1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Başkasının hakları ve adalet
Başkasının hakları ve adalet

Başkasının hakları ve adalet

​​​​​​​Haksızlığın objesi “soyut insan”dır; şu veya bu inancın, etnik grubun, sınıfın veya felsefi kanaatin kimliğini oluşturduğu “somut insan” değildir.

20 Eylül 2020 Pazar 13:00A+A-

Ali Bulaç’ın kişisel sitesinde yayınladığı yazıyı iktibas ediyoruz:

İnsanlığın geldiği noktada hiçbir meşru dayanağı olmayan, hukuk normlarına aykırı olan yasakların kalktığı bir dünyadan henüz çok uzağız. Dünyada öne çıkan idealler, bireyin temel hak ve özgürlüklerinin korunması, dilediği inancı ve düşünceyi serbestçe ifade etmesi ve kendisi gibi inanan ve düşünen insanlarla bir sosyal grup kurup kamusal hayatı ‘diğerleri’yle paylaşması yönünde umut verici görünmüyor. Bazı gelişmeler gözleniyorsa da, bu ideallerden ya zaman zaman vazgeçilip baskıcı-tektipleştirici dönemlere geri dönülüyor veya söz konusu idealler dünyanın birkaç ülkesinde görece hayat bulabiliyor. Bir konu üzerinde anlaşmak lazım: Kamusal alan “devletin kendi üretme çiftlikleri”nde ürettiği tek bir bitkiyle donatılamaz, doğada ne kadar çiçek ve bitki varsa hepsinin kendilerini var kılabilme yetenekleri oranında görünür kıldığı, özgürce yeşerip serpildiği rengarenk bir bahçe olmak durumundadır.

Devletin merkezinde yer alan bir avuç insanın topluma düşünce, inanç, görüş ve yaşama biçimi empoze eden “aydınlanmacı-pozitivist yönetim” ahlaki ve hukuki bir değer olmayı haketmiyor. 19. yüzyılın devlet felsefeleri gayrı şahsi bir aygıt olan devleti kendi başına ve kendinden bir amaç yerine koyuyor, bizzat kendisi amaç olan devlet, bireyi, toplumu ve bütün beşeri alanları araçsallaştırarak herkese doğrular vaz’ediyordu. Bundan totaliter ve baskıcı rejimler çıktı; insanlık faşizm ve komünizm gibi rejimlerden çok çekti.

Hakikat tektir, kendini sınırsız ve sonsuz sayıda gerçekliği kullanarak dışa vurur. Bu yüzden hakikate ve doğruya ulaşmanın birden fazla yolu ve formu var. Hakikate saygı, birden fazla gerçekliğe saygıyı icab ettirir. Hangi yolun bizi daha güvenli olarak doğruya götürdüğünü anlayabilmemiz için, birden fazla doğruluk iddiasındaki ifade biçimlerinin bir arada ve özgür bir ortamda bulunması gerekir. Devlet marifetiyle empoze edilen doğru, sahiden doğru olsa bile, sonuçta bundan doğrunun amacına ve doğasına aykırı bir yanlış çıkması muhtemeldir, genellikle de böyle olmaktadır.

Bireyin seçimi ve kendisiyle ilgili tercihleri onun hak talebinin çerçevesini şekillendirir. Herkesin herkes kadar her şeyi bilme hakkı var. Herkesin kendi doğrularını savunma, onlara sahip çıkma, kendini onlarla ifade ve temsil etme; başkalarına anlatma hakkı, temel haklar arasında yer alır. Kendi doğrularını, zor kullanarak, devlet aygıtının veya kamu kurumlarının arkasına gizlenerek bir başkasına kabul ettiren, savunduğu doğru olsa bile, seçtiği yol ahlaki olmadığından meşruiyet krizi yaşar. Devlet, tabiatı icabı doğruları, iyi veya kötüyü, şu veya bu yaşama biçiminin referansı, mercii değildir. Eğer devletin ortak bir aklı varsa, bu ancak birden fazla aklın kesiştiği noktada şekillenir. Bütün sözler söylenmedikçe, “en güzel söz”ün (39/Zümer, 18) hangisi olduğunu anlayamayız.

Devlet, toplumda varolan inançlar, düşünceler ve sosyal pratikler karşısında adil mesafede durur; hiçbir grubun aleti, manivelası olamaz. Devletin resmi bir dini veya bir mezhebi olamayacağı gibi, resmi bir görüşü ve ideolojisi de yoktur. Devletin tâbi olacağı ve herkesi tâbi olmaya mecbur edeceği yegane metin, varolan bütün sosyolojilerin kendi aralarında icab ve kabule göre akdettikleri toplumsal sözleşmesidir. Nihayetinde devlet, bir toplumun en geniş ölçeklerde kendi kendini siyasi olarak örgütlemesi, organize olmasıdır. Bu süreçte toplumun bütün kesimleri, sosyal grupları demografik yapıları ve sahip oldukları sosyal hacimleri oranında taraftırlar, bu organizasyonda ortaktırlar, onları ortak kılan sosyolojileridir. Bir sosyolojiyi ya baskı altına alır ve etnik/dini arındırmaya tâbi tutarsınız ya da siyasi birliğin ortağı kılarsınız.

Küçücük bir zümrenin dahi, büyük çoğunluğa göre temel hak ve özgürlükleri yasalar ve anayasalar tarafından koruma altına alınır. Ulus devlet modeli teşekkül ettiğinde dini, etnik ve kültürel küçük sosyal gruplar “azınlık” olarak ifade edildiler. Osmanlı ilk defa 19. yüzyılda “azınlık (ekalliyet)” kavramıyla tanıştı ve daha önce özerk sosyal ve sivil alanlara sahip bulunan gayrımüslimlerden oluşan Milletleri “azınlık satüsü”ne koydu. Bu yetmezmiş gibi bugün kalabalık Müslüman gruplar bile “azınlık” olarak ele alınmak istenmektedirler. Oysa nüfus oranları ne olursa olsun, her etnik, dini veya kültürel grubun diğerleriyle eşit hakları olması gerekir. 

Haksızlığa karşı çıkmak ahlaki bir görev mi, yoksa keyfi bir tutum mu? Bize yöneltildiği zaman mı haksızlığa karşı çıkılır yoksa kimliği ve mensubiyeti ne olursa olsun, kime yöneltildiğinde mi?

Doğası icabı haksızlığın kendisine karşı çıkmak “ahlaki bir görev”dir. Ve insanı ihtirama layık-saygın şahsiyet kılan da bu ahlaki görev bilincidir. “Ahlak mı, demokrasi mi” ikilemi anlamsızdır; 2000’li yılların başlarında Fransız devlet Başkanı Chirac “demokrasiden de önemli ahlak” vurgusu yaptı. Genelde Avrupa demokratik değerleri kendisi için savunur ama İslam dünyası söz konusu olduğunda kolayca demokrasiden vazgeçer; bunun trajik örnekleri 1992’de Cezayir, 2006’da Filistin, 2013’te Mısır vb. yerlerde yaşandı. Çifte standart demokratik batıyı konformist ve giderek demokratik oportünist yapar. Bundan da düşük kalitede politikacılar yararlanır. Zaten genelde siyasetçiler orta boy zihinsel formasyona sahiptirler; konformizm popülizmle elele verdiğinde siyasetle beraber toplumsal idrak, şuur ve vicdani hassasiyetin de  kalitesi düşüşe geçer. En iyi yönetim biçimi, onu geriden besleyen yüksek manevi değerlerden yoksunsa, kolayca demagoji, popülizm ve oportünizm sayesinde yozlaşır. Aristoteles’ten bu yana yozlaşan her rejimi sonuçta bekleyen şeyin tiranlık olduğunu herkes bilir. Bu yüzden demokrasiler, tiranlığa giden yolları açık tutan rejimlerdir.

Bu önermeden çıkaracağımız ilk sonuç şudur: Keyfi bir tutum olmanın ötesinde ahlaki temelde haksızlığa karşı çıkmak hepimizi ilgilendiren bir konudur. Çünkü bir kere tiranlık kuruldu mu, bu rejim eksik veya iyi olsun, bir önceki rejimde, yani demokrasinin geçerli olduğu zamanlarda baskının dışında kalan toplumsal kesimleri de içine alır. Sadece devrimler evlatlarını yemez, istibdat yönetimler de evlatlarını yer.

Aynı önermenin insanın tamamlanmasının önündeki setlerin –deyim Max Scheler’e ait-ortadan kaldırılmasıyla da ilgisi var. Haksızlığa ve baskıya maruz kalmış bir insanın veya insan gruplarının temel hak ve özgürlüklerini savunduğumuzda, sadece ona bir katkı veya yardım yapmış olmayız. İlk önce ve en başta kendimize, kişiliğimize önemli bir katkı yapmış oluruz. Ahlaki kemâl için başkasının yardımından önce kendime yardım etmesini öğrenmem lazım. Çünkü tamamlanmaya ihtiyacı olan benim. Bir başkası için bir şeyler yapmak bize varoluşumuzun anlamıyla ilgili yeni imkanlar sunar. Şu halde bu ahlaki tutuma entelektüel veya zümresel kibir karıştırmak, yine bize zarar olarak döner.

Haksızlığın objesi “soyut insan”dır; şu veya bu inancın, etnik grubun, sınıfın veya felsefi kanaatin kimliğini oluşturduğu “somut insan” değildir. Biz, hakları yanında yer aldığımız insanı dünya görüşü, ideolojisi, siyasi tercihi veya herhangi türden bir kimliği dolayısıyla kaale almayız. “İnsan olması” hasebiyle bir takım temel hak ve özgürlüklere sahip olduğunu düşündüğümüz insan, belli bir tarihin veya toplumsal şartların kimliğini oluşturduğu “somut insan” olunca, zorunlu olarak sadece haksızlığa maruz kalmaz, aynı zamanda hak savunucularının gözünde hakları savunulmaya değer olan ve olmayan diye bir ayırıma da tabi tutulur. “İnsanın özünü, insanın tarihi boyunca yaptığı özdeşimler belirler” veya “insanın özünü toplumsal ilişkiler biçimlendirir” diyen herhangi bir doktrinde “insan hakları” kavramının gelişmesi, zamanla farkına varılsa bile kültürün parçası haline gelmesi güçtür; bunun somut örneği Marxizm’dir. İnsan hakları savunucusu Marxistler, yaptıkları şeyin  meşruiyetinin doktrinin özünden kaynaklanmadığını biliyorlar. Doktrinin bize tanıttığı insan “somut insan”dır ve bu insan, tarihin ve toplumsal şartların bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Somut insan eğer burjuva sınıfından ise, onun iflah olması mümkün değildir ve Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminde gösterildiği gibi ona önerilecek tek kurtuluş çaresi vardır: İntihar!

Oysa insanın somut kimliğinin ötesinde sadece şu aforizma ile yanında yer almak mümkün: İnsan özgür doğar ve özgür yaşama hakkına sahiptir. Mısır Valisi’ne şöyle demişti Hz. Ömer: “Anaların özgür doğurduğu çocukları ne zamandan beri köle yapmaya başladınız?”

Mazluma dini sorulmaz, kimliğine bakılmaz. Bu yüzden hakları ve özgürlükleri savunmanın görev olmanın ötesinde kendimizi aşma, varoluşsal amacımızı başarma çabasıyla bir ilgisi var. Ancak çok zor ve bazan insanın kolayca kabul edemiyeceği maliyetler koyar önümüze. Böylesi durumlarda cesaret ahlaki görev olur, korkup kaçanlar sıradan insanlar gibi onların korkmaya hakları olmadığını unuturlar.  Düşünce ve inançlarını paylaşmadığınız bir insanı, sadece düşünce ve inançlarını dile getirdi diye baskıya maruz kalmışsa onu savunmak zorundasınız. Voltaire’e o ünlü sözü söyletenin önemli bir ruh hali olması lazım.

Manevi bakış açısından, mağdurların yanında yer almanın eğitici tarafı var; çünkü bir başkasının mağduriyeti ve bizim ona karşı gösterdiğimiz duyarlılık bizi seçkin ve ahlaki bir konuma yükseltir. Mazlumların ve mağdurların yanında yer aldıkça olgunlaşır, kendimize karşı saygımız artar ve belki de başta siyaset ve yönetim olmak üzere her şeyin kirlendiği bu dünyada ruhen arınmış oluruz. (alibulac.net/ 19 Eylül 2020.)

HABERE YORUM KAT