1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Dev tufanlar yüklü, sığ görünümlü bir okyanus’un, toprağın koynunda gi
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Dev tufanlar yüklü, sığ görünümlü bir okyanus’un, toprağın koynunda gi

23 Aralık 2009 Çarşamba 03:07A+A-

[email protected]

20 Aralık 09 sabahı erken saatte haberi aldığım zaman, yüreğimde derin bir sızı hissettim.. ‘Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir’  şeklindeki hadis-i nebevî rivayetini de hatırlayarak..

Gözümün önüne hemen onun 20 yıl öncelerdeki silueti..

Ve, bizde Denizli şivesini hatırlatan İsfahan şivesiyle ve safdil bir kişi olduğu görüntüsüyle, izleyenleri ilk planda tebessüm ettiren, ve dış görünüşüne bakıldığında, 60’lık bir Orta Anadolu köylüsünün ortalama çizgilerini taşıyan, ama, yaptığı derin tahlilleriyle ve içinde yer aldığı dev bir inqılab hareketinin çetin mücadeleleri boyunca yüklendiği rollere bakıldığında muhatabında, derin saygı uyandıran bir İslam âlimi..

Ve de, sâkin, sığ ve hattâ safdil görünümlü, ama bir okyanus derinliğine sahib olduğunu dinleyenlerine hemen hissettiren bu İslam âliminin, iktidarı elde tutmayı değil, inandığı temel değer ve ilkelerin korunmasını esas alan ve bu uğurda, en yakın yol arkadaşlarına bile o değerler sisteminin temel ölçüleri içinden imbiklenmiş eleştirileri hemen daima yaparak, sorumluluğunun idrakinde olan bir çetin ceviz  İslam âlimi örneği..

Onun, azledildikten sonra geçirdiği 20 yıl boyunca sergilediği ihtirassız, kadere teslim olmuş, mütevekkil haline bakıp, etkisiz kalacağını sananları doğrulamıyan bir mücadele çizgisi takib etmesi, aslında onun bütün hayatı boyunca sergilediği çizgiye de aykırı değildi.. Ki, onun Şah’ın zindanlarında geçen uzun yıllarını bilenler, o mekânlarda da, aynı şekilde olduğunu anlatmışlardır hep, hâtıralarında.. 

Ayrıca, adının anılmasıyla, resmî toplantılarda, Cuma namazlarında yüzbinlerce insanın yüksek sesle ve koro halinde, ‘Allaaahumme salli alâaa Muhammed ve âli Muhammeeeed...’ diye salâvat getirişini ve sonra da unutturulmak istendiği günler de geçiverdi, gözlerimin önünden..

Ve de İslam İnqılabı Hareketi’nin tarihini anlatan bütün resmî yayınlardan isminin silinmesi ve resimlerinin maharetle buharlaştırılması..

Aynı şekilde, onun şiî fıqhındaki ilmî mertebesini yansıtan ‘Âyetullah-il’Uzmâ, Âyetullah, Huccet-ul’İslam vs.’  sıfatlarına hiç işaret edilmeden, adının sadece ‘Bay’ manâsında kullanılan ‘Âgay’ı ......’ diye anılışını..

(Ki, bu âyetullahlık sıfatının, şia tarihinde geçmiş asırlarda Hz. Ali’den başkası için kullanılmamışken, Osmanlı ve İran’ı derinden etkileyen 100 yıl öncelerdeki Meşrutiyet hareketleri sırasında iyice azgınlaşan ulemâ düşmanlığı’na karşı ve o zamana kadar kullanılan Şeyh sıfatının yetersiz kaldığının zannı üzerine,  bir tepki olarak geliştirildiği hatırlanmalıdır..)

Güçperestlik,  her zaman ve mekânda daima bulunan en eski ve bulaşıcı hastalıklardan birisidir..

Evet, o kadar yüceltilen bir kişinin, sonra da bir anda, 20 yıl sürecek bir evhapsinde tutulması, evinin ve kütübhanesinin ‘bindirilmiş kıt’alar’ca defalarca tahrib edilmesi, ders vermesine engeller konulması ve amma, onun, ‘susuyorsam, bir çocuk üzerinde analık iddiasında bulunan iki kadının dâvâsında karar vermekte zorlanan hikmet sahibi yargıcın, çocuğu ikiye bölüp o analara, birer parçasını verelim’ demesi üzerine, gerçek ananın, ‘ben gerçek ana değilim; gerçek ana, öteki kadındır..’ diye dâvâsından vazgeçmesi ve yargıcın da, ‘gerçek ana’yı böylece teşhis etmesi qıssasını hatırlatıp, ‘Ben o gerçek ana durumundayım, inqılaba zarar gelmesin diye susuyorum..’ demesine bile tahammül edilemeyiş hali.. Keza, daha önce İslam İnqılabı’nın iki numaralı ismi iken, daha sonra her şeyde ve her yerde, sessizliğe gömülmesi ve amma, doğru bildiği mücadelelerinden geri adım atmayıp, sâlih âlimin tenkıdine örnek oluşturacak uyarılarını sürdürmesi, nicelerinin hışmını üzerine celbediyordu.. Ama, onun eleştirileri, İslam İnqılabı sonunda kurulan İslam Cumhuriyeti nizamına karşıtlığından değil, sistemin iyi işlememesine yönelik ve kendi ilmî yetkinliğinden kaynaklanmaktaydı..

Nice eski salâvatlayıcılarının diliyle bile alaya alınmak istenişini görmek ve onların nasıl birer ‘güç ve iktidar meclûbiyeti’  içinde olduğunu hissetmek ise, herhalde, en kahredici olanıydı..

(Sözün burasında bir anekdot: Onun azlinden 2 ay kadar bir zaman geçtikten sonra, İmam Khomeynî de vefat etmiş ve Rehberlik makamına, -şia fıqhına göre- müctehid’  statüsünde olan bir başkasının getirilmesi anayasanın gereği olduğu halde, İnkılab hareketinin içinde yer almış öyle birisinin kalmaması ve hareketin dışındaki bir ‘müctehid/ faqih’in velayet  makamına, Rehberliğe getirilmesi halinde, büyük müşküllerle karşılaşılacağı görüşünde ısrar eden Refsencanî’nin başka çözümlere ‘yeşil ışık’ yakmayıp, Seyyîd Ali Khameneî’yi yeni Rehber olarak seçtirmesi ve onun ‘âyetullah’ sıfatı da verilerek kamuoyuna açıklanmasından sonraki günlerde..

Bir toplantıda yüksek makam sahibi bir zat, azledilen eski Rehber Vekili ile alay etmiş, herkes de gülmüştü..

Yıllardır onun adının salâvatsız anılmadığı Cuma namazlarını ve resmî toplantıları müşahede etmiş olan ve İran coğrafyasından olmayan bir müslüman, bu istihzalar, gülüşmeler karşısında derinden muzdarib olmuş ve demişti ki:

‘Dostlar, sizin gibi, büyük bir İnkılabı gerçekleştirmiş kardeşlere bir şeyi hatırlatmak zorunda kaldığım için üzgünüm.. Burada tarihten bir ibretli sahneyi hatırlatmak istiyorum..

Fransız Devrimi’nde, her grup bir diğer devrimci grubu bertaraf etmek için, giyotinleri çalıştırır ve her gün yüzlerce-binlerce insanın kellesi koparılırken..

Sonunda, ihtilalcilerden Robespierre ile Danton da birbirine düşmüş ve Robespierre, eski arkadaşı Danton’u, hükûmeti devirmek için entrikalar hazırlamak’ suçlamasıyla mahkemeye göndermişti..

Bu, mahkemeye, onu giyotine gönderin diye emir verilmesinin kibarcasıydı.. Mahkeme Başkanı, Danton’a sormuştu: ‘Hükûmet’i devirmek istiyormuşsun, yardımcıların kimdi?’

Danton, hiç beklemeksizin cevabı yapıştırmıştı:

‘Eğer, başarılı olsaydım, yardımcılarım siz olacaktınız!’

Verilmek istenen mesaj açıktı.. Ama, o İran coğrafyasından olmayan müslüman sözlerini pekiştirmek ihtiyacını duymuştu: ‘Şimdi  dostlar, eğer İmam Khomeynî, 3 Haziran 1989 günü değil de, 27 Mart 1989 öncesinde vefat etmiş olsaydı, bugün alay konusu yaptığınız  ve yıllarca salâvatla andığınız zat, Rehberlik ve Velayet-i Faqihlik makamında  olacaktı kanûnen ve sizleri bilmem ama, ben, onun Rehberliğindeki hükûmetin de emrinde çalışacaktım.. Lûtfen, biraz daha itinâlı davransak..’)

*

Yaşananlar bir ‘çikolata devrimi’ ile karşı karşıya bulunulmadığını daha bir gösteriyordu..

Onun vefat haberi ister istemez, bunların yeniden hatırlanmasına vesile oldu..

Çünkü, sözkonusu kişi, 1979 başında gerçekleşen büyük İslam İnqılabı Hareketi’nin en önde gelen isimlerindendi, İmam Rûhullah Khomeynî, Âyetullah Taleqanî, Âyetullah Mutahharî ve Âyetullah Beheştî ile birlikte..

Bu isimlerden Mahmud Taleqanî, İnkılabın henüz ilk yılında, bir gece, uykudayken kalbinin durmasıyla dünyaya vedâ ediyor; birkaç ay sonra da, Murteza Mutahharî  bir suikasdde öldürülüyor ve 28 Haziran 1981 gecesi, Hizb-i Cumhûrî-i İslamî merkezinde meydana gelen büyük bir patlamada ise, Âyetullah Muhammed Huseynî-i Beheştî  72 seçkin arkadaşıyla birlikte can veriyor ve böylece, başlangıçtaki en büyük 5 isimden sadece iki isim kalıyordu, geride..

(Beheştî ve arkadaşlarının katledilmesiyle sonuçlanan o saldırının dikkate değer bir diğer kurbanının ise, Muhammed Muntezirî isimli ve huccet-ul’islam sıfatını taşıyan genç ve geleceği parlak bir inqılabçı olduğunu hatırlamanın, bu yazının konusu açısından çok gerekli olduğunu sanıyorum..)

Bu suikasdler daha sonra da devam edecekti ve dünya hayatından koparılanların yerlerini Haşîmî Refsencanî, Seyyid Ali Khameneî, Mîr Huseyn Musevî, Mehdi Kerrubî (ve herbirisi âyetullah sıfatını taşıyan ve katledilen Muhammed Mufatteh, Qoddusî, Medenî, Gâzî, Destgayb, Saduqî vs.) gibi, yeni isimler alıyordu.. Refsencanî ve Khameneî de, ağır şekilde yaralanmalarıyla sonuçlanan suikasdleri atlatıyorlardı..

‘Mucahidin-i Halk , Fedaiyan-ı Halk’ gibi yarı veya tam marksist gruplarla kıyasıya bir iç-çatışma ve boğuşma sözkonusu idi.. Hemen her gün, her yerde, bombalar patlıyor, suikasdlerde en seçkin inkılabçılar birer birer dünyadan koparılıyorlardı..

*

Diğer taraftan ise, Saddam Irakı’nın, körpe İslam Cumhuriyeti nizamını yere sermek umuduyla ve hemen bütün küfür dünyasını temsilen başlattığı ve hiç beklenmiyen şekilde 8 yıl devam edecek olan korkunç savaş da, yüzbinleri yutmaktaydı ve bazen bir günde 3 bin asker kaybı bile yaşanabiliyordu..

Bu kadar çetin mücadeleler içinde, ortaya bir takım görüş farklılıklarının çıkması da tabiî idi..

Nitekim,  İnqılab’ın ilk 10 yılı içinde görülen nice seçkin hizmetler kadar, bir takım zıdlaşmalarla da karşılaşılıyordu..

Ve bu zıdlaşmalardan birisi de, günlük maslahat ve hesabları değil, inandığı temel ölçüleri esas alan, safdil ve sığ görünümlü ve amma, kolayca aşılmaz bir derin okyanus olan sözkonusu müctehid/ faqih âlimin, doğru olduğuna inandığı hususlarda, ‘hakkın itibarını, halkın iltifatına fedâ etmiyecek’ bir çetinlikte olmasından kaynaklanıyor ve İslam İnqılabı’nın 10. yıldönümüne ulaşılıyordu, ama, inqılabçı saflar arasında arka arkaya gelen nice ihtilaflar ve zıdlaşmalar sonunda, azledilme sürecini hızlandırıyordu..

Bu süreçteki en büyük kırılma, denilebilir ki, Seyyîd Mehdi Hâşimî’nin îdam olunması idi..

Seyyîd Mehdî Hâşimî, Şah zamanında birkaç kez idâma mahkûm olmuş ve amma, etkin gücü dolayısiyle, cezası hapse çevrilmiş, ‘huccet-ul’islam’ mertebesinde, bir inqılabçı molla idi.. 28 Haziran 1981 gecesi meydana gelen büyük patlamada Beheştî ile birlikte can veren 72 kişinin en seçkinlerinden olan Muhammed Muntezirî’nin en yakın mücadele arkadaşı idi.. Muhammed Muntezirî, inkılabçı kadroların içinde, 2. sırada bulunan Huseyn Ali Muntezirî’nin oğlu idi..

Ve de S. Mehdi Hâşimî,  Rehber Vekili konumunda bulunan Huseyn Ali Muntezirî’nin de en yakın danışmanıydı ve üstelik, onun damadı olan Hâdi’nin de kardeşiydi..

Ve Seyyîd Mehdî Hâşimî,  inkılabçı kadrolar arasındaki ihtilaflarda ve de iktidar savaşında bertaraf edilmesi gerekli görülen bir güç odağı olarak sivrilince ve onun etrafında birçok rahatsızlıklar şekillenince, sonunda, sorgulanması emrini bizzat İmam Khomeynî’nin vermesinden sonra tutuklanması gerçekleşebildi ve yapılan ‘ruhanî’ler / din adamları / mollalar’ denilen kesim için oluşturulmuş ‘Dadgâh-ı Vije-i Rûhaniyet’ ismi verilen bir özel mahkemede, sistemin 2. numaralı ismi olan Rehber Vekili Muntezirî’nin bütün önleme çabalarına rağmen, yapılan gizli yargılama sonucunda îdama mahkûm edildi ve Muntezirî’nin, verilen idâm hükmünün infazını önlemek için İmam’a yazdığı mesaj, İmam’ın oğlu (merhûm) Ahmed tarafından asıl muhatabına ulaştırılmadı ve hüküm infaz olundu.. (Bu hususlar, yargılamayı yapan hâkim olan Huccet-ul’islam Reyşehrî’nin hâtıratından aktarılmaktadır.. Reyşehrî, hükmün bu kadar gizlenmesini ise, bir müctehid/ faqih olan Muntezirî, ‘mahkemeyi âdil bilmiyorum..’ diye suçlasaydı, o hükmü kim uygulayabilirdi?’ diye anlatmaktadır..)

Başka pek çok idâmlar da yapılıyordu gerçi, amma, onlar İslam Cumhuriyeti ile silahlı mücadeleye girmiş kimselerdi ve Rehber Vekili Muntezirî, idâmların bu kadar çok yapılmaması gerektiğini ve hatalar yapılabileceğini hatırlatıyordu.

Şimdi ise, bizzat inqılabî geçmişi bilinen ve inqılabçı kadroların en seçkinlerinden birisi olan ‘huccet-ul’islam’  unvanlı bir seçkin kişi îdam olunuyordu.. Ve Seyyîd Mehdî Haşimî, îdam olunmadan birkaç dakika önce, (Muntezirî’nin damadı) kardeşi Hâdi’ye yazdığı son ve kısa mektubunda, ‘başına getirilenlerin, gerçekte, Âyetullah Muntezirî’nin yolunu kesmek için tertib edildiğini, bu oyunu bozmak için her meşrû çareye başvurduğunu, ama, başarılı olamadığını’  belirtiyor ve İmam Khomeynî’ye ve Âyetullah Muntezirî’ye selam ve bağlılıklarını tekrarlayıp, mektubunu, ‘bâ umid-i didar der rûz-i qıyamet ve der huzûr-i adl-i ilahî..’ (Qıyamet Günü’nde ve ilahî adâlet huzûrunda görüşmek umidiyle..) diye noktalıyordu..

Bu idâm, inkılabçı saflar arasındaki ilk büyük ve çetin kırılmaydı..

*

Anlatılanlar, aslında hepimizin yarınlarda yine karşılaşabileceğimiz insanî zaaflar silsilesidir..

O acı dönemi, hiç değilse ibret almak ve yarınlarda başkalarının aynı hatalara düşmemesi için kaba hatlarıyla, kuşbakışı da olsa, kısaca hatırlamakta fayda vardır..

Evet, 20 yıl öncelerde, İslam İnkılabı’nın 10. yıldönümüne doğru yaklaşılırken, İnqılab’ın Rehberi İmam Khomeynî’den sonra onun yerini alması, Faqihler Meclisi (Meclis-i Khubregan) tarafından ‘Qaim-maqaam-ı Rehberî (Rehberlik Kaymakamlığı/ Vekilliği) makamına seçilen kişi, ‘Âyetullah’ mertebesindeki Huseyn Ali Muntezerî idi.. İlk zamanlarda, onun Rehber Vekilliği, ileri derecede yaşlı olan İmam Khomeynî’nin işini kolaylaştırmak, yükünü hafifletmek açısından ideal bir isimdi..

Nitekim, İslam İnqılabı zafere ulaştıktan sonra İmam’ın kurduğu Geçici Hükûmet’in başbakanı olup, 9 ay kadar sonra İmam’la ihtilafa düşerek istifa eden merhûm Mehdi Bazergan, ‘İmam hayattayken, yerine bir Vekilinin belirlenmesinin Rehberlik Makamı’nı tezyif etmek manâsına geldiğini’ söylerken, bizzat İmam Khomeynî ise,   yapılan seçimin, ‘ne tezyif, belki taqviyet-i rehberî’ (rehberlik makaamını tezyif ve zayıflatmak değil, takviye etmek) olduğunu dile getiriyordu..

Ama, Muntezirî’nin de zamanla, İmam’la bir çok konuda, görüş ayrılıklarına düştüğü hissediliyor ve bu husus, özel mahfillerde dillendiriliyordu..

Onun, İslam hukukunda ve hele de hükûmet / idare hukukunda en yetkin isimlerden birisi olması ve yapılanların yanlışlığını ileri sürmesi ve görüşlerini hattâ inatçılık derecesinde bir ısrarla savunması ve uygulamada bozuk olduğuna inandığı hususların önü alınmazsa, bunların yeni yanlışları doğuracağını dile getirmesi; bazılarınca pek sevimli bulunmuyor ve de bu durum, kendisinin vefatından sonra, inkılabçı kadroların arasında daha derin ihtilaflara varabileceği endişesini veriyordu, İmam Khomeynî’ye..

Ve, Muntezirî’nin Rehber Vekilliği’nden uzaklaştırılması fikri giderek olgunlaşıyordu, derinden derine..

*

Ve bir defasında, özellikle de, İslam İnqılabı nizamına yönelik olarak silahlı mücadele veren iç-düşman unsurlara karşı şiddetle mukabelede bulunmak konusunda, İmam Khomeynî ile, ‘benim ömrümün bereketli semeresi’ diye nitelediği bu seçkin talebesi arasında da ciddî bir görüş farklılığı meydana çıktığı görülüyordu.. Muntezerî,Şah’ın tecrübesinden ders almak gerektiğini, silahlı mücadele verenler karşısında yaygın îdamlarla netice alınamıyacağını’  hatırlatıyordu..

İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın hazırlanmasında en etkili isimlerden olan ve Anayasa’ya, insanlık tarihi boyunca, ulaşılması bir ideal olarak hedef alınmış olan ‘medine-i fâzılâ..’ya (faziletli insanlar site devletine) ulaşmak için, toplumun nasıl yönetileceği hususunda geliştirilen ‘Velayet-i Faqihlik’ (yani, müslüman toplumunun, bir faqihin velayeti altında yönetilmesi) gerektiğine dair anlayışın, kavram olarak tedvininde ve yerleştirilmesinde en etkili isimlerden birisi de Muntezirî idi.. Ama, İmam Khomeynî, bu kavramı hele de 10 yıllık velayetinin son demlerinde, velayet-i mutlaqa-ı faqih’ (faqih’in mutlak velayeti) olarak genişletmeye başlayınca, Muntezerî,  ‘Peygamber bile, ümmeti üzerinde, mutlaq velayet sahibi değildi..’ diye de itiraz edebiliyor ve bu itirazlarını İmam karşısında dile getirirken, ‘Ey İmam, bunları size kimse söyleyemez belki,.. Ben söylüyorsam, bu da cesaretimden değil.. Sizden öğrendim ben, hakkın itibarını, halkın,  insanların iltifatı için fedâ etmemek gerektiğini.. Ve bana vuracaksanız, siz vurunuz..’ diyordu..

Benzeri, daha başka konular da gündeme geldikçe, İmam ile Muntezerî arasındaki görüş farklılıklarının giderek derinleşmekte olduğu hissediliyordu..

*

Hele bir keresinde, 1980-88 arasındaki 8 yıllık  İran- Irak Savaşı’nın son demlerinde, ortaya çıkan durum, bardağı taşıran son damla mesabesindeydi..

Mucahidin-i Halk’ (Halkın Mucahidleri) denilen silahlı mücadele örgütü üyelerinden binlercesi zindanlarda idi.. Ve onlar hakkında îdam hükmü verilmişti, ama, onların hemen tamamı, tövbe ettiklerini bildirdiklerinden, îdam hükümleri yerine getirilmiyor, sadece hapiste tutuluyorlardı..

Ancak, Saddam Irakı ile olan 8 yıllık savaş, ‘ateş-kes’le noktalanınca, (Irak topraklarında yerleşmiş olan ve hâlen de çıkarılamamış bulunan) Mücahidin-i Halk isimli silahlı muhalefet örgütünün onbinden fazla silahlı elemanı, Saddam’ın kendilerine sağladığı hafif savaş uçakları ve yüzlerce tankla birlikte İran toprağına giriyor ve Saddam, ‘bunun kendi savaşları olmadığını, ‘ateş-kes’in ihlaline de girmediğini, İran vatandaşlarından binlercesinin kendi ülkelerindeki rejime yönelik bir savaşları olduğunu, onların kendi ülkelerine girmek için harekete geçtiklerini’ iddia ediyordu..

Bir ilginç durum ise, cezaevlerinde yaşanıyordu.. Sözkonusu silahlı muhalefet örgütünün, İran cezaevlerindeki binlerce ve de tövbekâr oldukları kabul edilen eski üyeleriyle de işbirliğine girdiği anlaşılınca, İmam Khomeynî, o tövbekârların tövbelerini bozmaları hasebiyle, haklarında önce verilmiş olan hükümlerin geri döndüğü görüşündeydi.. Muntezirî ise, eski hükümlerin dönmeyeceğini, yargılamanın yeniden yapılması gerektiğini, tövbe edenlerin tövbelerini gerçekten bozup bozmadıklarının belirlenmesinin son derece müşkül olduğunu beyan ediyordu..

Tabiatiyle, bu gibi görüşler, dışarıya da yansıdığında, hangi grupların ve sosyal kesimlerin daha fazla sempati toplayacağı açıktı..

Ve bu arada, Muntezirînin, inqılaba muhalif unsurların görüşlerini dillendirmeye başladığı, dolaylı, imâlı şekilde üst derece yetkililerin konuşmalarında dile getiriliyor ve bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu hissediliyordu..

Muntezirî ise,  İmam’la olan bir görüşmesinde, ‘Efendim, benim müctehidliğimi siz ilan eylediniz.. Müctehid bir kimsenin görüşü, en aykırı tiplerin görüşleriyle de  bir paralellik arzedebilir.. Ama, artık, o görüş, o muhaliflerin, düşmanların değil, o müctehidin görüşüdür.. Ben bu konularda böyle düşünüyorum..’ diyordu..

*

Ve nihayet, ip koptu..

Kendi sağlığının giderek bozulduğunu hisseden İmam Khomeynî, kendinden sonrasında inqılab kadrolarının içinde en büyük problemin Muntezirî’den kaynaklanabileceğini düşünüyor olmalıydı ki; onu kendi hayatındayken, ‘Qaim-maqaam-ı Rehberî(Rehberlik Vekilliği) makamından uzaklaştırmaya karar vermişti..Ve kendisine yazdığı 27 Mart 1989 tarihli ve içinde, ‘seni artık âdil bilmiyorum..’ gibi oldukça ağır bir mektubun radyo-televizyondan yayınlanmasının Refsencanî tarafından son anda önlenmesi ve İmam’ın ikna edilip, Muntezirî’nin azli yerine, istifasının sağlanması, tedbir olarak daha münasib idi, ama, neticeyi değiştirmiyecekti.. (Şia fıqhı geleneğinde, âdil olmadığı bir diğer muctehid tarafından açıklanan bir muctehidin bu sıfatı ve ulemâya mahsus bütün sıfat ve yetkileri de kalkabilir...)

Muntezirî’nin İmam‘a, yazdığı ‘istifasının kabulü’ne dair mektubuna İmam’ın cevabî mektubunun muhtevası daha mülayim idi.. Ve, ona, ‘ders vermeye devam ve talebelerin kendisinden istifade etmesini’ belirtiyor ve amma, ‘siyasî konuları kavramakta acziyet gösterdiği için, birkaç sene siyasetten uzak durmasını’  tavsiye ediyordu..

Ve amma, birileri bu sonucun elde edilmesini o kadar iştiyakla bekliyormuş ki,  İslam İnqılabı’nın bütün geçmişinde, İmam’dan sonra 2. isim olarak  nitelenmiş ve 10 yıl boyunca, daima salâvatlarla anılmış olan bir şahsın bütün izleri, hattâ bir gecede her yerden siliniyor, Muntezirî âdeta buharlaştırılıyor ve bütün geçmiş hizmetleri reddediliyor ve halk kitlelerinin, ‘bir fakir babası Muntezirî’miz vardı, onun da, ne olduysa ayağını kaydırdılar..’  diye hayıflanmalarına vesile oluyordu..

Halbuki, geçmişteki hizmetleri reddedilmeden, kendisi yok sayılmadan, siyasetin dalgalanmalarının kaçınılmaz neticesi olarak ortaya çıkan ihtilaflar yüzünden, Muntezirî’nin kenara konulduğu açıklanamaz mıydı ve bu durum, onun geçmişi reddedilmeksizin, açıkça beyan edilseydi, bu daha öğretici olmaz mıydı?  

Ve İmam Khomeynî’nin bu mektubun yayınlanmasından sonra, durum yatışacak diye beklenirken, İmam’ın oğlu Ahmed’in, Muntezirî’ye hitaben yazdığı ve onu istiskal edici, küçük düşürücü ve suçlayıcı mahiyetteki uzuuuun bir mektubun, normal boy gazete ebadında, 7-8 sahife halinde, -bir gazete (Cumhurî-i İslamî) hariç-, bütün gazetelerde yayınlanması ve bu görüşlerin İmam’ın görüşleri gibi algılanması, iplerin daha da kopmasına sebeb oldu..

Üstelik, Muntezirî’nin bu suçlamalara cevab verme imkanı da yoktu artık.. Hattâ, onun ‘cevabiye’ olarak hazırladığı bir broşüre de, matbaada basım halindeyken, elkonulmuştu..

Ve Muntezirî’nin istifasından, gerçekte fiilen azlinden 65 gün sonra 3 Haziran 1989 günü, İmam Khomeynî hayata gözlerini yumuyordu..

Ve Muntezirî, İmam’ın vefatından sonra, İmam’ın beytine /evine gidiyor, ama, kapıdan  oradaki pasdarlarca/ muhafızlarca kovuluyor ve bu durumu haber olan İmam’ın oğlu, ‘kendisinin uykuda olduğu bir sırada meydana gelen o nâhoş hadiseden üzüntüsünü’ dile getiriyor ve ‘kapılarının ona daima açık olduğunu’ belirtiyor ve amma, ertesi gün, aynı muamele tekrarlanıyordu, oradaki muhafızlar tarafından.. Ve o da, İmam’ın kabrine ancak, bir sabah vakti güneş doğmadan gidip, Kur’an okuyabiliyordu..

İmam’ın vefatı üzerine, bazı işgüzarlar, Tahran, Qum ve diğer şehirlerin duvarlarında, ‘Muntezirî, qaatil-i Khomeynî..’ (Khomeynî’nin kaatili Muntezirî..) diye yazılar yazıyorlardı.. Bundan maksad, 89 yaşındaki İmam’ın, Muntezirî’nin kendisine çektirdikleri ile keder ve ızdırabının artması yüzünden vefat ettiği anlayışını yansıtmak idi..

*

Muntezirî, kendisine ders verme izin ve imkanı verildiği için, derslerine devam ediyordu, ama, ders esnasında, İslam İnkılabı nizamının özüne ve temellerine değil, uygulamadaki bozukluklara eleştirilerini sürdürüyor ve bu durum, zaman zaman, yeni kırgınlıklara vesile oluyordu..

Nitekim, 1997 yılında, şimdiki İnkılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî’yi verdiği bazı fetvalarından dolayı ilmî yetersizlikle suçlayınca.. 10 güne yakan bir süre, onbinler, evinin etrafını kuşatıp, ağır hakaretlerle ve ‘Merg ber zıdd-ı velayet-i faqih!..’ ( Velayet-i faqihlik makamına karşı çıkanlara ölüm!) sloganlarıyla, evinin de tahrib olmasına varan saldırılara mâruz kaldı ve sonunda İnqılab Rehberi, televizyondan ona çok ağır  ifadelerle saldıran bir konuşma yaptıktan ve ‘artık o gösterilere de son verin!’ demesinden sonra..

Muntezirî’nin derslerine devam etmek bile epeyce zorlaşmıştı..  

Ama, o, yeni imkanlardan da faydalanarak, kendi adına bir internet sahifesi açıp, irşad, ikaz ve hâtıralarını yayınlamaya, görüşlerini bildirmeye son âna kadar devam etti..

Ve hep büyük tayfun çalkantıları içinde ve muhataralı bir okyanusta geçen 87 yıllık ömür, 20 Aralık 09 sabahı, dünyaya gözlerini kapadı..

‘İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn..’

*

Sabahın erken saatinde haberi aldığım zaman, en azından son 30 yılın tufanları içinde geçen bir zaman dilimini yeniden göz önüne getirdim..

*

İslam İnqılabı’nın 10. yıldönümü günlerinde Seyyid Ali Khameneî’nin, zamanın cumhurbaşkanı sıfatıyla televizyonda yaptığı bir konuşmada, onun hakkında, ‘o bizim büyük üstadımızdır, o olmasaydı, İmam Khomeynî, 15 yılı bulan sürgünle yurt dışında bulunurken, İnqılab hareketini o kadar sağlıklı yürütemezdik..’ diye iltifat edişini, ve amma, siyasetin inişli-çıkışlı zemininde, gün gelip, ona, yine ekranlardan, ‘Çarpık zihniyetli kişi.. Sen kimsin?’ diyecek kadar ağır ifadelerle saldırılışını ve onun Qum şehrindeki beytinin (evinin) etrafında ölümünü isteyen feryadlarla gösteri yapan onbinlerin 10 gün kadar süren eylemlerine seyirci kalınışını hatırladım..

Şimdi, o eski üstad’ın vefatı karşısında nasıl bir tavır takınılacağı merak konusu idi..

‘Umarım, bir bildiri yayınlayarak, bu ölüm vesilesiyle olsa da, eski hocasıyla helalleşir..’ diye düşünmüştüm..

Çünkü ölüm, itiqadî temellere dayanmayıp sadece dünya hayatına aid, siyaset veya menfaate dayalı olan düşmanlıkları kapatan bir haldir..

Umduğum gibi oldu ve İİC sisteminin en tepe noktasındaki İnqılab Rehberi Khameneî bir bildiri yayınladı..

Geçmişte onun talebesi olmakla öğünen ve amma, siyasetin iniş ve çıkışı acılı zemininde kırgınlıklar yaşayan bu ikiliden hayatta kalan, şimdi, onu yeniden

kadri yüce faqih’ olarak niteliyor ve onun, ‘mütebahhir (okyanus çapında), seçkin bir üstad olduğuna, ömrünün büyük kısmını İmam Khomeynî’nin rehberliğindeki İslam İnqılabı Hareketi içinde gördüğü üstün hizmetler ve mücahedât ile geçirdiğine ve, İmam Khomeynî’nin hayatının son döneminde, çok çetin ve tehlikeli imtihanlardan geçtiğine ve bundan dolayı bir çok sıkıntılar çektiği’ne işaret ediyor ve ‘çektiklerinin, kefareti olması temennisi’ni dile getiriyordu..

Ve sanıyorum ki, bu vefat sonrasındaki cenaze merasimin nisbeten sâkin geçmesinde, bu kadirşinas mesajın da büyük etkisi olmuştur..

Bu mesajda dile getirilenler, gecikmiş ve de, bazı çevrelerce siyaset gereği takınılan bir tavır olarak nitelense bile, yine de, onun kadrinin bilindiğine dair, vefatından sonra dile getirilmiş gönül alma cümleleri idi.. Kadr’u kıymetinin ancak seng-i musallâda, cenaze namazının kılındığı taş üzerinde bilineceğini anlatan, ‘Kadrini  seng-i musallâda bilip ey Bâqî,/  Durup ele bağlayalar karşında yârân, saf saf..’ diyen Şair Bâqî’nin eseflenişindeki gibi bir durumu da çağrıştırsa bile..

Halbuki bu acılar da yaşanmayabilirdi..  Ama, yine de, bir hakkın teslimi, herşeye rağmen güzeldi..

Ancak, camianın, toplumun maslahatı için diyerek de olsa, bir âlime, böylesi baskılar, eziyetler, hakaretler mazur görülebilir miydi? Veya, toplumun maslahatı için diyerek, ferdlere zulüm yapılmasına cevaz verilebilir mi? 

Bu arada, bu ‘kadri yüce faqih’ hakkında, aynı makamın tayin ettiği bir kişinin kaleminden henüz bir ay kadar öncelerde, Muntezirî için, hain-i İslam’ (İslam haini)  diye yazıldığını hatırlamadan da edemedim, yüreğimde acılarla..

Siyasetin insanı ne hallere düşürdüğünün ibretli ve de zehirli bir sahnesi..

Gerçekten de kadri yüce âlimleri, fâzılları hayatlarındayken bu kadar tekmeleyip, ölümünden sonra yüceltmekte bir yanlışlık ve hattâ çarpıklık yok mudur?

İlginçtir, o bildiride, vefat eden bu eski üstad, 20 seneden sonra yeniden âyetullah diye anılıyordu..

Evet, 20 yıl öncelerde, bütün unvan, makam, sıfat ve lakablarını bir gecede yitiren bir âlim kişi, bir gecede yeniden, eski sıfatlarına kavuşturuluyor, kadri yüce faqih  ve ‘âyetullah’,  âyetullah-il’uzmâ (büyük âyetullah) diye anılıyordu..

Ama, vefatından sonra.. ‘Îdâmdan sonra gelen af ‘ gibi bir garabet durumu..

Büyük âlim Muntezirî’nin fâni hayata vedâ edip, beqa’ âlemine geçmesi dolayısiyle bir büyük inqılab çalkantısının içindeki insan ilişkileri üzerine kaleme aldığım bu satırlar da, umarım, hepimiz için öğretici olur..

 

YAZIYA YORUM KAT

57 Yorum