısında duramaz ve kimse bu güce zarar veremez.. Ama, bu ülkeler bu yalan / temelsiz ayrışmalara itibar edip, birbirlerindan ayrı düşerlerse, düşmanlar da, rahatlıkla kendi emperyalist hedeflerini gerçekleştirebilirler..’

 

Evet, (her ne kadar, şiîlik ve sünnîlikle  ayrılık iddialarını sadece dış güçlerin oyunları olarak göstermek tarihî gerçeklerle ve müslümanların sahib olmaları gereken ferasetle uyuşmasa da) bu cümleleri özü itibariyle desteklemek ve alkışlamak gerekiyor.. Hatırlayalım ki, Tayyîb Erdoğan da, geçen Mayıs ayında Irak’a yaptığı resmî ziyaret sırasında Necef’e de uğramış ve  Irak’daki en etkili ulemâdan sayılan Âyetullah Ali Sistanî ile de görüşmüş ve bunun üzerine, gazeteciler ona, Siz şiî misiniz ki, burayı ziyaret ettiniz?’ diye sorduklarında, Erdoğan, ’Ben kendisini şiî veya sünnî diye nitelemeyen bir müslümanım; bundan başka bir isimlendirmeye de itibar etmem..’ demişti..

Bu anlayışı her kim ortaya koyarsa koysun, destek vermeliyiz..

2- New York’da 26 Eylül 2011 günü, CNN’de proğram sunucusu Fareed Zakaria’nın, ’yeni Ortadoğu’nun sesi olabileceği’ ve ’ekonomik açıdan dinamik, siyasi açıdan kendine güvenli ve jeopolitik açıdan güçlü bir ülkenin lideri olduğu’  yorumuyla takdim ettiği Tayyîb Erdoğan,  ’taleblerimiz yerine getirilmezse, İsrail’le ilişkiler hiç bir zaman düzelmez..’ diye net mesajlar verip, çeşitli konularda görüşlerin sorularını cevaplarken,

Fransız gazetesi Le Monde’da, 25 Eylûl 2011 tarihli sayısında, bu gazetenin eski yazı işleri müdürü Alain Frachon’un imzasını taşıyan bir makalede, “Gizemli, daima koyu renk takım elbiseli, bıyığı bakımlı, saçları düz... Arap dünyasının yeni kahramanı Receb Tayyib Erdoğan’ın ışıldayan bir yanı yok. Türk Başbakan, geçen hafta Kahire, Tunus ve Trablus’ta ‘Arap Baharı’nın koruyucusu gibi karşılandı, hem sokak tarafından hem de elitlerce alkışlandı” deniliyor ve Erdoğan’ın kimilerince, “İsrail’e kezzapla saldıran gizli bir İslamcı”, kimilerince de “NATO’ya sadık, ülkesini Avrupa’ya entegre etme macerasından hiç vazgeçmeyen birisi” olarak değerlendirildiğine dikkat çekilerek, “Erdoğan muğlaklığın ustası, inanılmaz bir siyasî yetenek olarak gizemini koruyor.. AK Parti P Lideri, moderniteye açılan kapılardan birinin devletin laikliği olduğunu düşünen modern Türkiye’nin babası Kemal Atatürk’ü inkâr etmiyor, ama bir yandan da, özellikle de fütuhat mantığına sahib yeni nesil girişimciler nezdinde, muhafazakâr İslâm’ın baskın kültür olduğu sokağa bağlılığını bırakmıyor” ifadesi kullanılırken..

İran medyasından bazı yayın organları ilginç bir yaklaşımla, ’Erdoğan’ın BM Genel Kurul konuşmasının dinleyenleri sıktığından bile sözedebildiği’ gibi başlıklar atıyordu..

Halbuki, orada Erdoğan, orada, ’İran’ın nükleer teknolojisinden rahatsız olanlar, niçin İsrail’in nükleer  silahlarından rahatsızlık dile getirmiyorlar?’ gibi net soruları bile soruyordu..

Tahran’da yayınlanan Cumhurî-i İslamî gazetesinin’ 26 Eylûl günlü sayısında ise, bir özel haberde şöyle deniliyordu:

’Türkiye Hükûmeti’nin Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed düşmanlığı yeni bir merhaleye ulaştı.. Türkiye Başbakanı diyor ki: Suriye halkı, Beşşar Esed rejmini er veya geç devirecektir..  Çünkü diktatörlük düzenlerinin bütün dünyadaki ömrü sona ermiştir.’

El’Cezire’nin bildirdiğine göre, Receb Tayyîb Erdoğan CNN televizyonuna verdiği bir mülakatta, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’e hitab ederek şöyle dedi: ’Hükûmetini zorla asla sürdüremezsin ve halkının talebleri karşısında direnemezsin.. Suriye halkı da, Mısır, Tunus ve Libya halkı gibi özgürlük istiyorlar.’

Erdoğan, bu televizyon proğramında Beşşar Esed’e ayrıca, şu mesajı da verdi: ’Eğer temel haklar, özgürlükler ve kanunun görmezlikten gelinmesi devam ederse, artık, senin kardeşin ve dostun değilim..’

***

 

Ve, merhûm Burhaneddin Rabbânî..

 

 hamaney-rabbani.jpg

*Merhûm Rabbanî, öldürülmesinden iki gün önce, Tahran’da İnqılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî ile görüşürken..

 

*

Önce bir noktaya değinmek gerekiyor..

Kimin şehîd olduğunu Allah bilir.. Çünkü, bu noktada, aslolan, verilen mücadeledeki niyet ve şer’î açıdan sıhhati ve öldürülen müslümanın haklılığıdır. Müslümanların ’şehîd’ gibi nitelemeleri bir temenniden ibarettir..

İslam’ın yücelmesi için mücadele eden ve yolda o dâvanın haklılığının en üstün ve güçlü şahidi olmak azmiyle, kendi hayatını da fedâ etmeyi göze alan bir müslümanın dünya hayatından ayrılması haline, şehadet denilir, İslam ıstılahatında / terminolojisinde..

Ama, bu ıstılahın, terimin, çok gelişi güzel kullanıldığına da şahid oluyoruz..

Herkes, kendi davası ve ideolojisi için mücadele verirken hayatını kaybedenlere, hemen şehid yaftasını yapıştırıyor.. Hattâ, en ateist, en laik, en zâlim kimselere ve İslam açısından hattâ müslüman olup olmadıkları tartışmalı kimselere bile, ’şehîd’ denildiğini görürüz..

Bununla, dünyadan ayrılan kişiye bir makam vermekten çok, halk kitlelerinin cezbedilmesi taktiğinin öne çıkarılmak istendiği ve toplumun kültür ve inanç açısından bu mübarek mânanın altına sığınmak gibi bir açıkgözlüğün sergilendiği açıktır..

Bu hatırlatmaları şunun için söylüyoruz:

Geçen hafta bir suikasdde dünyamızdan ayrılan Üstad Burhaneddin Rabbanî de, bugünlerde hep ’şehîd’ diye anılıyor.. Hattâ, onu geçmişte, uluslararası irtibatları dolayısiyle, bazen Amerika, bazen de Rusya’ya piyonluk ediyor diye son derece ağır sözlerle itham edenler bile, bugün, onun için bu şehîd’ nitelemesini yapıyorlar..

Onun için, samimî ve şuûrlu müslüman olduklarına inandığımız ve inandığı inancının yücelmesi uğrunda canını fedâ etmeyi göze alarak mücadele ederken dünya hayatından ayrılanlara ’şehîd’ demek dikkatimizi zihnimize bir daha kazıyarak, gelelim merhûm Burhaneddin Rabbanî’ye..

Şimdi Afganistan başkenti Kabil civarındaki en yüksek tepeye defnedilen Üstad Burhaneddin Rabbânî’nin kadrini niceleri, hayatındayken bu derece yakından tanımamışlardı..

Rabbânî’nin tâbutu başındakiler arasında, İran İslam Cumhûriyeti’nin 1981-97 arasında kesintisiz 16 sene Dışişleri Bakanlığı’nı yapan Ali Ekber Velayetî göze çarpıyordu; İslam İnqılabı Rehberi’nin özel temsilcisi olarak gelmişti.. 

Daha başka bir çok ünlü simâlar da vardı.. Türkiye’den ise, Başbakan Yard. Bekir Bozdağ  dikkati çekiyordu.. (Bozdağ’ın bu konulara yakınlığı ve yatkınlığı bir siyasetçi olmanın ötesinde ne kadardır, bilmiyorum... Ama, onun,  Kabil’de harâb olmuş, metrûk bir hastahane binasının restore edilip yeniden hizmete sokulmasını Türkiye’nin üstlendiğini açıkladığı bildiriliyordu.. Bu çaba alkışlanabilirdi.. Ama, -medyada yer alan ve yalanlanmayan haberlere göre-, Bozdağ’ın, o eski binanın M. Kemal zamanında, onun tarafından yaptırıldığı gibi bir iddiada bulunması tuhaf olmuştur.. ’Resmî ideoloji ikonu’nu her vesileyle parlatmak isteyenler arasına Bozdağ’ın kendisini de katmak istemez, umarız..)

 

Evet, Rabbanî, hem Amerikan kuklası açık olan bugünkü Afganistan Devlet Başkanı konumundaki Hâmid Karzaî ve etrafının, hem çeşitli ülkelerin ve uluslararası kuruluşların temsilcilerinin, hem de halkın gözyaşları arasında ve ağıtları arasında toprağa verildi..

Bu tablo, 500 yıl öncelerdeki ünlü Osmanlı şairi Bâqî’nin şeyhulislam olmak istediği halde bir türlü olamayışından kaynaklanan uqdesini de yansıtan ve zamanın şeyhulislamı tarafından kılanan cenaze namazından sonra okunan beyti hatırlatıyordu..

 

’Qadrini seng-i musallâda bilüb ey Bâqî,

Durub el bağlaya, karşunda yârân, saf saf..’

*

1933 yılında öldürülen Nâdir Şah’tan sonra 40 yıl boyunca şahlık yapan oğlu M. Zâhir Şah’ın Roma’da bulunduğu bir sırada, 1973 yılında, damadı ve başbakanı olan M. Davud Khan eliyle ve kansız bir saray darbesiyle iktidardan uzaklaştırılmasını tâkiben Cumhuriyet ilan olunmuştu.

Cumhûriyet, ama, ne Cumhûriyet!.

Bizdeki ’kemalist’ uygulamadan örnek alınmış gibiydi..

Adı Cumhûriyet olan, gerçekte ise, eski Şah’ın yerine, yenisinin kayıdsız- şartsız ve sorgulanamaz şekilde oturduğu bir lafzî cumhûriyet..

Bu oyuna karşı en fazla da ’aydın müslümanlar’ karşı çıkmak şuûruyla direnmeye başlıyorlardı.. Onlar, Zâhir Şah ve Dâvûd Khan dönemlerinin yarım asrı bulan bütün zulümlerine ve kapitalist emperyalizmiyle de, komünist emperyalizmiyle de iyi geçinmeyi şiar edinen ’Hem Garbiyye, hem Şarqıyye’ (hem Batı, hem Doğu) diyerek, çok yönlü bir teslimiyetçi çizgi takib eden siyasetlere karşı çıkmak ve ülkelerini müslüman halkın inancının temelleri üzerine şekillendirmek isteyen bir hareket ortaya koymak istiyorlardı.

İşte bu niyetle, Cemiyet-i İslamî’ adında bir mücadele teşkilatı kurulmuştu..

’Cemiyet-i İslamî’ bünyesinde pek çok seçkin İslam âlîmlerini ve aydın müslümanları  toplamıştı.. Bu Cemiyet’in ilk başkanı Üstad Niyazî; yardımcısı ise, Üstad Rabbânî idi.. Bu üstadlar, Kabil Üni.’de ders veren seçkin isimlerdi..

Daha sonra Üstad Niyazî, liderliği Üstad Burhaneddin Rabbanî’ye bırakacaktı..

Ve bu arada bu Cemiyet’in bir de gençlik kolu vardı .. O da, giderek güçleniyordu..

Bu gençlik kolunda en çok göze çarpan isimler ise, Ahmed Şah Mes’ud ile, Mühendislik Fakültesi’nde okuyan Gulbeddin Hikmetyar idi..

Afganistan halkı, içten içe kaynıyor, inançları doğrultusunda bir sosyal yapı oluşturmak isteyen kitleler daha bir heyecanla çalışmalara katılıyorlardı..

Dâvûd Khan rejimi ise, bu gelişmelerden ürküyor ve giderek artan şiddet tedbirlerine başvuruyordu.. Baskılar artınca, Rabbanî ve hareketin önde gelen diğer isimleri Pakistan’a geçmek zorunda kalmışlardı..

O zaman Pakistan başbakanı lideri olan Zulfiqar Ali Butto, Afganistan’la Pakistan arasında olan Peştunistan mıntıkası üzerine, toprak ve akarsu ihtilafı yüzünden bir diplomatik sürtüşme içinde olduğundan, bu isimlere himaye kanadı germiş ve bu sığınmacılar büyük çapta, Peşaver şehrinde yerleşmişlerdi..

Dâvûd Khan’ın sözde cumhuriyetinden 5 sene sonra ise, 1978 Nisanı’nda Nûr Muhammed Tarakî isimli bir komunist gazetecinin liderliğinde, Sovyet Rusya’nın desteğiyle korkunç kanlı bir şekilde gerçekleştirilen komünist ihtilal sırasında, sadece Davud Khan ve bütün aile efradı değil, halkın çeşitli kesimlerinden onbinlerce insan da katlediliyordu.. (Sadece Herat şehrinde, bir hafta içinde, 25 bin kişi öldürüldüğünü hatırlayalım..)

Tabiatiyle, bu komünist ihtilalin arkasında zamanın iki super gücünden birisi olan Sovyet Rusya bulunduğundan ve Tarakî liderliğindeki komünist hükûmet de hemen, Sovyet Rusya’yla bir askerî andlaşma yapıp (gerçekte ise, önceden hazırlanan bir andlaşma metnini imzalayıp), Sovyet Ordusu’nu ’Afganistan’ın özgürlüğünün korunması için’ (!) için ülkeye davet ediyor ve Kızılordu birlikleri, dünyanın şaşkın bakışları arasında Afganistan’a akıyordu..

Dünya bu durumu sadece şaşkınlıkla izliyor veya kuru protestolarla geçiştiriyordu..

İşte o sırada, Peşaver’de bulunan ’Cemiyet-i İslamî’  kadroları arasında da, mücadelelerde takib edilecek metod açısından  görüş ayrılıkları ve giderek derin ihtilaflar ortaya çıkmaya başlamıştı.. Bu da, irili-ufaklı bir takım etnik, aşiretçi, hemşehrici veya mezhebî gruplaşmaların ortaya çıkmasının yolunu açtı..

Rabbanî ile arasındaki Hikmetyar’la derin ihtilaf da taa o zaman başlamıştı.. Bu iki isim arasında, mücadelede takib olunacak metod açısından başladığı ileri sürülen bir ihtilaf vardı ki, bu konu daha sonra liderlik mes’elesine kadar yansımış ve daha sert mücadele yanlısı olan Hikmetyar, konulara ılımlı yaklaşarak, tarafları idare etmeye çalışan Rabbanî’ye bir protesto mahiyetinde olmak üzere, Cemiyet-i İslamî’den de tamamen kopmuş ve Hizb-i İslamî adında yeni bir örgüt kurmuştu..

Hikmetyar’ın kurduğu örgüt de kısa zamanda gelişti.. Çünkü ve maalesef, Hikmetyar, peştun asıllı olmanın tercih edildiği bir yapılanma esas alınmıştı.. Rabbanî ise, tacik kavminden idi..

Keza, Ahmed Şah Mes’ud da tacik kavminden idi.. Peştunlar, ’peştuca’ denilen bir dili konuşuyorlardı, tacikler ise, farsçanın bir lehçesini.. Bütün Afganistan’da ise, ’farsî-i derî’ denilen ve İran’da konuşulandan biraz farklı bir farsça resmî dil idi..

Ancaak, o zamana kadar, bu gibi kavmî mensubiyetlere dikkat edilmezken ve İslam inancına göre bir sosyal yapı oluşturmak ideali insanları birbirine yaklaştırırken, artık, buna ek olarak bir de kavmî mensubiyetler de dikkate alınmaya başlanmıştı, bazılarınca..

Gerçi, bütün teşkilatlarda farklı etnisitelerden olanlara da rastlanıyordu, ama, bir etnik yapılanma giderek daha bir şekilleniyordu.. Bunda elbette, köylerden, dar çevrelerden gelen elemanların, mahallî dillerden birisiyle konuşmasının da etkisi oluyor ve insanlar daha rahat anlaşabildikleri grupları tercih ediyorlardı.. Ama, bunun giderek,  etnik/ kavmî bir yapılanmayı daha bir güçlendireceği hesaba pek katılmıyordu..

Ama, bunları henüz  de farkedilemiyordu.. Ve bizler gelişmelerin bu tarafından habersiz idik ve o zamanki yayınlarımızda bunlara değinmiyor ve ayrılıkları fazla sözkonusu etmekten de kaçınıyorduk.. Çünkü, direkt ve sağlıklı bilgi almak kanallarımız kapalı idi. İstanbul veya Ankara’da okumakta olan Afganistan’lı üniversite öğrencilerinin verdikleri bilgiler de, bağlı veya yakın oldukları teşkilat veya liderlere göre farklı olabiliyordu..

*

Rabbanî,  Hikmetyar, Ahmed Şah Mes’ud, Gazi İslamuddin, Nasrullah Mansur ve diğer liderlerle tanışma..

 

Benim Rabbânî ve Hikmetyar’la şahsen tanışışım 1980 Haziranı’nda oldu..

O zaman, İran İslam İnqılabı makamlarınca, ’Amerika’nın İran’daki Cinayetlerini Araştırma Konferansı’ adında tertib olunan uluslararası bir toplantı için, Tahran’a davet edilmiştim.. (O gidişim, benim ülkeden resmî yollarla son çıkışımdır, aynı zamanda..) Hey’ette, benden ayrı olarak, Prof. Ömer Kürkçüoğlu, Prof. Mümtaz Soysal ve Şevket Kazan bey de vardı..

Konferans eski Hilton (İnqılabdan sonraki adıyla) İstiqlal Oteli’nde tertibleniyordu..

Toplantıyı,  daha sonraları, İmam Khomeynî’ye karşı suikasd ve darbe teşebbüsüne karıştığı  iddiasıyla yargılanıp kurşuna dizilecek olan Sâdıq Qutbzâde yönetiyordu, Dışişleri Bakanı olarak.. İnqılabı yapan kadroların gözdesi durumundaki ulemâ cenahından ise, hemen hiç kimse gözükmüyordu ortalıkta..

Bu toplantıya, Amerikan düşmanı olarak bilinen her kim varsa, onlar davet olunmuşlardı.. Bu yapılırken, komünistlere bir sınırlama getirilmemişti.. Hattâ, ismini çoğu kimsenin bilmediği İtalyan proleter bilmem ne partisi gibi küçük partilerin temsilcileri bile davet edilmişlerdi...

Programda, Sovyetler Birliği’nden, bir tarihçi prof. başkanlığında bir heyet vardı..

Ama, Afganistan’dan kimse yoktu.. 

Bu prof.’un konuşturulmaması gerektiğini, onun konuşturulmasının Amerika’nın İran’daki cinayetlerini araştırmak adına konuşacak bir Sovyet Rusya temsilcisinin, Afganistan’daki  cinayetleri örtbas etmek mânasına geleceğini, o konuşursa, protesto edeceğimizi Qutbzâde’ye bir azerî arkadaşın tercümanlığıyla duyurdum..

Qutbzâde, ’bütün misafirlerimize eşit mesafedeyiz..’ diyerek, itirazıma kulak asmadı..

Bazı arab ülkelerinden temsilcilere gittim, ’Sovyet delegisini konuşturmayalım.. Onun konuşması, Afganistan’ın işgaline seyirci kalmamız mânasına gelir..’ diye.. Ama, arab ülkelerinden gelenler, ’Filistin temsilcisi (Okey) verirse, itiraz edebileceklerini’ belirttiler.. Filistin temsilcisinin ise, İslamî herhangi bir hassasiyeti olmayan bir kişi olduğunu öğrenmiştim.. Esasen, Yâsir Arafat’ın El’Feth teşkilatı o zamanlar, hemen hemen hiç bir İslamî renk vermiyor ve daha çok solcu ve marxist çevrelerce dünya siyasetinde etkili bir güç olan Sovyetler’in himaye kanadları altında gözüküyordu.. Yine de, Filistin temsilcisi olarak gösterilen,  Stalin bıyığı denilen bir tipteki kişiye durumu anlattım, kesin bir ’Lâ / Hayır’  cevabını aldım..  Ve, o zamanlar arab rejimleri Filistin Kurtuluş Teşkilatı’ndan çok çekiniyorlardı..

Ben, o konuşmaya engel olamıyacağımı anlayınca, Sovyet temsilcisinin konuşması ânında, itiraz etmeye karar verdim ve tam da ’Sovyetler’in Amerika’nın Afganistan’ı işgal etmesini önlemek için oraya gittiğini’  açıkladığı sırada, ’Afganistan müslüman topraklarıdır, İvan, o topraklardan defol..’ diye bir ingilizce cümleyi haykırdım.. Sovyet Rus temsilcisi şaşkına döndü.. Ama salondan fazla bir destek gelmedi.. Yine de, güvenlik güçleri hemen etrafımı çevirdiler, bir daha sukûneti bozarsam, salondan çıkarılacağım söylendi, Qutbzâde tarafından..

Ve Sovyet temsilcisine, ’buyrun, devam edin..’ işareti verdi.. Sovyet delegesinin konuşma insicamı bozulmuştu.. Ve birkaç dakika daha konuşunca, yeniden Afganistan konusuna gelince..

Ben, aynı cümleyi bir kez daha haykırdım.. Ve yaklaşık 400 kişilik salonda delegelerin belki yarıdan fazlası, bir anda ’Allahuekber!’ nidasıyla bu itirazıı destekliyorlardı.. Qutbzâde, duruma hâkim olamıyacağını anlayınca, oturuma yarım saat ara verdi..

O sırada, koridorda afgan elbiseleri giyimli, siyah sakallı iki kişiyi gördüm.. Etrafını bazıları çevirmişlerdi.. Ben bu kişileri fotoğraflarından tanıyordum hissine kapıldım.. Biraz yaklaşınca, anladım ki, birisi Rabbanî, diğeri Hikmetyar idi bu kişiler..

Konferansa katılmakta gecikmişlerdi ve kendilerinin yokluğunda, Afganistan yüzünden Sovyet delegesinin susturulmasını ve bu yüzden oturuma ara veriliş macerasını heyecan ve sevinçle dinliyorlar ve Türkiye’den gelen o kişiyi merak ediyorlardı..

Sonra tanıştık onlarla..

Yakın bir dostluk oluştu, aramızda..

Benim yaptığım, sadece birkaç ingilizce kelimeyi yüksek sesle telaffuz etmekden ibaretti.. Ama, bu, özellikle İran ve Pakistan medyasında öylesine yer almıştı ki, o bir kaç slogan, söyleyeni, hemen bütün Afgan mücahid teşkilatlarının nezdinde bir ’kahraman’ durumuna getirmişti..

Tahran’daki beraberliğimiz boyunca, Rabbânî ve Hikmetyar ile, günlerce sohbetlerimiz oldu. Bu ikili, dışarıya karşı birlikte oldukları gibi bir görüntü vermeye çalışıyorlardı, ama, dar çevrede münasebetlerinin son derece donuk olduğu gözleniyordu..

Bu ikili beni Peşaver’e davet etmişler, orada misafir etmek istediklerini dile getirmişlerdi..

*

Ben ise, Qutbzâde’nin, sözkonusu konferansı İslam İnqılabı yapmış bir ülkeye yakışmayacak noktalara yönlendirdiğini, o toplantının komünist güçlerin propaganda kürsüsü haline dönüştürüldüğünü, sadece amerikan karşıtlığının ölçü alınamıyacağını, yabancı misafirlere de otelde geceleri içki bile verildiğini ve Qutbzâde’nin, çok dekolte kıyafetlerle konferansa Amerika’lı ve Batı’lı diğer gazeteciyle saatlerce, gözden uzak köşelerde özel bir görüşmeler yaptığı ve benzeri eleştirilerimi, İnqılab’ın İmam’dan sonraki fiilî lideri sayılan (28 Haziran 1981 gecesi bir bombalı suikasdde 72 arkadaşıyla birlikte katledilecek olan merhûm) Beheştî’ye anlattım..

İmam Khomeynî, o zamanlar, geçirmiş olduğu kalb krizinden sonra, evinde istirahat ediyordu..

(Merhûm) Beheştî, ’Bunları İmam’a anlatsak, inqılabçı saflar arasında ihtilaf ortaya çıktığı gibi bir düşünceyle üzülebilir.. Ama, bunların mutlaka bir dikkate alınması gerekir.. Bunları Âyetullah Muntezerî’ye anlatmanda fayda var..’ diyerek ve beni Qum şehrine gönderdi..

Müşahadelerimi ve İslam İnqılabı’yla hiçbir ilgisi olmayan ve İslamî hemen hiç bir hassasiyetin gözetilmediği bir konferansın ve o konferans vesilesiyle sergilenen manzaraların kabul edilemezliğini Âyetullah Muntezerî’ye anlattım.. ’Bunları yaz, tercüme edilsin..’ dedi.. Ve o tercüme metin, ’Cumhûri-i İslamî’ gazetesinde tam sahife olarak yayınlanınca, kızılca kıyamet koptu..

Bu yazı, radyodan canlı olarak yayınlanan İslamî Şûrâ Meclisi oturumunda da okunup,  Qutbzâde ve ona destek verenlerle İnqılab’ın İslamî bir çizgide kalması için mücadele veren cenah arasında sert tartışmalar cereyan edince..

(Merhûm) Beheştî  çağırıp, ’Bizim içimizdeki kavgaları görüyorsun.. Senin yazın, bunları daha bir alevlendirdi.. Biz burada her nasıl olursa olsun, mücadele ederiz de, sana bir zarar gelmesini istemeyiz.. Çünkü şu anda yazık ki, Dışişleri Bakanlığı’nı uhdesinde bulunduran kişi, ağır şekilde eleştiriliyor ve onun sana bir zarar vermesini istemeyiz.. Mâdem ki, seni Afganlı biraderlerimiz de Peşaver’e davet etmişler, sen hadiseler biraz durulunca kadar oraya doğru gitsen..’ deyince..

*

Üstad Rabbanî’ye,Peşaver’e gelmek üzere hazırlandığımı bildirdim..

Yola çıktım..

Önce Şiraz’a gittim.. Şah zamanındaki en azgın sosyal sapkınlıkların sergilendiği bir şehir olarak şöhret bulan bu şehirden, -Ramazan’ın başı olduğu halde- İnqılab’ın üzerinden 16 ay geçmiş olmasına rağmen, bütün görüntülerini, bütün tefessühatını sergilemeye devam ediyordu.. İslam İnqılabı rüzgarı Şiraz’da henüz hiç esmemiş gibiydi.. orada bir Cum’a namazını kılıp, camidene çıkan onbinlerin, Hizb fakat Hizbullah.. Rehber fakat Rûhullah../ Hizb, sadece Hizbullah.. Rehber sadece Rûhullah.. -Yani, İmam Khomeynî-) nidalarıyla şehre  yayılış sahnelerini izledim.. O gösterilerin, Şiraz’da zamana kadar İslam İnqılabı’na direnen çevrelerin kırılmasının tarihi olduğunu daha sonra öğrenecektim, Şiraz’lı dostlardan..

Şiraz’dan sonra Kerman’a doğru yola çıktım.. Yüzlerce km. süren çöl ikliminin bütün elverişsizlikleri ile ilk kez karşılaşıyordum..

Çölün ortasında bir yeşillik denizi halindeki Kerman’da bir-iki gün kaldım.. 350 km. kadar doğudaki ve Pakistan sınırındaki Zâhidân’a gidecek otobüs bulmak bile bir mes’eleydi..

Yolculuk son derece çetindi.. Kum fırtınaları içinde, lokantalarda dişlerimiz arasında kum taneciklerinin çıtırdılarını da duya duya, bir şeyler yemeye çalışmayı tasavvur edebiliriz..

Nihayet, Zâhidân’a vardık.. Bir bardak su veya çay istediğinizde bardağın dışı ince bir kum tabakasıyla kaplı olduğunu görüyorsunuz.. Biraz temiz bir bardak istediğinizde, ’Temiz.. temiz..’ diye itiraz ediyorlar.. Esasen, kum fırtınası içinde, temiz bir bardak bulmak bile bir problem.. (Türkçedeki temiz kelimesinin oralarda da kullanıldığını o zaman öğreniyorum..)

Zâhiden, belûç kavminden sünnî müslümanların ekseriyette olduğu bir sınır şehri..

Afgan mücahid teşkilatlarının hemen herbirisinin büroları vardı orada..

Bütün Afganlılar, heyecanla o ’Türkiye’li müslüman’ı soruyorlardı, heyecanla..

’Cemiyet-i İslamî’ temsilcisinin haberi olduğu için, sessizce orada bir-iki gün kaldım..

Ve oradan, Cemiyet- i İslamî’ye aid cephane yüklü, 15-20 tonluk bir askerî kamyonla yola çıktık.. Şoför Yâr Muhammed ve muavini Dûst Muhammed’le..

Mircâve, Pakistan’da Nokkundi, Dalbadin, Nushki, Quetta..

 

Yüzlerce km.’lik çölü aşmanın zorluğuyla ilk tanışma..

 

600 km.den fazla bir çetin çöl yolculuğu..

Yol bile belli değil.. Kum fırtınalarıyla yollar kapalı..

Bir iki-küçük yerleşim biriminde, artezyen kuyusu açmışlar, yer altından çıkan su, tahammül edilemiyecek kadar yakıcı ve insanın yüzüne sürmekten bile kaçınacağı derecede ağır ve pis bir kokuya sahib.. İbn Khaldun’un 700 yıl öncelerde yazdığı Muqaddeme’sinde, İran’ın doğusunda pis kokan bataklıklardan bahsettiği bölümleri hatırlıyorum..

Bazen kumlara saplanıyoruz, in-cin yok.. Kendi imkanlarımızla kurtulup yola devam ediyoruz..

Guzergâh boyunca, dere boylarında, suyu olmayan, kızgın güneş altında kavrulan, binlerce çadırda yaşamaya çalışan Afganlıların mülteci kamplarını görüyoruz..

Su yok, yiyecek yok, ilaç -doktor, hakk getire..

Ve kampların yanıbaşında, yeni kazıldıkları belli olan yüzlerce mezar.. Bu mezarların çoğunda da, bir sırık dikilmiş, uçlarında, rengarenk bezler..

Bunlar, doğum yaparken hayatını kaybetmiş anneler ve çocuklarına aidiyeti ifade ediyormuş..

Yol boylarında, 50 dereye aşan kızgın çölde, ölmüş deve cesedlerinin kurumuş kalıntıları.. Bu bedenler öylesine kurumuşlardı ki, kuru ağaçların çatlaması gibi yarılmıştı, o cesed artıkları ve kupkuru olduğundan, hiç kokmuyorlardı.. İnsan, onların yanıbaşından geçerken, ister istemez ürperiyor..

Quetta’dan sonra.. Pakistan’ın kuzey sınırları boyunca- Afganistan’la aradaki korkunç görüntülü dağlar ve dereler boyunca ilerliyoruz..

Arabada bir kaç Afgan teşkilatının bayrağı vardı.. Şoförümüz hangi bölgenin hangi teşkilatın nüfuz alanı olduğunu bildiğinden, ona göre, hemen o teşkilatın bayrağını asıyordu, arabaya..

Rabbanî ve Hikmetyar arasındaki ihtilafların gerçek çehresine, o yollarda daha bir yakından muttali’ oluyordum..

Günler süren bu çetin yolculuk boyunca, ilk olarak orada gördüğüm kehrizek denilen yeraltı su kanallarını ve tünellerini görüyorum..

Bazı yerlerden toprağın altına, 5 -10 metre kadar iniliyor.. O iniş yerleri zâten biliniyor.. Çünkü, orada bir kaç ağaç göze çarpıyor..

İki metre kadar yüksekliği olan o tünelimsi, kanallar, ilginç.. Çünkü, toprak kendiliğinden beton gibi olmuş âdeta.. 

Asırlarca önce açılmış ve tertemiz bir buz gibi bir yeraltı suyu olan bu tünellerin yüzlerce km. halinde şehirlerden şehirlerden bağlanışı ilginçti.. Ve insanlar o civarı tertemiz tutmuşlardı..

Ama, yolboyundaki mâbedleri bırakınız, şehirlerde bile, tuvalet bile bulunmayan bir korkunç ilkellik.. Ve sağda solda ise, ’en-nezafet’u min’el-iman.. (Temizlik imandandır..) mânasındaki hadis levhaları.. İyi ki, onlar var.. Ya, bir de onlar olmasaydı..

Kısa kesiyorum..

Dağ vadilerinde, yemek ve namaz vakti geldiğinde, bir afgan çadırında eğleşiyorduk.. Ekmeğin yanında kuru soğan ve su vardı.. Ben misafir olduğum için, ayrı bir ikram çabası sergiliyorlardı, kardeşlerimiz.. Şekerli su idi, bu.. Ve, ’Kusura bakma, başka bir şeyimiz yok, yoksa biz misafire böyle mi davranırız..’ diye özür diliyorlardı..

Bazı noktalarda, Pakistan sınır güvenlik güçleri kontrol yapıyorlardı..

Ama, nasıl bir güvenlik gücü..

Üzerindeki şalvarı lime lime olmuş, baldırlarının bir kısmı açıkta, yoksulun yoksulu olduğu anlaşılan ’bekçi’ler, ellerinde bir tüfek.. Onların yanında, üzerinde bir şeylerin olmasından utanç duyuyor insan.. Arabamızın belgesini soruyorlardı, ama, gösterilen belgeyi okuyamadıkları bile anlaşılıyordu ve şöyle bir bakıp, yol veriyorlardı..

*

Peşaver’e vardığımızda..

 

(Devamı olacak, inşaallah)

 

YAZIYA YORUM KAT

16 Yorum