1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. (Zorla) ’Birleş(tiril)miş Milletler Teşkilatı’, ve..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

(Zorla) ’Birleş(tiril)miş Milletler Teşkilatı’, ve..

28 Eylül 2013 Cumartesi 00:11A+A-

BM. Genel Kurulu’nun yeni çalışma dönemi dolayısiyle, ülkelerin liderleri BM. genel merkezinin bulunduğu New York’da bir araya geldiler, konuşmalar yapıldı.  En çok da, Amerikan Başkanı Barack Husein Obama ile İran C. Başkanı Hasan Rûhanînin -iki ülke arasındaki 34 yıllık diplomatik ilişki kopukluğundan sonra- bir araya gelip gelmiyecekleri ve birbirleri hakkında neler söyleyecekleri üzerine geliştirilen ihtimalî haberler ilgi çekti.

Yapılan konuşmalarda, iki tarafın da -güreşte pehlivanların birbirlerini uzun-uzun yoklama ve ısınma hareketlerini hatırlatacak cinsten- birbirine dikkatli, temkinli yaklaştıkları görüldü. Özellikle İran tarafından, Ruhanî’nin  böyle bir görüşmeye yaklaşmasının ihanet olacağına kadar varan ve sırtını en üst makamlara dayandıran güç odakları da olduğundan, Ruhanî’nin perde arkasındaki büyük dayanağı olarak değerlendirilen ve etkisinin giderek ve yeniden yükselmesinden bazı çevrelerin endişe ettiği ve de Ruhanî’nin seçilmesinden rahatsız olanlarca,  Amerikan emperyalizmi ve siyonist İsrail rejimiyle işbirliği yapmak noktasına doğru geldiği iddiasıyla suçlanan Hâşimî Refsencanî, geçen hafta, bu gibi diplomatik görüşmelerden rahatsızlık duyanlara, ‘bazıları müzakereyi, teslimiyet zannediyor.. Bu nasıl bir mantıktır?’  diye karşı çıkmak gereğini duymuştu.

Sonunda, BM. Genel Kurulu koridorlarında bile Obama ve Ruhanî’nin, tesadüfen bile karşılaşmaması ve el sıkışmaması için azâmî dikkat gösterildi ve Amerika, böyle bir görüşmeyi Ruhanî’nin reddettiğini açıkladı. Ama, hemen ardından, (İslâm İnqılabı’ndan sonraki Geçici Hükûmet’in başbakanı Mehdi Bazergan’ın istifasına yol açan, Kasım-1979’da Cezayir’deki Bazergan-Brjezinsky görüşmesinden 34 yıl sonra)  İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif  ile B. Amerikalı mevkıdaşı John Kerry, resmen ilk kez bir arada görüşme masasına oturdular.

Obama ve Ruhanî’nin BM. Genel Kurulu’ndaki konuşmaları ise, resmî beyanlar olarak , beklenen çerçevede idiler.

Obama, İran’ın nükleer teknoloji alanındaki yeniliklere erişme hakkının kabul edilmesi gerektiğini’ ve nükleer silah yapımına ise, zâten ‘fetvâ olmadığı’nı belirtiyordu. Amerikan Başkanı’nın bu ‘fetvâ’yı vurgulaması özellikle ilginçti..

Ruhanî de konuşmasında, aynı vurguyu yapıyor ve ‘nükleer silah yapmanın haram olduğu’na dair fetvâlarının bulunduğunu belirtiyordu. (Başka silahlar, 3 bin km. menzilli füzeler yapılırken, sadece ‘nükleer silahların yapılamıcağı’na dair ‘fetvâ’ların gerekçesini anlamak herhalde pek kolay olmasa gerek..) 

Yine de geçmişte, ‘Hz. Peygamber (S), en büyük düşmanlarıyla bile görüşüp müzarerelerde bulunmuşken; biz Amerika’yla görüşmekten niçin kaçınıyoruz?’ diyen (Khâtemî döneminde C. Başkanı Yardımcısı bile olan) bazı etkili siyasetçilerin susturulmanın ötesinde, mahkûm bile olduğu hatırlanırsa,  Ruhânî’nin,Tahran'ın karşılıklı güven oluşturmak ve karşılıklı belirsizlikleri ortadan kaldırmak için, derhal tam şeffaflıkla müzakerelere başlamaya hazır olduğunu dile getirmesi, önemli bir gelişme..

*

Obama’nın BM. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmasının en dikkat çekici cümlesi ise, herehalde  ‘Amerika’nın diğer ülkelerden farklı olduğu’na dair sözleriydi. Obama’nın dayandığı bu farklılık iddiası, ‘dünya barışını korumak için, Amerika’nın, dünyanın çeşitli yerlerinde kan ve can verdiği’ne dair sözleriyle ortaya konuluyordu.. Öyle ya, dünyanın başka ülkeleri tarafından, Birleşik Amerika coğrafyasına direkt bir askerî bir saldırı olmamışken, Amerikan askerleri, ‘dünya barışını sağlamak için, dünyanın uzak yerlerinde büyük fedakârlıklar gösterip, kan ve can vermişler’ (!?) idi. Öyleyse,  ‘Amerika’nın bu ayrıcalıklı durumu dünya halkları tarafından anlaşılmalı’  idi.

Halbuki, BM. Teşkilatı, sadece Obama’nın bu sözleriyle değil, 25 Ekim 1945 tarihindeki kuruluşundan itibaren de ayrıcalıklı bir yapıya sahib idi ve bu kurum, İkinci Dünya Savaşının galibi olan devletlerce dünya ülkelerine dayatılan bir zorbalıkla ortaya çıkmıştı. O yapı hâlâ da korunuyor. Yani, 1945’de 8 Mayıs 1945’de Almanya’yı ve -Hiroşima ve Nagazaki isimli ve hiç bir askerî birliğin bulunmadığı bilinen şehirlere 5 ve 8 Ağustos 1945 günleri B. Amerika tarafından atılan ve ilk anda 300 bin sivil insanın kavrulup yanmasıyla noktalanan iki atom bombasıyla da- Japonya’yı kayıdsız-şartsız teslim olmak noktasına getiren galib güçler, sadece onları değil, bütün dünyayı da teslim almışlık gururuyla hareket etmişler, kendilerine bir ayrıcalık getirmişlerdi. Bu durum, aradan geçen 68 yıla rağmen, hâlâ da devam ediyor. Üstelik de, bu galibler arasında, savaşın başında Hitlerle birlikte hareket eden, ama sonra, Almanya -Rusya Savaşı noktasına gelen gelişmeler üzerine, saf değiştirip Amerika- İngiltere tarafına geçen Stalin de bulunmaktaydı.

BM Teşkilatı’nın gerçekte güce, zora ve zorbalığa dayanan ve hukuk anlayışının da buna göre şekillendiği bir kurum olduğu ortada da, bu noktaya dünya nasıl geldi?

*

Geçmiş yüzyıllarda, hem devletlerin sayısı sınırlıydı, hem de ülkeler arası iletişim imkanları bugünkü sür’atten fersah fersah uzaktı.. Belki de, bütün dünyayı içine alan savaşlar bu yüzden olmuyordu.

Ama, -Bosna’yı 1878’den Osmanlı’dan almış bulunan- Avusturya -Macaristan İmparatorluğu’nun ’arşidük’ü / ’veliahd’i Ferdinand ve eşi, 99 yıl önce, 28 Haziran 1914 günü, Saraybosna’daki Latin Köprüsü üzerinde Prencip isimli bir sırb genci tarafından öldürülünce..

Güçlü Avusturya –Macaristan İmparatorluğu, bu işin ardında Sırbistan’ın bulunduğunu düşünerek, hemen Sırbistan’a savaş ilan etmiş; bunun üzerine, öteden beri pan-islavizm siyasetinin ve ortodoks dünyasının birliği idealinin bayrakdarlığını yapan Rusya da, hemen Sırbistan’ın yanında yer almış; bunu Almanya’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu  yanında savaşa girmesi takib edince, dönemin en büyük askerî güçlerinden sayılan İngiltere de, Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu cebhesinin karşısındaki blokda yer alarak savaşa girmişti.  Aynı şekilde Fransa da, Almanya’yla olan tarihî düşmanlığının da sonucu olarak, savaşa İngiltere yanında yer alarak giriyor; bunları daha sonra İtalya, Karadağ, Belçika, Portekiz, Romanya, Yunanistan da takib ediyor ve böylece İ’tilaf (Uyum) Devletleri diye anılan cebhe şekilleniyordu.

Böylesine bir saflaşma olurken, -sırf, Padişah’ın damadı olması hasebiyle-  Osmanlı Ordularının Başkumandan Vekili sıfatını da taşıyan -33 yaşındaki- Enver Paşa, İngiltere’ye gidip, 20 gün kadar nabız yoklaması yapmış; ama, İngiltere’den beklediği ilgiyi göremeyince Almanya tarafına yönelmişti. Almanya ise, eline geçen bu fırsatı iyi değerlendirip, Goben ve Breslau isimli iki savaş gemisine Osmanlı bayrağı çekerek Karadeniz’e çıkarmış ve Osmanlı Sadrazâmı Saîd Halîm Paşanın bilgisi dışında, Rusya’nın (bugün Ukrayna’nın) Odesa liman şehrini topa tutmuştu. Rusya bu durumun sebebini sormuş ve derhal özür dilenip, tazminat ödenmezse, bu saldırıyı savaş sebebi sayacağını açıklamış ve Saîd Halîm Paşa’nın özür dilenmesi gerektiğine dair kanaatine rağmen Enver Paşa, özür dilenemiyeceğinde ısrar edince Rusya, Osmanlı’ya da savaş açmış ve böylece Osmanlı da savaşa, İttifak (güçbirliği) Devletleri denilen taraf içinde girmişti.

O sıradaki ilginç bir gelişme de şu ki, henüz iki sene önce Balkan Savaşları sırasında Osmanlı’ya karşı savaşan Bulgaristan, Rusya’nın etkisiyle Sırbistan’ın yanında yer almak üzere iken, Sırbistan -Bulgaristan arasındaki ana yol üzerinde bulunan stratejik önemi büyük bir köprü, Osmanlı gizli teşkilatı elemanlarınca havaya uçurulunca Bulgaristan bunun Sırbistan tarafından yapıldığını düşünerek, Sırbistan’a savaş açmış ve bunun neticesinde otomatik olarak, Osmanlı’nın yanında, İttifak Devletleri arasında savaşa katılmıştı.

İlginç bir gelişme de, iki asra yakın bir zamandır İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan’da sayıları yüzmilyonları bulan müslüman ve hindu halk kesimleri, ingiliz emperyalizmine karşı oldukları halde; Mahatma Gandhi liderliğinde ingiliz hâkimiyetine karşı başlayan direniş giderek gelişmekteyken; Gandhi’nin, bu savaşta, Hindistan’ın gelecekteki istiklali açısından İngiltere yanında yer almak gerektiğini ileri sürerek, bu yönde bir siyaset geliştirmesi idi. Bunun üzerine, Hind halkının üçte birini oluşturan müslümanlar da, Osmanlı’yla olan gönül bağlarının gereğine göre hareket etmişlerdi.

Uzak-Doğu’da ise, Japonya da İ’tilaf Devletleri safında yer alıp, Asya anakıtasındaki etkinliğini Çin ve o zamanlar Çin Hindi diye anılan Güneydoğu Asya ülkelerindeki istilâ hareketleriyle genişletmeye çalışıyordu.

Bütün bunlar, Saraybosna’da sıkılan bir kurşunun, sonunda nelere mal olduğunun resmi idi.

Ve, o kurşunu sıkan sırb gencinin hayal bile edemeyeceği savaş çılgınlığı onmilyonları yutmaya başlamıştı.

4 yıl süren ve onmilyonlarca insanı yutan o korkunç savaşın son demlerinde ise, Amerika Birleşik Devletleri de, İngiltere’nin yanında devreye giriyor ve Rusya, meydana gelen bolşevik (komünist) ihtilali/ devrimiyle 1917’de savaştan kenara çekiliyor, kendisini savaşın dışında tutuyordu.

Savaş, İttifak Devletlerinin ağır yenilgisiyle sona ermişti.. İ’tilaf devletlerinin yeni devi ise, Amerika Birleşik Devletleri idi. Amerikan Başkanı Woodrow Wilson savaşın son demlerinde, 8 Ocak 1918’de, kendi adıyla ’Wilson Prensipleri’ diye anılan ve gelecekteki Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Aqvâm/ Qavimler Cemiyeti)nin ana nizamnânemesini de oluşturan 14 ilkeyi (Fourteen Points)  açıklamıştı. Bu on dört ilke, B. Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulmasını istediği dünya düzenine ilişkin görüşlerini ve de dünya liderliğine soyunduğunu ortaya koyuyordu.

Bu ondört ilkede, -özetle- ülkeler arasında gizli andlaşmalara yer verilmemesi, /  karasuları dışındaki bütün denizlerin açık deniz olarak mutlak serbestliği /, uluslararası ticaretin serbest ve eşit şartlarda geliştirilmesi, / sömürgelerin bütün taleblerine serbestçe ve tarafsızca yaklaşılması,/ savaştan çekilen Rusya Çarlığı topraklarından bütün yabancı askerlerin çekilmesi,/ bütün Fransız topraklarının özgürlüğüne kavuşması ve işgal edilen kesimler geri verilmesi,Prusya (Almanya)tarafından 1871’de çizilen Fransa-Almanya sınırının, Fransa lehine ve haksızlığı giderilecek şekilde yeniden düzenlenmesi,  / Belçika’dan yabancı askerlerin çekilip egemenlik hakkına saygı gösterilmesi,/ İtalya sınırlarının yeniden belirlenmesi,  / Avusturya- Macaristan halklarının haklarının güvence altına alınması, bu halklara özerkli imkanı verilmesi, / Romanya, Sırbistan ve Karadağ’dan bütün yabancçı askerlerin çekilip, işgal edilen toprakların geri verilmesi, / Osmanlı Devleti’ndeki türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınması ve Osmanlı yönetimindeki öteki halklara da özgürlük sağlanması ve Boğazlar’ın uluslararası ticarete sürekli açık tutulması, / Bağımsız bir Polonya Devleti’nin kurulması ve siyasi ve ekonomik bağımsızlığının uluslararası sözleşmelerde garanti altına alınması, / Büyük -küçük bütün devletlerin siyasî bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti altına almak üzere, bütün devletleri içine alan bir uluslararası birlik oluşturulması..’ gibi prensipler sıralanıyordu. Farkedileceği gibi, en sonda de bir uluslararası birlik oluşturulmasından söz ediyordu, Wilson..

İşte bu ifade, ileride kurulması düşünülen ve Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Aqvâm / Kavimler Cemiyeti) olarak anılan ilk uluslararası kuruluşun habercisi idi. Ancak, bu ilk deneme, tam bir fiyaskoyla sonuçlanacaktı.

*

II. Dünya Savaşı’nın galibleri tarafından çok haksız ve zorbaca usûllerle dayatıldığı için, ’Barış’ı yok eden Barış’ diye nitelenen ve - I. Dünya Savaşı’nın başlamasının 5. yıldönümünde- 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles Andlaşması’nı takiben bir de savaşları önlemek ümidiyle Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Aqvâm) kuruluyordu.

Ancak, o barış andlaşmasının toplumları derinden derine rahatsız eden, içten içe kaynatan yeni dünya düzeninin bu kuruluşunun hiç bir etkisinin olmadığı kısa zamanda görülmüş ve özellikle komünizm, nazizm, faşizm gibi cereyanların Avrupa’yı ve dünyayı etkilediği yeni dünya şartlarında, hele de Almanya’da 1933 seçimleriyle iktidara gelen Hitler’in Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejiminin, Versailles Andlaşması’nın bütün mağlublar gibi, Almanya’yı da zencire vuran, aşağılayan hükümlerini tanımayıp başlattığı iç ve dışsiyaset hamleleri karşısında tamamen felçli hale geldi..Ve, 1 Eylûl 1939’da başlayan 2. Dünya Savaşı’yla Milletler Cemiyeti de tamamiyle ölmüş oldu..

‘Milletler Cemiyeti’ tutmadı; ‘Birleşmiş Milletler’ verelim..

Altı yıl süren, 60 milyondan fazla insanı yuttuğu belirlenen ve Almanya ve Japonya’nın korkunç şekilde yenilgiye uğratıldığı 2. Dünya Savaşı’nın son demlerinde.. Savaşın galibi olacakları anlaşılan başta Amerika ve müttefiklerinin bir daha savaş olmaması düşüncesiyle, bir yeni Dünya Teşkilatı kurulması düşünülmeye başlandı. Kurulacak olan bu yeni dünya teşkilatı’na üye olabilmek için, Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilan etmek şartı vardı.

Almanya ve Japonya’nın artık son nefeslerini vermekte oldukları bir sırada, Türkiye Meclisi’nin de Ocak- 1945’de bu iki ülkeye, hiç bir zaman pratiğe dönüşemiyecek olan bir şekilde savaş ilan etme kararı almasının sebebi de bu şart idi.

Asıl zorbalık ise, bu yeni ’dünya teşkilatı’nın ’Güvenlik Konseyi’ denilen merkez icra kurulu’nun 5 Daimî Üyesinin bulunması ve bunlardan herhangi birisinin veto (redd) ettiği hiç bir Güvenlik Konseyi kararı da uygulamaya konulamıyordu.

Bu beş ülke, B. Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin idi.. Bu 5 ülke, yeni dünya düzeninde, bütün insanlığı rehin almışlardı âdetâ.. BM. üyeliği için getirilen o dayatma şartlarına karşı çıkan tek ülke, İspanya idi. İspanya’nın o zamanki lideri General Franko’nun bu şartı kabul etmemesi yüzünden, İspanya bu yeni dünya teşkilatına, Birleşmiş Milletler’e üye olamamış, amma, aradan 8-10 yıl geçince ısrarla  davet edilmişti.

Ama, o haksız ve dayatmacı yapı hâlâ da sürüyor.

(Çin’in durumu daha bir ilginçtir. Çünkü, 2. Dünya Savaşı yıllarında Çin’in yönetimini elinde bulunduran Mareşal Çan Kay Şek, 1949’da Mao liderliğindeki komünistlere yenilince, Kıt’a Çini’nin 100 mil kadar doğusunda, Çin Denizi’nde bulunan Formoza adasına sığınmış ve Çin Hükûmetini orada sürdürmeye başlamıştı. Nasyonalist Çin diye anılan ve 30 milyon kadar bir nüfusa sahib olan 35 bin km. karelik bir adada varlığını Taiwan Devleti olarak sürdüren bu hükûmet, uluslararası hukuk açısından, çeyrek yüz yıl kadar, 1 milyardan fazla nüfusa sahib olan bütün Çin’in de temsilcisi sayılıyor ve ayrıca, ’veto’ hakkına da sahib gözüküyordu. Ama, Vietnam Savaşı sona erip, Amerikan emperyalizmi Mao liderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti’ni 1970’li yılların başında resmen tanıyınca, Güvenlik Konseyi’ndeki Çin’e aid Daimî Üyelik de, veto yetkisi de kıt’a Çini’ne intikal ettirildi.)

BM.’in yapısı, aradan 70 yıla yakın bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen, o günden bugüne, aynı şekilde sürdürülüyor. Amerika, İngiltre, Fransa, Rusya ve Çin,  bütün dünyaya aldırmadan, dünyadaki bütün gelişmeleri kendi çıkar ve iradelerine göre şekillendirmek şeklindeki zorbalığı hâlâ da sürdürüyorlar.

Bir ara, iki Almanya birleştikten sonra, Helmut Kohl zamanında, Güvenlik Konseyi’nde Almanya ve de 1 milyardan fazla nüfusa sahib Hindistan’ın da temsil edilmesi ve BM. Güvenlik Konseyi’nde (veto yetkisini haiz) Daimî Üyelik sayısının 7’ye çıkarılması şeklindeki görüşler dünya gündemine geldiyse de; 1,5 milyarlık büyük bir kitleyi temsil eden İslam Konferansı Teşkilatı’nın da üye olması gerektiği görüşü gündeme getirilince, bu konu sümenaltı edildi.

Bu haksız düzenlemeye karşı pek fazla itiraz eden de olmuyor. Gerçi, son zamanlarda, Tayyîb Erdoğan, sık sık ve uluslararası zeminlerde gündeme getirmekte, ama, C. Başkanı Gül’ün BM. Genel Kurulu’ndaki konuşmasında bu konuya değindiğine dair bir ifade yoktu.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın yapısı âdilane bir yapıya kavuşturulmadıkça, dünya barışına hizmet eden bir fonksiyon ifa etmesi mümkün değildir. Sözgelimi, 1,5 milyarlık bir Çin ile veya 300 milyonluk veya 100 milyonluk, 50 milyonluk ülkelerle 300 binlik ve hattâ 30-40 binlik nüfuslu ve uluslararası hukuk açısından devlet sayılan toplulukların BM. yapısında aynı oy sahibi olması da ayrı bir komik tablo oluşturmaktadır. Ve bugün adları bile pek bilinmeyen küçücük devletler sebebiyle, 190’dan fazla devletin varlığı, BM. Genel Kurulu’nca tescil edilmiş bulunmaktadır. Bu da, bu uluslararası kuruluşun sadece güce dayandığını bir daha ortaya koymaktadır.  Ayrıca, bu uluslararası en büyük teşkilatın Güvenlik Konseyi’nde, 1 milyarlık bir Hindistan ile, bir Afrika kıt’asının ya da 1,5 milyarlık müslüman âleminin hiç bir temsil ve etki gücüne yer verilmemesi de bir ayrı kabul edilemez durumdur.

Öte yandan sionist İsrail rejimi, bu zamana kadar BM. Genel Kurulu ve de hattâ Güvenlik Konseyi’nce alınan kararların hiç birisine uymamıştır ve bundan sonra uymayacağını da açıkça bildirmektedir, meydan okuma havasında.. Ve bunu yaparken de, İzak Şamir’in 30 yıl öncelerde açıkça dile getirdiği üzere, ’ağaç dallarından inip, filan devletin temsilcisi olarak BM. Genel Kurulu’nda temsil edilen kimselerin verdikleri oylarla ben kendi varlığımı tehlikeye atamam.. Biz yahudilerin iki bin yıl vatansız yaşamasının acısını onlar çekmedi..’ demekte.. Ve Amerikan emperyalizmi de, devamlı olarak, ‘İsrail’in varlık ve güvenliğinin her şeyin üstünde olduğunu’ ısrarla vurgulamaktadır. Ve mevcud durumda da, gerek Amerika ve Rusya ve gerekse, Güvenlik Konseyi’nin Daimî Üye statüsünde bulunan diğerlerinden hiçbirisinin, sionist İsrail rejimine, uluslararası hukuk kurallarına ve kararlarına itaat etmesi için bir baskı yapmıyacağı da açık, fiilen.. Esasen, bu menhus rejimin ortaya çıkmasını da bu güçler elbirliğiyle sağlamışlardı, 2. Dünya Savaşı sonunda..

Böyle olunca da, BM. Teşkilatı’ndan adâletli, hakkaniyete uygun kararlar beklenmesi bir hayalden başka bir şey değildir.

‘Böyle gecenin hayr umulur mu, sabahından?’

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum