1. HABERLER

  2. ETKİNLİK

  3. Yerlilik, Örf ve Gelenek
Yerlilik, Örf ve Gelenek

Yerlilik, Örf ve Gelenek

​​​​​​​Bartın Özgür-Der’de yeni dönem seminerlere başlandı. İlk seminerde konuşmacı  ‘’Yerlilik, Örf ve Gelenek ‘’ konusuyla Hamza Türkmen’di.

23 Ekim 2017 Pazartesi 19:43A+A-

Hamza Türkmen konuşmasında şunlara değindi;

Gelenek ve örf bizlerin de kullandığı bir kavram. Biz gelenek derken‘İbrahimi geleneği’ kastederiz. Bir süredir ‘Yerlilik’ ifadesi de geleneklebirlikte kullanılır oldu. Bu kavram özellikle batıcı fikirlerin benimsendiği, ulusçulukla harmanlanmış yeni kültür haliyle 20.yy sürecinde çokça kullanılır oldu. Kendisinin dışındakini ötekileştiren bir kavram olarak. İddia sahibi kendinin bu toprağın değeri ve asli unsuru olduğunu söylüyor; kavim, halk, vatan, toprak terimlerine anlamlar yüklüyor ve İslami olanı dışlıyor yada dönüştürdüğünü zannediyor. Vahyi temelden beslenen ‘ümmet, iman kardeşliği, İslam yurdu’ adlandırmalarını çöpe atıyor. ‘Buralı, yerli’ adlandırması bu coğrafya insanının doğal olmayan, sonradan kültürüne dâhil ettiği bir ‘sentetik kabul’ olduğu için günümüz baskın ideoloji yaklaşımları bazı İslamcıları da etkilemiş durumda. Dindar kitle adıyla maruf çevrelerden karşımıza çıkan ‘Türk İslam’ı, Türk Kuran’ı, Türk Müslümanlığı’ yaklaşımları bunun tezahürüne örnek verilebilir.

18. yy. sanayileşme sonrası üretilen sosyolojide ‘yerelcilik’ şablonuyla halk olarak tanıştığımız bu yaklaşımlar menşei olarak Avrupa’da kiliseye karşı doğmuş ‘aydınlanmanın’, ‘sanayileşmenin’ ürettiği, toplumu kuşatmayı ve kontrol altına almayı öngören tarzda özünde dine karşı tepkisellik taşıyan ideoloji betimlemeleri olarak görülebilir. Tabiatı ve tüm hayatı ‘kültür ve yapısal yönüyle’ kontrol altına alma hedefinin tezahür ettiğini söyleyebiliriz.

Dünyadaki bu altüst oluş sonrası toplumsal olaylar, maddi açıdan güçlenen Avrupa’nın elinde seküler özellikte, akademiden günlük yaşam alanlarına kadar yaygınlık kazandı. Sanayileşme sonrası doğan pazar arayışlarıyla etki alanını dünyaya da yaydı. Zamanla insanların yaşamında en öne, dinin yerine benimsenen Batıcılık kültürü geçti. Oysa dini olan içinde fıtrattan yana özellikler barındırıyordu. Hristiyanlık muharref bile olsa içinde vahyi kırıntılar barındırdığı için. Profan rüzgârlar önüne kattığı herşeyi süpürdü attı. Fıtrat çabaları yön değiştirdi, yıkım ve bedbinlik vehmeden emansipasyon (beşerin aklını ve isteklerini mutlaklaştıran yönelimde doğmuş katıksız özgürlük adıyla yayılmış sapkınlık akımı) kazandı. Gelen gideni arattı. Merhamet köreldi, adalet kayboldu, ayrımcılık devlet eliyle teamülleşti. İnsanlığın fıtrat bozumunu gören Mevdudi, Batıda kiliseyle ilişkisini koparmayanlar için ‘ehli kitap’ denilebilir mi? sorusunu soruyordu haklı olarak; Belki ortak noktaları çoğaltırız, aramızda maslahat geliştiririz niyetiyle. Çünkü bu yıkım, Avrupa’da dini yok etmeyi planlıyordu. 1789 sonrası girilen süreçte binlerce din adamı katledildi. Şimdi insanlar arasında bu yeni tanımlar kapsamında gündeme gelen din, sadece kültürün bir parçasına dönüşmüş ve sosyal yapıyı oluşturan öğelerden biri durumunda. Bu yönüyle dini tarihi bir kesit olarak aldığımızda kültür bizde Osmanlıyı savunmak gibi bir şeydir. Daha da eklersek cami, türbe, sema, semah, saltanatı da sayabiliriz. İslami kimlik taşıyan Türkiyeli dindarların bir bölümü İslam’a ait aidiyeti tanımlayan değerleri benimsemek yerine ‘kökü dışarda’ şablonuyla İslamcılığı dışlayan, ötekileştiren tezvirata başlarlar çoğu zaman. Bu bir zaaf ve gaflet durumudur ne yazık ki. Müslüman kesimden fikri açılımlarında merhum Mevdudi, Seyyid Kutup, en Nedvi, El Benna’yı referans verenler yıllarca bu nitelemelerle dışlandılar. Ötekileştirmenin bir standardı yok aslında. 70’lerde solculara yöneltilen ‘kökü dışarıda’ suçlaması, 90’larda İslamcılar için ‘Mollalar İran’a, 98 de İslami hassasiyetle örtünen üniversite öğrencisi kızlarımıza‘Başörtülüler Suudi Arabistan’a’ söylemiyle kullanılmıştı.  Maalesef bu ilkesiz üsluptan ‘Türkiye İslam’ı’, ‘Türk Kuranı’ çıkmıştır ne yazık ki. Tıpkı ‘Mısır İslam’ı’, ‘Suriye İslam’ı’, ‘Euro İslam’ı’ gibi. Evrensel İslami değerleri daraltan, onlara öteki muamelesi yapan bu yaklaşım sahipleri aidiyetleri İslami olmakla birlikte zihinlerindeki yerlici bariyerleri kaldırmamışlar ve bu gevşek ve laubali tutum fikriyata zaaflı kabullerden yenilerini de eklemiştir ne yazık ki.Soralım şimdi; bu yaklaşımlar Allah’tan gelen bir şey mi taşımaktalar? Yerelci adlandırmalarla İslam özdeşleştirilemez ki, bu açıkça cahili bir adlandırma ve hakikati inkâr olmaz mı? Doğru yolun kenarlarında yer tutan sapkın yollar böyle bir şey değiller mi?

Allah katında din sadece İslam’dır. Ve biz insanlar için Rabbimizin seçtiği dindir. Bunun yereli, yerliliği olmaz. Allah bizi tanışmamız için kabileler halinde yarattı. Üstünlük sadece takvadadır. İnsan olma özelliğimize binaen tümüyle istikamete, akaide ve muhkeme dayalı mutlak yetki Allah’a aittir. Sabitenin kaynağı Allah’tır. Müslümanların da dâhil olduğu bu toplumsal kültür İslam’dan kaynaklı ilkesel özellikler taşıyorsa bize yakındır ve İslami dönüşüm ve ıslah adına bir olumluluk taşımaktadır. Zıddı bize ait değildir ve tevil de edilemez. Biz şunu biliriz; salihler, sıddıklar hep bu evrensel ve fıtri gözle toplum okumaları yaptılar. Onların yolu nebilerin fıtrat yoluydu.

Avrupa’da cereyan eden yerellik tartışmaları İslamcı yazarları da dönemin şartlarında, kendi ıslah çabaları zemininde tepkisellikle konuyu ele almalarına da yol açabiliyordu. Rahmetli Ali Şeriati’nin ‘Öze Dönüş’ kitabında öze dönüş çağrısıyla ele aldığı bu çağrı da tepkisellikten izler taşımaktaydı. Ezilmişlikten kurtulma arayışlarında kendi yerelliğimizi oluşturmak yaklaşımı o dönem İslamcı mütefekkirlerin eklektik çözümlere yakın durabildiklerine dair içinde zaaf barındırır.  Şu tahlili yapmakta yarar var:Yerelci, yerlici ve bu etkileşimi benimseyen gelenekçi bakış olayları ele alırken formal bir bakış açısını esas alır. Allah’ın ayetlerini ve sünnetullahı kavrayarak olayları ele alan, İslami değişim ve ıslahı hedefleyen bakış açısı İslamlaşmaya dönük bilinç inşa etmeye çalışır. Hikmetli bir gözle tüm insanlığa çare olacak çözümlerle olayları ele alır. Seküler bakış ise tepeden inmeci, dayatmacıdır. Yüzyılın başında tezahür etmiş ideolojik yaklaşımlarla kurulan devletler inşasında yaşanan travmalardan örnek verelim; Türkiye Cumhuriyetini inşa eden kadro, başta Mustafa Kemal’in ‘Biz buralıyız;7000 yıllık bir tarihe, kültürel izlere sahibiz’le özetlenebilecek yaklaşımıyla kadim ‘Türk Ulusu’ iddiasını insanların kafataslarının ölçülmesine vardırıp, mezarlardan bile çıkarılıp ölçülen kafataslarıyla enstitü verileri oluşturulmuştu. O gün ve bu gün bu yaklaşımlar din kadar önemli addedilir resmi söylemde. Bu yaklaşımların muhafazakâr kesimden de çok fazla alıcısı oldu. İslam’la toprağın kültürünün ayrılmazlığı teziyle “Türk Müslümanlığı, Türk İslam’ı, Türk Kuran’ı” yaklaşımları üniversitesinden entelektüel çevreye, siyasi çevreye yaygınlık kazanmış durumdadır. Osmanlı ve sonrasında Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar, Peyami Safaların din-toprak-kültürel miras anlayışı kendilerine verdikleri adla maruf muhafazakar cenahta kabul görmüştür. Bir nevi ‘ümmet’ düşüncesi gitmiş yerine ulus ve dar anlamda yeni kurulan üniter devletin üzerinde yükseldiği ‘vatan’ düşüncesi gelmiştir. Bu gün dahi İslami iddia taşıyan bazıları bu arazdan arınamamışlardır. Cumhuriyet ilke ve inkılapların uygulandığı ilk yılların ardından bu zoraki ötekileştirmeye karşı Nurettin Topçu 1000 yıllık tarihimiz yaklaşımıyla daha mutedil bir zemin arayışına girmişti. M. İbni Arabi, Hacı Bektaş, Celaleddin Rumi’nin tarihi öncüler olarak kabul gördüğü çok yönden eklektik ve batıni öncülerle ‘İsyan Ahlakı’ söylemiyle bir reçete inşaya çalıştı. Kendi şartları içerisinde bakıldığında TC eliyle uygulanan seküler yıkım ve batıcı zihniyete karşı bir olumluluk olarak görülebilir. Bugün İslami birikim mesafe almıştır. Son dönem siyasette vurgulu hale gelen‘milli ve yerlilik’adlandırması fazlasıyla tasnif edici hatta ötekileştirici fonksiyon taşımakta. Yaşadığımız ülkede kendi kulvarında sınırlı kalmayan, siyasete de yön veren İslamcılık tecrübesi bunu aşmak yerine yeniden yorumlayarak yerel koşullara uyumlu, halkıyla baht barıştırabilen bir İslamcılık arayışını öne sürebiliyor. Oysa İslam düşmanı çevreler kendi içinde paramparça da olsa İslam’a ve Müslümanlara karşı yek pare hareket edebiliyorlar. Ümmet coğrafyasında verilen kavga sadece enerji ve jeo strateji kavgası değil. Çok açık bir şekilde Müslümanların yeniden güçlenerek tarih sahnesinde yer alma ihtimali ümmetçi kimliği önceleyen, ümmetin ortak aklına güvenen ve yüksek uygarlık hedefinde yerelliği aşıp ümmet perspektifiyle bugünü yorumlayabilen ve merhaleci bir ıslah düşüncesi batının düşman olarak tanımladığı net bir konu oysa. İslam evrensel olanı hedefliyor.  Yerlilik ise beşeriyetle sınırlıdır. Allah’ü Teala Hucurat Suresinde bizim kabileler olarak yaratılmamızı ‘birbirimizle tanışmamız ve İslam kardeşliği’ hikmetine bağlıyor. Bu, aslolan fıtri bir ölçüdür. Ölçünün sahibi Allah’tır. Kimliğimizi terk edip yapay kavramlar ihdas etmek yerine mevcut eksikliğimizi nasıl giderebiliriz,iman kardeşliğimizi ve insanlığa çözüm sunacak adalet ve insanlık değerlerini nasıl geliştirebiliriz, zaafa uğramış ümmet durumundan daha güçlü ümmet durumuna nasıl yükselebiliriz hedefi önemsenmeli değil mi?

Şunu yadsımıyoruz; tabi ki doğal ihtiyaçlar üzerinden bakıldığında, insanların yakın akraba hatta kabile dayanışması bir yere kadar korunması gereken bir ölçüdür. Ama bunu abartıp varoluş kaynağı haline getirdiğinizde ölçüsüzlüğün kendisine dönüşür. Rabbimiz Araf 199 da ‘’Sen bağışlama yolunu tut, örfü emret ve cahillerden yüz çevir.’’ diyor. Tabi ki fıtrata uygun, toplumu ve insanı yaşatmayı görev bilen maslahat kabilinden yerel yöntemler görmezden gelinemez. İstanbul’un, İdlib’in, Gazze’nin yerel sorunlarına karşı oranın insanları çözüm üretip yerel etmenlerden tabi ki yararlanacaklar.

Geleneği iki yönlü ele alabiliriz: 1. Sahih Gelenek 2. Muharref Gelenek

Sahih gelenek; öncülerin peygamberler olduğu, onların yolunu izleyen salihlerin ve sıddıkların insanlığın önünü açan beşeriyet saadetinin ilham kaynağı olan; bilimden medresedeki fıkıh usulüne kadar insanlığın kurtarıcı rolünü üstlenmiş İslami ahlak, adalet ve fıtrat yoluna uygun İslam uygarlığı bir dönem dünyaya yön vermişti. Bu geleneği işleyelim. Ümmeti bu hedefe ilerletelim. Rabbimizin lütfuyla modelleşen üst bir geleneği inşa edelim.

Muharref gelenek ise; merkezinde zanni bilginin, beşeri vesvesenin bulunduğu, içinde doğrular olmakla birlikte vahiy dışı kültürün şekillendirdiği, insan hayatına batılı vehmederek yön veren bir işleyiştir. Rabbimizin insanlara yüklediği halifelik, şahitlik vasfı üzerinden değil, imtihanı yok sayan, yapay olarak üretilmiş, dışlayan, ötekileştiren, sahih değerler yerine geçici dünyayı kendine yurt edinen, fıtrattan kopmuş bir inhitat hali. Bugün dünyaya ne yazık ki bu gidiş yön vermektedir. Suriye’yi kan gölüne çeviren, Arakanlı kardeşlerimizi insan yerine koymayan,‘ekini ve nesli ifsad eden, güçlünün dünya halklarını ezerek insanlığı çarkına köle yaptığı bir işleyiş. Bugün insanlık uçurumun kenarındadır. Bu durum ne yazık ki Müslümanları da etkisi altına alıyor. Diktatörlük sistemlerine güç veren, işbirlikçiliği maslahat olarak adlandırılan, kafirlerle kurulan dostluğu bahanelerle gerekçelendiren bir haleti ruhiye İslam coğrafyalarında ne yazık ki çözücü rol oynamakta.

Allah’üTeala ölçüyü koymuş; masiyette itaat yoktur. Zulüm sistemleri yıkılmak zorundadır. Zulüm bir fitnedir, sadece zalimlerin değil bütün halkların düçar olduğu bir fitneye dönüşen bir beladır. Kavmini, ırkını, rengini, yakınlarını, hizbini koruyan bir ahlakla adalet uygulanamaz. Allah adaleti bütün şartların üzerinde emretmektedir. Rabbimiz diyor ki “Siz bilmezsiniz, Allah bilir. Allah sizin başınıza neyin geleceğini bilendir, çabalarınızı zayi etmeyecektir. Korku geçici, iman kalıcıdır.”

Zaruret koşulları altında Rabbimizin bize tanıdığı ruhsat üzerinden bazı işleri yapıyor olmamız,  gerekçeleri itikatlaştırmayıp durumu meşrulaştırmamalıdır. Bir dönem ayakta kalmak için zaruretin ruhsatı kablinden onay verdiğimiz pratikler modelleşmemelidir. Örneğimizin ve önderimizin kaynağı ‘usvetun hasene’, ‘alemlere rahmet gönderilen kutlu elçinin yolu’ olmalıdır. Allah’a ve Resul’e itaat etmek bütün dünyalıkların üzerinde perspektifimiz olmalıdır.’’

Hamza Türkmen konuşmasını güncel politikadan, Kerkük ve Suriye meselesinden örnekler vererek Türkiyeli Müslümanlar olarak bu konulara nasıl bakacağımızla ilgili dinleyicilerin katkıları ve sorularıyla ele alarak programı sonlandırdı.

img-20171021-wa0035.jpg

HABERE YORUM KAT